Lenin’in 20. yüzyıl için söyledikleri yol göstermeye devam ediyor. “Yalnızca öncüyle zafer olmaz” diyen ve halkın kendi araç ve yöntemleriyle sürece doğrudan katılımının önemine/gerekliliğine dikkat çeken Lenin’e kulak verdiğimizde bugünkü tıkanmanın anahtarına da ulaşmış oluruz
Kapitalizm artık bir çeşit kafestir;
Her insan şu veya bu oranda tutsaktır;
Görünür görünmez gardiyanlarla muhataptır.
Devrimcilik, bu kafesin dışına çıkmak,
Onun dışında varlık gösteren bir dünyanın insanı olmaktır.
“Ne yapmalı?” sorusu, içeriği ve hedefleri değişerek her dönem insanlığın gündeminde olmuştur. Bu soru, bazen tekil bir olay, bir konjonktür için olabileceği gibi bazen de programatik düzeyde nitelik sıçratıcı dönüşümlerin sorusudur.
Lenin’in aynı adlı kitabına ilham olan Çernişevski‘nin “Nasıl Yapmalı?” (“Ne yapmalı?”) başlıklı çalışması, 1860’lı yılların başında kapitalizmin en vahşi yıllarında bir devrimcinin el kitabında rastlanacak türden soruların yanıtını aramıştır. Çernişevski, bu çalışmadan bir yıl önce yayımlanan “Babalar ve Oğullar’da Turgenyev tarafından çeşitli konularda sorulan “Ne yapmalı?/Nasıl yapmalı?” sorularını yanıtlamış, ortaya çıkan eser, devrimciler için bir ders kitabı olma niteliğini kazanmıştır.
Kuşak çatışmasından yeni insana, aşktan sosyalizme, ortak üretip ortak tüketmeye kadar pek çok konuyu gündemine alan, deyim yerindeyse vaktinden önce doğmuş bir kitaptır “Nasıl Yapmalı?”.
Ne yapmalı sorusu, bazen Lenin’de olduğu gibi parti meselesine dönüktür; bazen de Mahir’de olduğu gibi devrim anlayışı, örgüt anlayışı ve çalışma tarzına yanıttır; Devrimci Yol’da ise ne yapmalı, Türkiye’de Marksizm’in somuta uygulanması, güncellenerek yeniden üretilmesidir.
Temel önemdeki bu türden konulara dair, duygusal ve psikolojik saiklerle, kulaktan dolma ölçülerle yol haritası çizilemez. Öncelikle temel çelişme doğru tanımlanmalı, soyutlamalar da bu bağlam içinde yapılmalıdır. Bu yapılamadığında ve örneğin “Marksizm’i aşma” iddialı paradigmada olduğu gibi “çelişki komünle devlet arasında” denildiğinde, gerçekte komün de devlet de anlaşılmamış olur.
Daha önce de yaptığımız bir değerlendirmede burjuva siyaset tarzının bir döneminin sonuna gelindiğini söylemiştik. Buna, kurallara dayalı uluslararası hukuk sistemini de göstermelik de olsa işleyen yasa ve kuralları da ekleyebiliriz. Elbette bir gece ansızın bütün araç ve yöntemler değişmiyor ama küresel savaş ikliminde artık egemen güçler kendi tanımlarına sığmıyor; kendi yasalarını çiğniyor. Bu, küresel savaş (paylaşım savaşı) eşliğinde yeni bir dünya düzeninin habercisidir. Bu büyük fotoğrafın sınıfsal arka planı okunduğunda neden, yerel veya küresel boyutta saldırıların, yağma ve talanın durmayacağı görülür.
Eğer Türkiye’de AKP eliyle yürütülen gasplar, saldırılar vb. devam edecekse, eğer ABD-İsrail-İngiltere vb. ile anılan saldırılar durmayacaksa; ne yapmalı, nerede, nasıl konumlanmalı?
Bu süreçte, muhalif kesimlerin artık yeni türden söylem ve eylem geliştirmek zorunda olduğu vurgusu öne çıkıyor. Artık kınamaların, Anayasa’ya aykırılık vurgularının, basın açıklamalarının mevcut gidişat karşısında sonuç alacak boyutta işlevlerinin olmadığı da genel kabul gören bir değerlendirme. Artık bu işler mikrofonlardan çıkan sesi yükselterek, sandığa çağırarak vb. çözülecek türden değil. Hayatın her alanına yansıyan bir yeniden düzenleme, bir operasyon söz konusu. Yani sorun sadece tutuklamalar vb. değil. Eğitimden sağlığa, kültürden siyaset ve ekonomiye, dış politikaya; akla gelebilecek her alanda bir saldırı ve yeniden düzenleme söz konusu. Mülkiyet dahil kazanılmış hiçbir hakkın güvencesi yok. AKP, devletleşmiş olmanın tüm imkan ve avantajlarını kullanıyor.
Bugün artık muhalefetin bilindik klasik yöntemlerle karşı koyma imkanı yok. Karşı tarafın tablosu bu; peki ne yapmalı; nasıl yapmalı? Yeni türde söylem ve eylem nedir? Bu sorulara verilecek yanıt öncelikle dünya ölçeğinde olup biteni kavramayı veya gerek içeride gerekse dışarıda yaşananları, sınıfsal ölçekler dahilinde bir arada değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu, “Demokratik değişim ve dönüşüm süreci” veya “Barış ve Demokratik Toplum süreci” olarak tanımlanan “PKK’nin feshi” için de İran’a yapılan saldırılardan hemen sonra Kafkasların Türkiye eliyle ısıtılması için de Suriye’deki gelişmeler ve iç siyaset için de geçerlidir.
Bu yazıyı hazırlarken basına, “silah imha töreni” düştü. Yarım asırlık mücadeleyi buraya taşıyan paradigma için; emperyalizmden devlet-toplum ilişkisine, sınıflar mücadelesinin temel tezlerinden, sosyalizmden, barış ve özgürlükten ne anlaşılması gerektiğine kadar yazılıp söylenecek çok şey var. Ancak ne olup bittiğini anlamanın, bir yanıyla da pratikte hayatın içinde sonuçlarla yüzleşerek yaşanacağını düşündüğümüz için, şimdilik, söz konusu meseleyi bu yazı kapsamına almayacağız.
Devrimcilik, birikimleri yadsımayı, öznelleşmeyi değil, kendinden önceki tüm birikim ve deneyimleri dönemin gerekleri dahilinde hayata tercüme etmeyi gerektirir. Marksizm’le beraber eşik atlamış ve evrensel nitelikler kazanmış sınıflar mücadelesini, sıradan kavga ve çatışmalardan ayıran bu nitelik, keyfiyete/yöntemsizliğe izin vermez. İster başarıyla isterse yenilgiyle sonuçlanmış olsun; gerek mücadele gerekse alternatif (özgürlükçü gelecek tasarımları) açısından muazzam bir birikim söz konusudur. Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eserinde bu birikim karşısında düşülebilecek keyfiyet konusunda uyarır:
İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kabus gibi çöker.
Bu deneyim devri ve önemi, sınıflar mücadelesi tarihinin kayda geçmiş veya geçmemiş tüm birikimleri için geçerlidir. Binlerce yıllık sınıf kavgası tarihi aynı zamanda ezilenler adına bir arada iş görme, üretme ve yeniden üretme tarihidir. Gezi sürecinde, Taksim komününde, park forumlarında ve mücadele enstrümanlarındaki zenginlikte görüldüğü gibi deneyimler boşa gitmiyor, bilinmiyor veya unutulmuş zannedilen pratikler gündeme geliyor. Bunu 19 Mart sonrasında Beyazıt’ta gençliğin polis barikatını aşma iradesinde de devam eden süreçte CHP yönlendiriciliğini aşan yaratıclılıkta da gördük.
Geldiğimiz aşamada dünya sıklıkla vurguladığımız gibi bir darbe ikliminden geçmektedir. Darbenin en kısa özeti sermayenin gemi azıya alması, tam ve kesin hakimiyeti dayatmasıdır. Bu sürecin önceki darbelerden farkı kısa süreli değil kalıcı olmasıdır. Artık bir tıkanmanın aşılması için değil sürekli hakimiyet için kalıcı bir rejim söz konusudur. Parlamentolu olup olmaması işin ikincil boyutudur. Kuvvetler tek elde toplanmıştır, sermayenin sınıfsal nitelikleri artık her an ve her yerde başat roldedir. Bu da Dimitrov’un, Brecht’in, Togliatti’nin vb. dediği gibi faşizmdir. Sonuçlarını, küresel boyuttaki paylaşım savaşında, burjuva demokrasilerindeki daralmada, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki faşist partilerin oy artırmasında, seçilen kadroların tekellerle doğrudan bağında, bakanların işadamlarına dönüşmesinde, neoliberal programların Latin Amerika dahil sol görünümlü başkanlarca tercih edilmesinde görebiliyoruz.
Burada en büyük mesele, çelişmelere ve çözüm yollarına dair sahip olunan programatik yanılgılardır. 1977 yılında “Hayatla ölümü, özgürlük talebiyle zulüm ve baskıyı, insanca yaşama özlemi ile daha çok sömürme hırsını uzlaştırmak mümkün mü?” diye sormuştuk. Bu sorular, bir devrimcilik farkıdır; yani sömürüye, baskıya, zulüm ve yağmaya dayalı kapitalist üretim ilişkilerini ve bunun gerektirdiği üst yapı kurumlarını parçalamadan özgürleşmenin mümkün olmadığını savunan bir duruşun farkıdır; niteliğidir. Bugün bu temel farklar bu duruş ve nitelik yok sayılarak, özgürleşmenin yollarını aramak, olsa olsa var olan düzene bir başka yoldan gitmektir. Bu da “kendine yalan söylemek” gibi bir şeydir. Dostoyevski’nin dediği gibi; “Kendi kendine yalan söyleyip yalanını ciddiye alan insan sonunda ne kendinde ne de çevresinde gerçeği seçemez olur.” Ve sonuçta devrimcilik için ne ölçü, ne de zemin bırakır.
Halbuki, devrimcilik için, nitelik sıçratıcı değişimler için; iyiden, güzelden, özgürlükten yana bir dünya için koşullar hiç olmadığı denli hazır. Ne yapmak gerektiği konusunda da yeni Amerikalar keşfetmemize gerek yok. Marksizm güncellendikçe öğretmeye, Lenin’in 20. yüzyıl için söyledikleri yol göstermeye devam ediyor. “Yalnızca öncüyle zafer olmaz” diyen ve halkın kendi araç ve yöntemleriyle sürece doğrudan katılımının önemine/gerekliliğine dikkat çeken Lenin’e kulak verdiğimizde bugünkü tıkanmanın anahtarına da ulaşmış oluruz. Bunu bir cümleyle özetleyebiliriz; halkın, kendi sorunları üzerinden politik yaşama katılımını sağlamak. Bu gerçekleştiğinde, bugün refleksel olarak gelişen, bu nedenle de sınırlı kalan eylem ve itirazların daha kapsamlı ve daha bilinçli örgütlenmesi mümkün hale gelir. Sosyalist yapılarla toplumsal dinamikler arasındaki açı kapanır veya daralır. Ezberin değil somutun eylemi öne çıkar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.