Sanırım ona yüklenen her şey, Yüksel Caddesi’nde açlık grevi ile ilgili bir konuşmasından alınan kısa bir kesit, onun da canının çekirdeğindeki bir soruda tecessüm ediyor: “Ne için yaşıyoruz?” Bu retorik soru, hayatından bıkmış insanların yaşadığı topraklarda, belli ki kestirilemez ölçüde bir çokluğun bir yerlerindeki boşluğa çarpıyor ve Fuzûlî’nin deyişiyle “dem urduğunca yerli yerinden sadâ” veriyor
Gündemin moloz akıntısında biraz geride kalmış olabilir ama hatırlayalım, o videodaki meşhur mavi yağmurluklu adam bir akşam çıkagelmişti ve biz bir tür kitlesel öforiye kapılmıştık. Binlerce telefon açıldı, mesajlar atıldı, tanıyan tanımayan birbirine gözün aydın dedi… Politik bir figürün, hem de sosyalist solun en ortodoks tutumlarından birine sahip politik bir figürün, özellikle sosyal medya agorasında bu kadar açıkça ve şiddetle sahiplenilmesini tuhaf görenler var elbette. Hatta ortalığa had bildirenler bile oluyor arada, siz kim oluyorsunuz da Selçuk Kozağaçlı’yı (mesela Ümit Özdağ ile beraber ) anıyorsunuz vs… Bizim de kimi zaman birbirimizin kafasına Selçuk Kozağaçlı fırlatarak tartıştığımız vaki (Bu kulaklar, hukuk teorisine ilişkin bir panelde “Ne olanı-olması gerekeni; Selçuk içerde!” ayarını işitti söz gelimi). Velhasıl çeşitli açılardan belli ki rahatsız edici bir şeyler var bir yerlerde ama buna kafa yormak gerekli olmayabilir; zira şarkının isabetle belirttiği üzere, “sevgi anlaşmak değildir”.
Ama konu anlaşmaktan açılmışken, şunu anlamamız gerekiyor belki: Arkadaşımız, ağabeyimiz, kardeşimiz, dostumuz, yoldaşımızın reel siyasi hareket alanının dışında, üstelik çok da geniş bir anlam dünyasına açılan bir “sembol”le karşı karşıyayız. Ricoeurcü anlamıyla sürekli yeniden yorumlanabilir, tüketilemez, yaşama dair ne varsa içine atılabilir bir sembol…Ve sanırım ona yüklenen her şey, Yüksel Caddesi’nde açlık grevi ile ilgili bir konuşmasından alınan kısa bir kesit, onun da canının çekirdeğindeki bir soruda tecessüm ediyor: “Ne için yaşıyoruz?”
Bu retorik soru, hayatından bıkmış insanların yaşadığı topraklarda, belli ki kestirilemez ölçüde bir çokluğun bir yerlerindeki boşluğa çarpıyor ve Fuzûlî’nin deyişiyle “dem urduğunca yerli yerinden sadâ” veriyor.
Fakat öte yanda, sembolün hayatının paralelinde, videodaki bıyıklı adamın sahici hayatı var. Salıverilmesinin üzerinden bir tam gün dahi geçmeden ailesi ve sevdiklerinden koparılmış ve yeniden hapishaneye konan bir insandan bahsediyoruz. Üzerinden aylar geçmişken, hafızamız belki gerçekliği tasarlamakta zorlanıyordur ama verilen bir kararı aynı mahkemeye geri aldırarak yeniden mahpushaneye döndüğünü de hatırlatmış olalım. Bu, elbette ciddi bir siyasi özneyle mücadele etmek isteyen ilkesiz bir siyasi aklın, açık bir hukuksuzluğu aracı edinen somut bir edimidir. Öte yandan, böyle ifade etmeyi tehlikeli bulsak da belki tam da çoğu yerdekinden daha gerçek ve ayan beyan bir ahlâksızlık, bir kötülük edimidir.
Bazı hukukçular, “dayanılmaz ölçüde” gayrı adil yasalar için Radbruch formülüne başvurmayı severler. Böylesi belirsiz bir kriteri ahlâki olana uygulamak zordur elbette, ama kulağa da hoş geliyor: “Dayanılmaz ölçüde kötü”. Gerçi bu edimin kötülüğünü ölçmek için ne hukuk teorisinin cilasına ne de kötülüğün kurgusal tarihine ihtiyaç vardır. Çocukluğumuzdan kalan bazı sahici izler yeterli olabilir: İspiyonculuk mesela, kötüdür. Çocuklar kavga ettiğinde ebeveyn haksız da olsa diğer çocuğa saldırmaz, bu da kötüdür. Düşene vurulmaz. Verilen şey geri istenmez… Çember buradan genişletilebilir: Bir zamanlar sağ politikacılar bile kabul ederdi ki, af çıkmayacaksa vaat edilmez. Bu kati, tartışmaya kapalı, hatta söze gelmez yargı hayaletlerinin isimleri muhakkak vardır, ama isimleri bir kenara bırakıp meselemizi buraya eklemekle iktifa edelim: Tahliyesi gelen mahpus içeride (“fazladan bir dakika dahi” diye vurgular avukatlar) tutulmaz, tahliye edilen kişi geri alınmaz.
Bu katı kategorik eşikte durabiliriz biraz. Eğer o tahliye gününde sevinçle birbirini arayanlar yekûnunun ertesi gün hissettikleri de benzer ise, açıkçası benim deneyimim dayak yedikten sonra hissedilen türden ağır bir utanç duygusuydu. Bu türden utancın tipik özelliği, ona yol açan şeyi hatırlamak istememenizdir. Bu, esasen eski zaman zaman kadınlarının “izettinefsime dokundu” tabir ettikleri hâldir. “Öz”güveniniz, dayanağınız, istinat noktanız sarsılmıştır. Burada da dayanılmaz olana ilişkin bir nüve bulunabilir.
Ama bize asıl sembolik hayatta bunca etki uyandıran “Ne için yaşıyoruz?“ sorusu bir yol gösterebilir. Eğer onu Kantçı tahtından indirip doğru bir yerlere yerleştirebilirsek, haysiyetimiz için yaşıyor olabiliriz mesela. Nereden icap ettiyse Selçuk Kozağaçlı’yı konu edinen Mümtaz’er Türköne bunun bir onur meselesi olduğunu ileri sürmüştü. Uzatmak pahasına açalım: Bu teknik olarak mümkün değil çünkü bir statü yahut bir toplumsal saygı kategorisi haleldar olmuş değil. Devrimci eyleme yeltenmeyen Katharina Blum’un onuru (Ehre) kırılmıştı çünkü “maruz kalmış”tı. Selçuk Kozağaçlı bir şeye maruz kalmış değil, durumunun gayet farkında ve özneliği de yerli yerinde. Burada kastedilen haysiyet; statüyle değil varlıkla ilgili bir mesele. Eğer Almancadan devam edeceksek, Anayasa’nın dokunulamaz ilan ettiği ve Ulrike Meinhof’un sert alayına maruz kalan Würde, yani insanın değeri olarak haysiyet. Alman Anayasası’nın ve onun üzerinde durduğu muazzam idealist binanın insan ve onun araçsallaştırılmamış değerine dair zanlarını burada anlatmaya lüzum yok. Türkçede çok yazıldı (Hatta Kozağaçlı da 31 Mayıs 2024 tarihinde yayımladığı “Onursal Başkan” adlı yazıda şeref, onur ve haysiyeti tasnif etmişti). Şuraya odaklanmak yeterli: Selçuk Kozağaçlı’nın bir gün içerisinde salıverilip geri alınmasında insandaki kök değeri, haysiyeti rencide eden, etmesi gereken bir şey var.
Böyleyken, işaret ettiğim Selçuk Kozağaçlı’nın haysiyeti değil. Sorumluluğu kendini suçlamaya, bendeden yeni kefaret eğilimlerine hiç gitmeden sistemik düşünmek yerinde olur. Haysiyet zira, idealist yaklaşımların kurgulayıp dayattığı gibi şahsi ve biricik varoluşsal öz değildir. Tam tersine inşaî ve ilişkiselliğe dayalıdır. Hatta ileri gitmek sayılabilir belki ama bence salt başkasının haysiyeti diye bir kategori bu bakımdan var olamaz; ilişkisellik nedeniyle rencide olan her durumda “bizim” de haysiyetimizdir. Selçuk Kozağaçlı “[H]apishane bu yolun üzerinde duruyor, girilir çıkılır. Önemli olan kendimize saygımızı, birbirimize sevgimizi kaybetmemek” derken bir yandan “kendi haysiyeti”ne sahip çıkıp bir yandan bize seslenerek ilişkiselliğin gereğini tesis etmeye çalışmıştı.
Diyeceğim şu ki, bu seslenmenin, bu davetin bir karşılığı olmalı. Çünkü sadece o dik ve kalender durduğu için hepimiz Selçuk Kozağaçlı’nın haysiyetinin arkasına sığınamayız. Bu mümkün olsaydı dahi doğru olmazdı. Sistem teorisyenleri anschlussfähigkeit [bağlantılandırma kabiliyeti] derler; bulunamazsa o iletişim birimi söner. Yahut baştaki şarkıya atıfla “…nedensiz de sevilir”. Evet ama ortak hafızamızın fonunda çalan başka bir şarkı da “sevmek bir çok şeyi göze almaktır” der. Edim “dayanılmaz ölçüde kötü” dahi olsa, önerdiğim elbette kerameti kendinden menkul bir ahlâki doğrultu değil. Hatta meşhur mavi yağmurluklu adam şahane söylemiş ama aslında “haysiyet sahibi bir yaşam” da “kutsal” değildir. Haysiyetli bir yaşam birlikte inşa edilebilir, ortaklaşılabilir, bakınca gurur duyulabilir bir yaşamdır ve bir hâlesi varsa, ondandır. Söylemeye çalıştığım; siyaseten tanıdığımız kişiyle olan ilişkimizin çok fevkinde, epeyce geniş bir alana yayılmış sembolik yaşantıyı, en azından dokun(ul)duğu yerde, haysiyet zemininde ortaklaştırmanın ve orayı savunmanın mümkün olduğu… Şeylerin birbirleriyle sonsuz ilineklerle kurulan bağı nedeniyle, bu hiç değilse onarıcı bir siyasi bir anlam taşıyacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.