Kürt düşmanlığının temsilcisi olan aparatlar tarafından harlanan, bunların birer terör eylemi olduğu iddiası, diğer yanda “cahil ve duyarsız halk kitlelerine” işaret eden, yangınların yakılan mangal ve atılan çöplerden kaynaklı olduğu söylemi, bu felaketlerin yaygın ve bu coğrafyayı aşan karakterini açıklamakta yetersiz kalsa da toplumda bir karşılık buluyor. Bu söylemler bir yandan yangınların birincil nedeni olan küresel ısınma kaynaklı kuraklığı görünmezleştiriyor ya da aşılamaz kabul ediyor, diğer yandan da hem iklim değişikliğinin arkasında yatan kapitalist mekanizmaları hem de onların çıktısı olan, örneğin yangınların önemli bir kısmında doğrudan sorumluluğu olan elektrik dağıtım şirketleri gibi yapıların rolünü talileştiriyor
Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, geçen Haziran ayı boyunca Türkiye’de 612 orman yangını meydana geldi. Bunların en geniş ve yakıcı etkiye sahip olanları İzmir ve Hatay’da ortaya çıksa da, yangınların Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinin tamamına yayılan genel bir seyir izlediği görülüyor. Kontrol etmede ve müdahalede yetersiz kalınan bu yangınlar sonucu geniş ormanlık alanlar ve bu ormanlarda yerleşik canlı hayatı yok oldu. Haziran ortasındaki yoğunluğu bir nebze azalmış da olsa orman yangınları ülke genelinde halen çıkmaya devam ediyor.
Bu, tabii ki ne bu seneye ne de bizim coğrafyamıza özgü bir durum. Geçen sene de, ondan önceki senelerde de yine ağırlıklı olarak Akdeniz ikliminin kuraklık etkisinin baskın olduğu bölgelerinde ortaya çıkan orman yangınlarına şahit olmuştuk. Türkiye dışında Yunanistan, İtalya, İspanya ve Kaliforniya’daki büyük çaplı yangınlardan da her sene medya üzerinden haberdar olmaya devam ediyoruz. Belli ki bu genişleyerek giden mevsimlik yangın döngüsü bizim için ve dünyanın benzer iklime saihp bölgeleri için artık istisnai bir durum değil.
Bu bölgelerde yaşayan insanlar olarak bizim bu süreklileşmiş ve tekrarlı felaketler karşısındaki konumumuz ise yoğun bir çaresizlik ve eylemsizlik olarak özetlenebilir. Yangın gibi karşılaması, durdurması, müdahale etmesi zor ve meşakkatli olaylar karşısında, örgütlü bile olsa imkanları bireysel araçların toplamını aşamayan bir muhalif kitlenin çaresizlikten başka bir konumda olamaması da oldukça anlaşılır. Deprem gibi yangınlarla da ancak daha büyük örgütlü yapıların, yani devlet ve kamu kurumlarının geniş imkanlarıyla mücadele edilebilir ama bu yapıların mücadele konusundaki isteksizliği ortada. Buna karşın tabandaki örgütlenmelerin yetersizliği ve felaketler karşısında daha etkin bir müdahale potansiyeline sahip olmasını arzu ettiğimiz politik örgütlerin güçsüzlüğü yaşadığımız çaresizliğin altında yatan önemli nedenlerden biri.
Artık her yaz tekrarlanan ve vaka-i adiyeden sayılması gereken bu büyük orman yangını dalgalarıyla her yeniden karşılaştığımızda bunları kimin çıkardığına dair bir tartışma da alevleniyor. Böyle felaketlerin açığa çıkardığı öfkeyi ve tepkileri dağıtmakta egemen ideolojinin milliyetçi ve sınıf düşmanı argümanlarının çok kullanışlı olduğu aşikar. Yangınların birey kaynaklı münferit vakalar olduğu fikrine yaslanan, bir yanda Zafer Partisi gibi Kürt düşmanlığının temsilcisi olan aparatlar tarafından harlanan, bunların birer terör eylemi olduğu iddiası, diğer yanda “cahil ve duyarsız halk kitlelerine” işaret eden, yangınların yakılan mangal ve atılan çöplerden kaynaklı olduğu söylemi, bu felaketlerin yaygın ve bu coğrafyayı aşan karakterini açıklamakta yetersiz kalsa da toplumda bir karşılık buluyor. Bu söylemler bir yandan yangınların birincil nedeni olan küresel ısınma kaynaklı kuraklığı görünmezleştiriyor ya da aşılamaz kabul ediyor, diğer yandan da hem iklim değişikliğinin arkasında yatan kapitalist mekanizmaları hem de onların çıktısı olan, örneğin yangınların önemli bir kısmında doğrudan sorumluluğu olan elektrik dağıtım şirketleri gibi yapıların rolünü talileştiriyor.
Bu noktada burjuva ulus devletleri düzeninde yangınların orman ve doğa tahribatını da aşan bir tarihsel döngüsü olduğunu hatırlatmakta fayda var. Çankaya kitabının yazarı ve cumhuriyetin ilk 27 yılı boyunca CHP’de milletvekilliği yapmış olan Falih Rıfkı Atay 1922’deki Büyük İzmir Yangını’na dair anılarını aktarırken “İzmir’i niçin yakıyorduk?” diye soruyor ve şöyle devam ediyordu: “Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi’nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelme bir şey değildir.” İşte bu satırların tasvir ettiği olaydan tam bir sene sonra kurulacak olan cumhuriyetin içinde inşa edileceği fiziksel alanı açmanın yolu da 1910’lardan itibaren bu yangınlarla halihazırda var olanın yok edilmesinden geçiyordu. Devletler açısından yangın da deprem ve diğer yıkıcı felaketler gibi krizden daha çok fırsat anlamına geliyor. 6 Şubat Depremi’nden sonra masa altında ellerini ovuşturan devletlilerin bu heyecanlarını saklamakta ne kadar zorlandıklarını hepimiz biliyoruz.
İlk bakışta cumhuriyetin kuruluş zeminini hazırlayan Anadolu Yangınları’yla bugünkü orman yangınları arasındaki ilişki uzak ya da bağıntısız görünebilir ama ikisi de sermayenin ulus devlet mantığı içinde aynı derecede işlevsel ve kullanışlıdır. Falih Rıfkı Atay her ne kadar İzmir’i yakanın Türkler olduğunu bir anlamda itiraf etmişse de ulusal tarih anlatısı bunun tersini, yangını çıkaranın Rumlar ya da Ermeniler olduğunu iddia etmiştir ve aslında buradaki ideolojik müdahale görünenden daha sinsidir. Tartışmayı yangının kaynağına odaklamak bizi daha kritik bir sorudan uzaklaştırmanın da yoludur. Zira esas önemli olan yangını kimin çıkardığındansa kimin söndürmediğidir. Bu açıdan 1922’de de 2025’te de cevap felaketleri tarihsel bir fırsat coşkusuyla izleyen aynı egemen güçlerdir.
Devletin, hükümetin ve belediyelerin topyekûn olarak görevlerini yerine getirmediği, dostlar alışverişte görsün kabilinden yaptıkları birkaç üzgün açıklama ve şov değeri yüksek üç beş müdahale çabasının ötesinde yangınları kendi seyrine bırakıp hayret verici bir doğa olayına bakar gibi seyrettikleri bir döngü artık her yaz bizi daha katmerli bir çaresizliğin içine itiyor. Daha iki ay önce İzmir’de greve çıkan, itfaiyecilerin de parçası olduğu belediye işçilerinin talep ettikleri maaşlar belediye başkanınca kendilerine fazla görülmüş, bu propagandayı içselleştiren bir kitle tarafından da bu işçilerin gereksiz oldukları söylenip topluca işten çıkarılmaları talep edilmişti. Sermayenin, onun doğrudan ve dolaylı ajanlarının mantığı işte tam olarak böyle işliyor: Yangınlardan yeni imar alanları, oteller, madenler vs. için fırsat devşirmek ve onlara karşı alınacak önlemleri, mücadele ekiplerini gereksiz masraf addetmek.
O zaman biz ne yapabiliriz? Belli ki her yaz karşılaştığımız bu yangın döngüsü durmayacak, itfaiyeler her daim yetersiz kalacak, yangınlar çıktığında müdahale edebilecek araçlara da biz, o alanlarda yaşayanlar olarak sahip olamayacağız. O halde felakete karşı örgütlenmenin, bu döngüyü önlemenin bir yolunu bulmak zorundayız. Buna “felaket komünizmi” gibi zayıf ve kendi içinde çelişkili bir çerçeveden bakmadan, her yıl karşılaşacağımız artık kesin olan bu yangın silsilesine karşı bir önlem ve hazırlık seferberliğini başlatmak zorundayız. Bunun için de öncelikle bu felaketlerin doğal ya da münferit değil sistemsel olduğunu, dolayısıyla buna karşı mücadelenin her şeyden önce egemen sınıfın mevcut yapılarının tamamına karşı politik bir zeminde inşa edilmesi gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor. Sermayenin bizi birçok sebeple içine ittiği bu her yaz tekrar eden cehennem döngüsü uzun soluklu, ama tarihsel açıdan maalesef aciliyet de içeren bir örgütlenmenin kaçınılmaz zemini olarak önümüzde duruyor.
Kaynak: e-komite
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.