Zeytinlikler kime ait sorusuna, maden yasasındaki düzenlemenin verdiği yanıttan ziyade, kendimizce ele alalım. Önce sorudan işe başlayalım. Çünkü soru belirleyici olan. Ve bu soru bizi mülkiyet meselesine yönlendiriyor. Devletleşen sermayenin yasalarla kurduğu tahakküm bakışı da böyle. Doğayı, emeği, bedeni mülkleştirmek. Soruyu yeniden sorunsallaştırarak kendimiz kılalım. Zeytinliklerden doğanın diğer ögelerine, bedenlerden emeğe, bir mülkiyet nesnesi yaklaşımıyla değil de yaşam hakkı üzerinden başka türlü yaklaşımla
Yazının görseli, 20 Temmuz 2025 tarihinde Evrensel’de yer bulan “Köylülerin Ankara’daki “zeytin nöbeti”nin son günü: “Mücadelemiz ormanlarda devam edecek” başlıklı haberden, ANKA’ya ait; eylemciler “Zeytinlerimiz için nöbetteyiz!” diyor.
Maden yasası hakkında çokça haber yapıldı, görsel paylaşıldı. Bunlar içinden söz konusu görseli seçme nedenim, yaşam alanlarımıza, bedenlerimize ve ekosisteme yönelik bu top yekûn saldırılar karşısında ülkenin/dünyanın çok yerinde devam eden, edecek olan mücadelelerin sınıfsallığını vurgulamak.
*
‘Zeytinlikler kime ait’ sorusuna maden yasasındaki düzenlemenin verdiği yanıt, kabaca, artık kamu yararı adı altında enerji elde etmek için maden arayacak olan şirketler. Diğer bir deyişle devletleşmiş şirketler. Türkiye menşeli veya uluslararası bu şirketlere doğal alanların devrinin önünü açan bu yasal düzenleme, ekolojik sistemin mülkiyet transferine de zemin kuruyor.
Görselde yer alan dövizi yazan eylemciler, “Havama, suyuma, toprağıma dokunma” sloganlarıyla, “Bu sadece başlangıçtı, bundan sonra mücadelemiz asıl köylerde, ormanlarda devam edecek” diyorlar.
İnsanların doğayla kurduğu bağ, eylemde bir yaşam alanı savunusu olarak dile geliyor. İlgili haberde, Soma’yı, Akbelen’i… hatırlatan eylemciler, toprakların sermayeye devriyle maden açılan alanlarda işçi olmak zorunda kalacaklarını, bu kez de o şekilde can vereceklerini ifade ederken, doğanın metalaşmasının, emeğin/bedenin metalaşmasına ve doğa/emek/beden hepsinin sömürüsüne dayanan sisteme işaret ediyorlar.
Sınıfsal ve ekolojik yıkıma karşı mücadelelerin iç içe geçtiği bu politik tutumu, etik-politik olarak güçlendirmek gerektiği açık. Örneğin bu direnişlerin, kimlik veya beden politikalarıyla kesişen ortaklıklarını görünürleştirmek gibi. Ya da mülkiyet odaklı yaklaşımların ötesine, antikapitalist, antipatriyarkal, antitürcü düşünce üretimleriyle çıkmak gibi…
*
2015 yılında Karadeniz’de yaylaları birleştirmek üzere alana sokulmak istenen iş makinelerinin önüne dikilen kişilerden biri olan Havva Bekar, elinde sopasıyla jandarmanın karşısına geçerek, “Ne mahkemesi. Kafayı mı yediniz? Mahkeme nedir? Mahkeme biziz. Devlet nedir? Devlet yok, halk var. Kimdir devlet? Devlet bizim sayemizde devlettir” demişti.
Havva Bekar gücünü devretmeyen bir konumda direnirken sistemin hukukuna, vali-jandarma gibi iktidar pozisyonlarına, güç aygıtlarına şunu diyordu, ‘karar verici biziz’. Doğanın, türlerin, emeğin sömürüsüne dayalı sisteme karşı, binlerce yıldır süregiden yaşam hakkını hatırlatarak.
Oysa zamanında Havva Bekar’ın sözünü ettiği, bugün de bu yazıya konu olan yasalardan, torba yasa denileni, yani farklı konularda değişiklik içeren maddeleri, aynı anda ele alarak yasama sürecini hızlandırmaya çalışan ve başımıza çorap ören bu kararlar, kadim değerler gibi, gücümüze de bir saldırı.
*
Zeytinlikler kime ait sorusuna, maden yasasındaki düzenlemenin verdiği yanıttan ziyade, kendimizce ele alalım. Önce sorudan işe başlayalım. Çünkü soru belirleyici olan. Ve bu soru bizi mülkiyet meselesine yönlendiriyor. Devletleşen sermayenin yasalarla kurduğu tahakküm bakışı da böyle. Doğayı, emeği, bedeni mülkleştirmek.
Soruyu yeniden sorunsallaştırarak kendimiz kılalım. Zeytinliklerden doğanın diğer ögelerine, bedenlerden emeğe, bir mülkiyet nesnesi yaklaşımıyla değil de yaşam hakkı üzerinden başka türlü yaklaşımla.
*
28 Haziran’daki “Zeytinlikler, kıyılar, doğa ve kentler… “Temsil”e çekilen yaşam” başlıklı yazımı, şöyle bitirmiştim; “…bu dışsal tahakkümün, toplum sözleşmesiyle borçlu bedenlere yazılarak, içkin olarak bünyede üretimi var. Politik-pratiğimizi buradan da düşünmek önemli.”
Temsilin aşkınlığının bedendeki içkinliğini ve bunun yeniden üretimini mesele etmek, direnişi-düşünce biçimimizi özgürleştirebilme yolunda bedensel, toplumsal ve doğaya dair algılarımızı başka bir düzleme çekebilecek bir politik-pratik üretmek gerek.
Yazının görselindeki mücadele, Havva Bekar’ın ve daha nice kişinin/oluşumun/hareketin direnişi, temsilin aşkınlığına karşı, devleti, sistemi, yasayı… sorgulamanın da ötesinde, politik sezgilerle karşı çıkarak mesele ediyor.
Zira sömürü epeydir sadece fabrikalarda değil. Yaşamın her alanında, günün her saatinde. Artık her yer bir tahakküm üretim alanı, bir fabrika. Kapma aygıtının sürekli iş başında olduğu bu toplumsal fabrikada, iktidar yukarıdan olduğu kadar biyopolitik düzlemde de çalışıyor. Bedenden doğaya türeyen direnişler hep sınıfsal.
Sınıf mücadelesini, sistemin tüm kurucu dinamiklerine karşı hareket eden, emekten, bedenden, doğadan, cinsiyetten, etnik kimlik… mücadelelerinden ayrı görmeyen bir politik-pratik olarak okumak, sadece dışarıdan atama kesişimsel bir mücadele hattını salık veren bir politik yaklaşımın ötesine geçmeyecek, aynı zamanda, temsilin aşkınlığının bedendeki içkinliğini de dönüştürebilecek bir güç taşıyor…
Kaynak: Evrensel
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.