Kamuyu derinden etkileyen ve yıllardır süregelen bu deneyimler, ne yazık ki kamu emekçilerine acı bir gerçeği öğretti: Mevcut “garabet sistemden” ve “toplu sözleşme masasından” bir çözüm gelmeyeceği. Her geçen gün daha da yoksullaşan, güvencesizleşen ve hakları bir bir elinden alınan kamu emekçileri için artık net bir yol var: Birleşmek ve gerçek sendikal mücadeleye destek vermek bir zorunluluktur
Türkiye’deki kamu emekçilerinin yıllardır süregelen ekonomik sıkıntıları ve hak kayıpları tartışılırken, gözler ister istemez toplu sözleşme masasına ve bu masada oturan yetkili sendikalara çevriliyor. Uzun yıllardır süregelen bu süreçte, toplu sözleşmelerin kamu emekçilerinin beklentilerini karşılamaktan uzak kaldığı ve adeta bir danışıklı dövüş senaryosuyla sahnelendiği iddiaları yüksek sesle dile getiriliyor. Bu eleştirilerin odağında ise bir dönem Kamu-Sen, son dönemde ise ağırlıklı olarak Memur-Sen yer alıyor.
Türkiye’deki toplu sözleşme sisteminin temel sorunu, masanın gerçekten iki eşit ve bağımsız tarafı temsil etmemesidir. İdeal bir toplu sözleşme sisteminde, işveren ve çalışanları temsil eden tarafların tam anlamıyla özerk olması beklenir. Ancak ülkede durum, bu ideallerden oldukça uzak görünüyor. Memur-Sen’in iktidarla olan yakın ilişkisi ve sendikal tabanın iradesini yansıtmak yerine, sistemin bir aparatı haline geldiği yönündeki eleştiriler, kamu emekçileri arasında ciddi bir hayal kırıklığı yaratıyor. Bu durum, sendikal mücadeleyi bitirmek ve kamu emekçilerinin sesini kısmak için kullanılan bir yöntem olarak kullanılmakta.
Gerçek bir toplu sözleşme sistemi, sadece mali hakları değil, toplumsal cinsiyet eşitliğini, özlük haklarını, demokratik ve kültürel tüm hakları kapsayan geniş bir perspektife sahip olmalıdır. Ancak mevcut sistemde, masanın gündemi ve sunuluş şekli dahi iktidar tarafından belirlenmekte ve konu dar bir çerçeveyle sınırlı kalmaktadır. Kadın emekçilerin taleplerinin yeterince yer bulmaması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sadece sembolik cümlelerle geçiştirilmesi de bu eleştirilerin önemli bir parçasını oluşturuyor.
Görüşme süreçlerinin şeffaflıktan uzak olması da sistemin bir diğer handikabı. Müzakerelerin kamu emekçilerinden adeta kaçırıldığı, kapalı kapılar ardında yürütüldüğü ve özellikle yaz tatili dönemi olan Ağustos ayına sıkıştırılması, sürecin manipüle edilmesi ve tepkilerin toplumsallaşmaması için bilinçli olarak belirlenmiştir. Kamu emekçilerinin sürece aktif katılımını engellemek üzerine kurgulanan bu yapı, sendikal demokrasiyi de sekteye uğratıyor.
Sistemin en can alıcı noktalarından biri ise Hakem Kurulu’nun yapısı. Taraflar arasında anlaşmazlık çıktığında devreye giren bu kurulun, tarafsız ve bağımsız olması beklenirken, Kurul üyelerinin çoğunluğunun Cumhurbaşkanı tarafından atanması ve başkanın oy hakkının iki kat sayılması, alınan kararların bağımsızlığından şüphe duyulmasına neden oluyor. Bu kurulun, adeta hükümetin dayattığı zamları onaylayan bir noter işlevi görmesi ve kararlarına itiraz hakkının dahi olmaması, hukuk devleti ilkesiyle de çelişiyor.
Ve belki de en önemlisi, grev hakkı. Gelişmiş ülkelerin kabul ettiği, uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan grev hakkı, Türkiye’de kamu emekçileri için ne yazık ki yok sayılıyor. Ekonomik olarak güçlü olan işverene karşı çalışanların kendilerini korumasının tek yolu olan grev hakkının gasp edilmesi, toplu pazarlık sürecini baştan sakat bırakıyor. 2010 referandumunda kamu emekçilerine vaat edilen “evrensel sendikal normlarla uyumlu bir toplu sözleşme hakkı”nın, 2012’de yapılan yasa değişiklikleriyle “kara bir delik”e dönüştürülmesi, bu hak gaspının en açık göstergesi.
Kamuyu derinden etkileyen ve yıllardır süregelen bu deneyimler, ne yazık ki kamu emekçilerine acı bir gerçeği öğretti: Mevcut “garabet sistemden” ve “toplu sözleşme masasından” bir çözüm gelmeyeceği. Her geçen gün daha da yoksullaşan, güvencesizleşen ve hakları bir bir elinden alınan kamu emekçileri için artık net bir yol var: Birleşmek ve gerçek sendikal mücadeleye destek vermek bir zorunluluktur.
Türkiye’deki sendikal yapılar, bu ihtiyacı açıkça gösteriyor. Memurlar için KESK (Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu), işçiler için ise DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonları), sisteme itiraz eden ve gerçek sendikal mücadele yürüten örnekler olarak karşımızda duruyor. Bu örnekler bize, bütünleşik bir mücadelenin ortaya çıkmasının şart olduğunu fısıldıyor.
Aksi takdirde, yani kamu emekçileri birleşip güçlü bir ses çıkaramazsa, toplu sözleşme masası onlar için sadece bir hayal kırıklığı olmaya devam edecek. Bu masa, emekçilerin haklarını savunmak yerine, mevcut düzenin devamını sağlayacak bir araç haline gelmekten öteye gidemeyecektir.
Kamu emekçileri için artık pasif bekleme dönemi bitmeli, aktif bir mücadele başlamalıdır.
* Mesut Balcan, Haber-Sen Genel Başkanı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.