José Bové’nin pratik direnişi ve Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesiyle bakıldığında, Türkiye’deki Zeytin Yasası’nın değiştirilme girişimleri, özellikle zeytinliklerin maden sahalarına açılması çabaları ve Şırnak’taki orman kıyımı, neoliberal politikaların yerel kırsala müdahalesi ve toplumsal tahakkümün doğa üzerindeki yıkıcı tezahürü olarak net bir şekilde okunur
Fransız çiftçi, aktivist ve politikacı José Bové’nin adı, küresel kapitalizmin dayattığı neoliberal tarım politikalarına karşı verdiği destansı mücadeleyle özdeşleşmiştir. McDonald’s inşaatlarını yıkmaktan GDO’lu tarlalara doğrudan müdahalelere kadar, Bové’nin eylemleri kapitalizme karşı pratik bir duruş sergiler. Ancak bu mücadelenin teorik altyapısını güçlendiren ve ekolojik bir toplumsal değişimi savunan bir başka önemli isim daha var: Murray Bookchin. Toplumsal ekoloji felsefesinin kurucusu Bookchin, ekolojik krizin kökeninde sadece kapitalizmin değil, aynı zamanda hiyerarşik ve tahakkümcü toplumsal yapıların yattığını öne sürer.
Peki, Bové’nin pratik direnişiyle Bookchin’in teorik derinliğini birleştirdiğimizde, Türkiye’de yıllardır gündemden düşmeyen “Zeytin Yasası” tartışmalarını ve son dönemde kamuoyunun vicdanını yaralayan Şırnak’taki ağaç kesimlerini nasıl okumalıyız? Bu olaylar, aslında küresel kapitalizmin ve yerleşik tahakküm mekanizmalarının doğaya nasıl sızdığının, yerel yaşamları nasıl yok ettiğinin çarpıcı birer örneği.
Türkiye’nin dört bir yanında, asırlık zeytinlik alanları, termik santral, rüzgar enerji santrali (RES) veya maden arama ve işletme projeleri adı altında sürekli bir tehdit altında. Özellikle zeytinliklerin maden sahalarına açılma girişimleri, bu ülkenin ekolojik ve kültürel dokusuna vurulan en ağır darbelerden biri. Bu durum, yalnızca zeytinliklerle sınırlı değil; Şırnak’ta yaşanan orman kıyımı da benzer bir zihniyetin ürünü. Burada kesilen her ağaç, sadece bir bitki değil, aynı zamanda bölgenin biyoçeşitliliğinin, iklim dengesinin ve yerel halkın geçim kaynaklarının önemli bir parçası.
Bové’ye göre kapitalizm, toprağı ve doğal kaynakları bir kâr alanına dönüştürür; madencilik ve orman kesimi bu zihniyetin en saf ve en acımasız halidir. Bookchin ise bu durumu “doğa üzerindeki tahakkümün” bir tezahürü olarak görür. İnsan toplumu içinde biriken hiyerarşik yapılar ve tahakküm ilişkileri, doğaya da aynı şekilde yansır. Kâr hırsı uğruna zeytin ağaçlarını kesmek, toprağı zehirlemek, su kaynaklarını kurutmak ve ormanları yok etmek, ekolojik bir felakete davetiye çıkarmaktır. Bu, Bookchin’in vurguladığı gibi, doğayı sadece bir “kaynak” olarak gören ve ona hükmetmeye çalışan antroposentrik bir bakış açısının sonucudur.
Türkiye’deki zeytincilik büyük oranda aile çiftçiliğine dayanır. Benzer şekilde, Şırnak gibi bölgelerdeki ormanlar da yerel halk için önemli birer yaşam kaynağı, odun, hayvancılık veya toplayıcılık gibi faaliyetlerle iç içe geçmiş bir yaşam biçiminin parçasıdır. Zeytin Yasası’nda yapılması planlanan değişiklikler ve Şırnak’taki ağaç kesimleri gibi uygulamalar, bu doğal yaşam alanlarının korunmasını zayıflatır ve büyük sermayenin veya merkezi otoritelerin çıkarlarına hizmet ederse, bu durum doğrudan küçük üreticileri ve yerel halkı hedef alır.
Bové, kapitalizmin “küçüğü yok edip büyüğü güçlendirme” eğilimini sıkça dile getirir. Bookchin ise bu durumu toplumsal hiyerarşilerin tarım ve kırsal alanlara yansıması olarak yorumlar. Büyük sermayenin küçük üretici ve yerel halk üzerindeki tahakkümü, sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal bir tahakküm biçimidir. Eğer bu uygulamalar devam ederse, küçük zeytin üreticileri ve ormanlarla geçinen yerel halk piyasadan silinecek, yerlerini büyük maden, enerji şirketlerinin veya merkezi güçlerin kontrolündeki endüstriyel modellere bırakacaklardır. Bu, sadece ekonomik bir kayıp değil, aynı zamanda kırsal yaşamın dokusunun ve yerel bilginin yitirilmesi anlamına gelirken, merkeziyetçi ve hiyerarşik bir gıda ve doğal kaynak sisteminin inşasına zemin hazırlar.
Zeytin ve zeytinyağı, Türkiye için sadece bir tarım ürünü değil, aynı zamanda kültürel ve gastronomik bir kimliğin parçasıdır. Ormanlar ise bir bölgenin ekolojik dengesi, suyu, havası ve dolayısıyla yaşamı için vazgeçilmezdir. Bové’nin savunduğu “gıda egemenliği” ilkesi, her toplumun kendi sağlıklı gıdasını üretme ve tüketme hakkına sahip olması gerektiğini vurgular. Bookchin’in yerel özerklik ve konfederalizm fikirleri, gıda ve doğal kaynak egemenliği kavramını daha da derinleştirir. Ona göre, gıda sistemleri ve doğal kaynakların yönetimi merkezi otoritelerin ve büyük şirketlerin elinden alınmalı, yerel toplulukların kendi kendilerini yönettiği, ekolojik olarak sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Zeytinlikler üzerindeki ve ormanlar üzerindeki kontrolün yerelden sermayeye veya merkezi güce geçmesi, egemenliğimizin ciddi şekilde zedelenmesi demektir. Kendi topraklarımızda yetişen ürünlerin ve doğal kaynakların geleceği hakkında söz sahibi olamamak, bağımsızlığımızın önemli bir parçasını kaybetmekle eşdeğerdir. Zeytin Yasası’nın bu tartışmalı maddeleri ve Şırnak’taki ağaç kesimleri gibi uygulamalar, gıdanın ve doğal kaynakların birer ticari maldan öte, ulusal bir güvenlik ve kültürel miras meselesi olduğunu hatırlatır ve yerel demokratik kontrolün önemini bir kez daha ortaya koyar.
Bové, tarımı asla sadece ekonomik bir faaliyet olarak görmez; onu ekolojik ve kültürel bir pratik olarak değerlendirir. Zeytinliklerin madencilik gibi projelerle yok edilmesi ve ormanların kesilmesi, sadece ağaçların kesilmesi değil; aynı zamanda binlerce yıllık bir ekosistemin bozulması, yerel biyoçeşitliliğin kaybedilmesi ve kırsal yaşam biçiminin ortadan kalkması demektir. Bookchin, bu tahribatın kökeninde insanın doğa üzerindeki tahakküm arzusunun yattığını söyler. Toplum içinde var olan hiyerarşiler ve tahakkümcü yapılar, doğrudan doğaya yansır ve ekolojik bir krize yol açar. Zeytinliklerin ve ormanlık alanların kâr uğruna kurban edilmesi, gelecek nesillerin hakkını gasp etmekle kalmayacak, aynı zamanda eşsiz bir doğal ve kültürel mirası da geri dönülmez biçimde yok edecektir. Bu, Bookchin’in deyişiyle, insanlığın doğa ile olan organik ilişkisini koparması ve eko-toplumsal bir felakete yol açması anlamına gelir.
José Bové’nin pratik direnişi ve Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji felsefesiyle bakıldığında, Türkiye’deki Zeytin Yasası’nın değiştirilme girişimleri, özellikle zeytinliklerin maden sahalarına açılması çabaları ve Şırnak’taki orman kıyımı, neoliberal politikaların yerel kırsala müdahalesi ve toplumsal tahakkümün doğa üzerindeki yıkıcı tezahürü olarak net bir şekilde okunur. Bu tür uygulamalar, üreticinin ve yerel halkın değil, yatırımcının ve merkezi güçlerin çıkarını önceleyen, kapitalist ve merkeziyetçi bir planın parçasıdır.
Bové’ye göre, bu tür dayatmalara karşı direnmek bir halk hakkıdır. Bookchin ise bu direnişin, sadece yasalara karşı çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda yerel düzeyde özerk, ekolojik ve demokratik topluluklar inşa etme çabasını içermesi gerektiğini ekler. Zeytinliklerimize ve ormanlarımıza sahip çıkmak, sadece ağaçları korumak değil, aynı zamanda gıda egemenliğimizi, küçük üreticimizi, kültürel mirasımızı ve doğal çevremizi savunmak anlamına gelir. Bu mücadele, sadece çiftçilerin ve yerel halkın değil, sağlıklı gıdaya erişmek isteyen, doğaya ve kültürel değerlerine sahip çıkan herkesin ortak sorumluluğudur. Belki de yaşanan bu olaylar, bizlere Bookchin’in de işaret ettiği gibi, ekolojik bir krizin çözümünün sadece yasalarda değil, toplumsal yapılarımızda ve doğayla kurduğumuz ilişkilerde olduğunu hatırlatan bir dönüm noktasıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.