Mehmet Biter dogmatik şekilde post-modernizme ve kitapta aktardığı “kuantumik” ideolojiye bağlanmış. Söz konusu bağlanmayı meşrulaştırabilmek için de eski ideolojisi olan Marksizm’i bir karikatüre dönüştürmeye çalışıyor. Tarihsel toplumsal yapıların ortak özelliklerini aktarmaya çalışan ancak teoriyi donuklaştıran eğitim kitaplarındaki toplumsal şemayı alıp Marksizm’in yerine ikame ederek çürütmeye çalışıyor
Biter, Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği yeni politik paradigmanın kavranarak hayata geçirilmesi ihtiyacı üzerinde durarak İmralı notlarından Öcalan’ın sözlerini aktarıyor:
Ben Descartes ve Newton gibi düşünmüyorum. Düşünüş tarzım kuantumik tarzdır. Doğanın temeli atomsa, atomda da bir çeşitlilik varsa, toplumda da bu olur. Benim düşüncem doğal diyalektik bir anlayıştır. (İmralı notlarından) (aktaran Biter, 2004, s. 263)
Bu notlardan hareketle Mehmet Biter sosyalist harekete ilişkin eleştiri getiriyor:
Kuantumik tarz, Newtonik tarzından kopuşu ifade eder. Newton mekaniği, atom üstü maddeyi inceler; atomu maddenin bölünmez en küçük parçası sayar. Kuantum mekaniği ise, atomu parçalayan atom altı madde bilgisidir. Türkiye’de 1968-78 yıllarında on yıl öğretmenlik yaptım. Ders kitaplarında atomun bölünmez bir bütün olduğu bilgisi yer alıyordu. Oysaki 1920’lerde atom parçalanmış, daha sonrasında atom silahı üretilerek Japonya kentleri yerle bir edilmişti. Atom bombası ile atomun parçalanması arasında bağ kurmak zor değildi; nedense bizler eğitim kurumlarımızda eski Newtonik bilgiyi tekrarlamakla meşgul idik. (Biter, 2024, s. 263)
Eski bir sosyalist ilkokul öğretmeninin, Öcalan’ın görüşlerinden de etkilenen yanlışları… Bu yaklaşımı bölümün devamında da görüyoruz. Burada, yeni bir ideolojik hatta bağlanırken, geçmişin çok köklü bir çarpıtması gerçekleşiyor. Oysa en azından atomun bileşenleri olan nötron, proton ve elektron parçacıkları üzerinde 1970’lerin, eğer ilkokulda değilse bile, ortaokul, lise ve üniversite derslerinde duruluyordu. Newton, 1700’lerin başlarında, sert ve bölünemez atomlardan bir model oluşturmakla birlikte, sonraki yüzyıllarda birçok gelişme oldu, anlayış aynı şekilde kalmadı. 1960 ve 70’lerde Türkiyeli sosyalistler arasında temel bir başlangıç kitabı olan “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabı (Georges Politzer’in 1930’larda Paris İşçi Üniversitesi’nde verdiği ders notlarına dayanır) bile atomun bileşenlerinden, 1930’lardaki bilgiler düzeyinde, söz etmektedir. Biter’in fizik bilgisi, 1990’lı yıllardaki okumalarıyla, 1700’lerden 1900’lerin ortalarına sıçramış… Olabilir tabii, bazılarımız bazı şeyleri daha geç öğrenebilir ancak yazarın kendisi için geçerli olan bu geç kalmayı bütün sosyalistlere mal etmesi sorunlu görünüyor. Biter’in düşüncelerindeki daha temel bir başka soruna ise önümüzdeki paragraflarda değineceğiz: Atom yapısına (veya daha genel olarak doğa bilimlerine) ilişkin bilgi ile toplum incelemeleri birebir paralel mi seyreder?
Tekrar Biter’e dönerek okumaya devam ediyoruz:
Şimdi burada, kuantumik tarz ile politik alanın ne ilgisi var sorusu pek tabi gündeme gelebilir. İlk bakışta birbirinden ilgisiz konular olduğu söylenebilir.
90’lı yıllarda yaptığım okumalarla bu konulara vakıf olmuştum. Sanayi devrimine öncülük eden; modern dönemin temelini oluşturan Newtonik bilgi yerini, modern sonrası çağın temel bilgisine, kuantumik bilgiye bırakıyordu. Bu iki kavramsal ifade, modern ve modern sonrası tarihsel dönemlerle ilgilidir. Modern dönemin temel düşünce biçimi olan Newtonik düşünce, kuantumik bilimin gelişmesiyle birçok yönden artık geçersiz hale gelmiştir.
Üretimden tüketime kadar bütün toplumsal süreçlerin, ilişkilerin dijital teknoloji marifetiyle yeniden kurulduğu; bilgi, para ve hizmet trafiğinin olağanüstü hız kazandığı, kol ve kafa gücünün üretim süreçlerinde gerilediği bu çağda Newtonik bilginin temel kabulleri ile yolumuza devam edemeyiz. Newtonik bilginin temel kabulleri üzerine inşa edilen politik yapıları korumak ve sürdürmek artık olanaklı olmaktan çıkmaktadır. (s. 264)
…
… Newtonik teori bize, doğa hesaplanabilir, tanımlanabilir, önceden bilinebilir gibi kesinlikleri; sabit ve değişmez kategorileri bize bildirirken; kuantumik teoride ise kaos ve karmaşıklık söz konusu. Newtonik teoriye göre maddenin hareketi lineerdir (doğrusaldır.) Kuantumik teoride ise atom altı parçacıklar aynı anda farklı yönlere hareket edebilirler. Doğanın gerçek işleyişi lineer değildir. Beyin lineer işlemez, ekonomi lineer işlemez vs. gibi.
… Bu keşfin siyasi olarak bizi ilgilendiren kısmı ise, toplumların gelişmesini ele alan tarihsel ilerleme teorisi; ilkel komünal toplumdan kapitalist, komünist topluma doğru ilerleyen tarih anlayışı bütünüyle maddenin lineer (doğrusal) hareketi teorisi, yani Newtonik teori ile tam bir uyum içindedir. Kuantum ise, toplumların tarihsel yolculuklarının benzer bir rotayı izlemeyeceği, her toplumun gelişmesi ve ilerlemesinin kendine göre farklı yollardan olacağını söyler. Gelişmenin istikrarsız, çelişkili, farklı biçimlerde akışkan hareketini bize hatırlatır. Evet, hayır veya siyah-beyaz gibi kesinlikler ileri sürülemez, çok sayıda olasılık var. Kısacası, klasik Newtonik mekanik, atom altı parçacık biliminde işlemez. (s. 266)
Doğa bilimleri ile toplum bilimleri ve siyasal mücadele arasındaki ilişkinin karma karışık şekilde ele alındığı bir bölüm… Görüldüğü kadarıyla 1990’lardaki okumalarıyla Mehmet Biter sıradan “post-modernist” yaklaşıma varmış. Elbette doğa bilimlerindeki değişmeler toplum bilimlere ilişkin bilgi ve düşünceleri de etkiler. Ancak bu ilişkiyi çok kısa bir mesafede ve doğrusal şekilde ele almak toplumsal olaylarda indirgemeciliğe yol açar. Geçmişte kaba materyalizm, pozitivizm, sosyal Darwinizm gibi yaklaşımlar bu örneklerdendir. Bugün de post-modernistler bu indirgemeciliği tersten yaparak, fiziğin atom altı boyuttaki “belirsizlik” ilkesini birebir şekilde toplumlara uyarlayıp “toplumsal belirsizlik” sonucuna ulaşıyorlar.
Biter dogmatik şekilde post-modernizme ve kitapta aktardığı “kuantumik” ideolojiye bağlanmış. Söz konusu bağlanmayı meşrulaştırabilmek için de eski ideolojisi olan Marksizm’i bir karikatüre dönüştürmeye çalışıyor. Tarihsel toplumsal yapıların ortak özelliklerini aktarmaya çalışan ancak teoriyi donuklaştıran eğitim kitaplarındaki toplumsal şemayı alıp Marksizm’in yerine ikame ederek çürütmeye çalışıyor. Konuyu Engels’in aşağıda sunduğumuz pasajıyla birlikte ele alalım:
… tarih öyle bir yolda ilerler ki, son sonuç, her zaman, bireysel birçok istenç arasındaki çatışmalardan doğar; o istençlerin her biri de, bir sürü özel yaşam koşulunun ürünüdür. Böylece, bir bileşkeyi -tarihsel olayı- belirleyen, birbiriyle kesişen sayısız güçler, o güçlerin oluşturduğu sonsuz bir paralel kenarlar serisi vardır. Bu da tümüyle bilinçsizce ve istençsiz işleyen bir gücün ürünü sayılabilir. Çünkü her bireyin istediği şey başka herkesçe engellenir ve ortaya çıkan hiç kimsenin istemediği bir şeydir. Tarih, şimdiye değin işte böyle doğal bir süreç tarzında ilerlemiştir ve kökünde aynı devinim yasalarına uyar. Ama birey istençleri, her biri kendi fiziksel yapısı ve dış, son uğrakta ekonomik, koşullarca (ya kendi kişisel koşullarınca ya da genel olarak toplumunkilerce) istemeye itildikleri şeye erişemeyip genel bir ortalamada, ortak bir bileşkede kaynaşırlar; ancak, bundan birey istençlerinin sıfıra eşit oldukları sonucu çıkarılmamak gerekir. Tersine, bileşkeye her biri katkıda bulunur ve bileşkede o oranda içerilir. (Engels, [1890] 1993, s. 17) [1]
Engels aynı mektupta “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonunda belirleyici etken, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir” yazdıktan sonra yukarıdaki açıklamayı yapıyor. Bu paragrafta anlatılan sürecin sonundaki olası ihtimallerin çeşitliliği kolaylıkla anlaşılabilir. Biter, Marksizm’le savaşmaya çalışırken Marksizm’in karikatürleriyle savaşmaktadır.
Biter, bu minvalde, yeni kuantum mekaniği ürünü olan teknolojilerin dünyanın her yerini kontrol altına alma olanağı sağladığı ve bu nedenle eski bilgiyle hareket edilemeyeceği üstünde duruyor ve proletarya devriminin reddine ulaşıyor.
Bu bilgiden hareketle varmak istediğim yer şudur. İçine girdiğimiz bu bilgi çağında, eski dönemin gerçekliğinde üretilmiş ideolojik-politik söylemlerle yolumuza devam edemeyiz. Verili koşullar, her alanda köklü bir şekilde değişime uğramaktadır. Proletaryayı özne kabul eden tek sınıfa dayalı devrim stratejileri zemin kaybederek geçersiz hale gelmektedir. Bu dönemde iş bulmak, düzenli gelire sahip olmak, çalışanı düzene kelepçeleyen ciddi bir bağlanma haline geldi. Bu konularda birçok şey söylenebilir; şimdilik belli noktalara dikkat çekmekle yetineyim. Kısacası, yeni dönemi tanımlayan temel kabulleri kavrayarak kendimizi yeniden var kılmak zorundayız. (s. 265)
Solun Kemalizm’le hesaplaşmadığını, antiemperyalist mücadele hattının yanlış olduğundan başladık ve proletarya devriminin yanlışlığı sonucuna vardık. Biter “proletaryayı özne kabul eden tek sınıfa dayalı devrim stratejilerinin geçersiz olduğunu” ifade ederken proletaryanın özne olmadığı, çok sınıfa dayalı devrim stratejisi mi öneriyor? Bunlar hangi sınıflar acaba? Devamında “bu dönemde iş bulmak, düzenli gelire sahip olmak, çalışanı düzene kelepçeleyen ciddi bir bağlanma haline geldi” ifadesi de “proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi yoktur” mottosunun reddiyesi galiba. Yukarıda aktardığımız bir alıntıda da “kol ve kafa gücünün üretim süreçlerinde gerilediği” (s. 264) iddia ediliyordu. Aynı anda hem kol hem de kafa gücü gerilediğine göre bu süreçte ilerleyen nedir acaba? İnsan etkinliğinden bağımsız bir “şey” üretimde ilerliyor galiba? “İş bulmak çalışanı düzene kelepçeleyen ciddi bir bağlanma haline” gelmiş imiş… Bu durumda işçi olan proleterler düzene bağlanıyor ama işsizler düzene bağlanmıyor, anlaşıldığı kadarıyla. Ne yapsak acaba? İşsizliğin artması ve böylece düzene bağlananların azalması için “işsizliğin çoğalması duasına mı” çıksak? Aslında kuantumik düşünceyle değerlendirildiğinde “iş bulmak çalışanı düzene de bağlayabilir düzene karşı çıkmasına da yol açabilir. Öte yandan işsiz olmak da düzene karşı çıkmaya da düzene bağlanmaya da yol açabilir. Bunlar öngörülemezdir. Kafanıza takmayın başka şeylerle uğraşın” şeklinde bir sonuca ulaşmalıydı. Marksistler ise iş bulmanın, ücretli çalışmanın, yani proleterliğin olağan ve süreğen biçiminin aynı zamanda sermayeyle ve düzenle çatışmaya zemin oluşturduğunu ifade ederler. İşsiz olan proleterler ise yaşayabilmek için ya daha kötü koşullarda da olsa iş bulmak, düzensiz işlerde çalışmak ya da düzenin çatlaklarında yaşayan lümpen-proleterler olmak durumundadır.
Velhasılıkelam, Biter proletarya devrimi önermesini çürütebilmek için tutarsız şeyler yazıyor. İnsan, geçmişte ideolojik mücadelede önemli yer tutmuş bir kişiden, düşünceleri değiştiğinde de ciddiye alınabilir düşünceler görmeyi umuyor ama görüldüğü gibi ummakla kalıyor.
Geliyoruz Biter’in ideolojik savrulmalarının politik alana yansımasına…
Biter’in 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa referandumuna ilişkin iddiaları, hayali senaryoları ve zorlama mantık oyunlarını içeriyor.
Siyasal ömrünü tamamlamış ve topluma sunacak yeni bir politikası kalmayan İttihatçı-Kemalist güçlerin mücadele sahasından tasfiye edilmesiyle, alternatif güç olarak, özgürlükçü-demokrat sol güçlerin devreye girmesinin yolu açılabilirdi.
Gündeme getirilen referandum bir yönüyle İslamcı güçlerin tam iktidar olmasının yolunu açarken, diğer yandan eski rejim güçlerini tasfiye ederek, muhalefet alanında AKP’ye karşıt güç olarak sol siyasetin de önünü açıyordu. Açılacak muhalefet alanının sol güçler tarafından doldurulması ve alternatif bir politik güç oluşturmak solun göstereceği basirete bağlı olacaktı. Bu da öncelikle solun referanduma ilişkin ortak taktik bir tutum alarak sürece müdahale etmesine bağlıydı. Ancak süreç farklı yönde ilerledi. (s. 275-276)
Burada küçük bir es verip araya girelim. Anlaşıldığı kadarıyla İslamcı güçlerin tam iktidar olmasının yolunun açılması onlara karşıt güç olarak sol siyasetin de önünü açacakmış. İlginç mantık! Tabii, biz lineer düşünen faniler olarak AKP’nin elde ettiği gücü bize baskı yapmak ve bizi de tasfiye etmek için kullanmayacağı garantisinin nerede ifade edildiğini bilemiyoruz. Öte yandan yukarıda ifade edilen mantıkla, eğer ülkenin tam sömürge olması desteklenirse halkın bu işgale karşı çıkması da kolaylaşır, demek ki önümüzü açmak için ülkenin işgal edilmesini desteklemek gerekli! O zaman, faşizmin tam iktidarı da desteklenebilir, böylece onların karşısında sadece sol kalır! Aslında bir de emekçilerin daha da yoksullaşmasını mı savunsak, böylece belki solun önü açılmış olur!
Tabii burada bir şeyi atlamamak lazım: Solun göstereceği basiret. Peki… Bakalım bakalım 2010 referandumunda sol bu basireti gösterebilmiş mi? Tahmininizde yanılmadınız: Hayır, gösterememiş.
Sol kesim, ortak bir tutumda birleşme yerine, farklı seçenekler arasında bölünerek sürece müdahil olmuştu. Solda demokrasi ve özgürlükler sorununa öncelik verenler, yüzyıldır bu ülkeye kan kusturan İttihatçı-Kemalist vesayetin son bulması için referanduma “Boykot” veya “Yetmez ama evet” seçenekleri ile yanıt vermek istediler. Laiklik, modernlik ve anti-emperyalizm gibi retorikleri önceleyen ve ulusal söylemlerle barışık yaşayan kesim ise “Hayır” kampanyasına katılarak, referandumu ölüm-kalım mücadelesi olarak gündemleştirdiler. (s. 275-276)
Gerici iktidarın yemlerine sazan gibi atlayanlar “demokrasi ve özgürlükler sorununa öncelik verenler” oluyor anlaşıldığı kadarıyla. Ama hem avcı hikayelerinden hem de ülkemizde yaşananlardan bildiğimiz gibi yeme atlayanlar “av” oluyorlar. Yeme kanmayanlar da güçlü bir iktidar tarafından yakalanıp hapsedilebilirler ama sazan olmakla yenilmek arasında, gören gözler için, önemli bir fark vardır. Burjuva anlamda bile olsa, demokrasi ve özgürlükler için mücadele etmek tuzaklara karşı uyanık olmayı gerektirir. Gerçekle yalanı ayıramayanlar, kendileri tuzağa girdikleri gibi bu tuzağa girmeyenleri de “demokrasi ve özgürlükler”e öncelik vermemekle suçlayabiliyorlar. Laiklik ve anti-emperyalizmin demokrasi ve özgürlüklerin olmazsa olmaz koşullarından olduğunu bile bilememek ise hayret verici. Burada, liberallerin durumuna ilişkin bir küçük fıkra aktarmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Padişah patlıcan yemeğini beğenince dalkavuk patlıcana methiyeler dizmiş. Bir başka gün yine patlıcan yemeği varmış ama padişah patlıcan yemeğini beğenmeyince dalkavuk patlıcana hakaretler etmiş. Padişah “sen geçen gün patlıcana methiyeler düzüyordun şimdi ise hakaretler ediyorsun” deyince dalkavuk “ben patlıcanın değil, sizin dalkavuğunuzum padişahım” diye cevap vermiş. AKP’nin “demokrasi ve özgürlük” aşığı İslamcı ve liberallerinin pek çoğu, AKP’nin öncelikleri değişince açık baskı politikalarını desteklediler. Geriye, kandırıldıklarını bile anlamayacak kadar gözü kamaşmış olanlar kaldı.
Biter’in düşüncelerinden devam edelim.
Benim düşüncem, bu duruma iki taktik hamle ile müdahale etmekti. Birinci taktik hamle ile, eski rejim güçlerinin sonuç vermeyecek çaresiz direnişlerini yenilgiyle sonlandırmak; ikinci taktik hamle ile, hangi politik yelpazede olursa olsun bütün demokrasi ve özgürlük yanlısı güçleri ortak bir paydada bir araya getirerek AKP iktidarının karşısına muhalefet bloku olarak dikmek olmalıydı. Mahir Çayan’ın “Gizli/kurumsal faşizm” olarak tanımladığı ve Devrimci Yol olarak bizlerin de savuna geldiği bu ırkçı faşizan yapıyı desteklemek; göğsümüzü bunlara siper etmek vahim bir hata olurdu.
… Yüzyıllık kanlı bir iktidar pratiğinin son kaleleri olan bu gizli/kurumsal yapılar, bir başka gerici güç tarafından çökertilirken, bunların arkasından gözyaşı dökemez, göğsümüzü bunlara siper edemezdik. Dolayısıyla, “Hayır” taktik politika olarak benim açımdan kabul edilemez bir tavırdı. İttihatçı artığı bu kesimlerin ellerindeki son kalelerine bekçilik yapmak, geçmiş dönemde verilen mücadeleyi, ödenen bedelleri çöpe atmak “Kurumsal/gizli faşizme” asker yazılmakla eş anlama geliyordu. Benim değerlendirmem bu yöndeydi. (s. 277-278)
Biter biraz ileride de, iktidarın Fethullahçılarla arasının bozulmasından sonra onunla yakınlaşan kesimlerden söz ederken, yine referandumda “Hayır” diyenleri bu “iktidar adacıklarına siper” olmakla itham etmektedir (s. 280).
Bu kadarı gerçekten insanı kızdırıyor. Biter’in mücadeleye geçmişteki katkılarının hatırı olmasa çok daha ağır ifadeleri hak ediyor. Biter, her nedense, kendi savrulmalarına Mahir’i ve Devrimci Yol’u kalkan yapmaya çalışıyor. Mahir Çayan “sömürge tipi faşizm” olarak emperyalizmle işbirliği halindeki oligarşik iktidarın siyasal bir biçiminden ve onun açık icrası ile gizli icrasından söz eder. Kast ettiği şey, ezelden ebede varlığını sürdüren hayali bir “İttihatçı artığı kesimler” değildir.
Yazının ilk bölümünde “İttihatçılık” hakkındaki tarih dışı ve metafizik yaklaşımı eleştirmiştik. Burada meselenin bir boyutunu daha eklemek gerekiyor. Ortaokul/lise seviyesinde bir bilgi olacak ama yapacak bir şey yok, bazen gerekiyor… Türkiye’deki ve dünyadaki bütün gizli, komplocu, baskıcı örgütlenmelerin kaynağı “İttihatçılık” değildir. İttihatçılardan önce de sonra da egemenlerin ve devlet yapılarının açık ve gizli istihbari ve operasyonel baskı güçleri olmuştur. Türkiye’de bu yapı, 1950’ler sonrasında çekirdeğinde kontrgerillanın bulunduğu ve egemenlerin dönemsel ihtiyacına göre değişen yapılar olarak şekillenmiştir. Mehmet Ağarları, İbrahim Şahinleri, Veli Küçükleri, Abdullah Çatlıları, Haluk Kırcıları “İttihatçı” olarak değerlendirmek Türkiye’deki devletin somut faşist örgütlenmesinin üstünden atlamayı tercih etmektir. “İttihatçı-Kemalist devlet” formülüyle ifade edilen liberal yaklaşım ise biraz önce sözü edilenlerle 70’lerde faşist güçler tarafından öldürülen yüzlerce demokrat ve antifaşist CHP’liyi aynı ittifakın parçası olarak değerlendirmiş olmaktadır.
2010 referandumu ABD destekli AKP-Fethullah Gülen koalisyonunun tüm gücü kendi ellerinde toplayabilmek için yaptıkları bir hamledir. Yıkmaya çalıştıkları güç odaklarından birisi Türkiye kontrgerillasının eski merkezlerinin, mevcut iktidar dışında kalan kesimleridir. Ama AKP, devletin geçmişten gelen kurumlarındaki odaklarla herhangi bir özgürlükçü paradigma ile karşı karşıya gelmemiştir. Söz konusu olan şey, bütün iktidar odaklarının tümüyle ele geçirilmesi ve kendisinin bütün karşıtlarına karşı kullanılmasıdır. Bu amaçla, Fethullahçı odaklarla birlikte sahte deliller üretilen yargılamalar da yapılmıştır. Referandumdan sonra bu kanat yargıyı kendi amaçları doğrultusunda sopa olarak çok daha rahat kullanmıştır. Sözü edilen “karşıtlar”ın da ordu ve bürokrasi içindeki gerici güçlerle sınırlı olmadığı yaşanan pratikle tekrar tekrar görülmüştür. Değişik sol gruplara yapılan operasyon ve baskılardan, Gezi direnişine dönük saldırılara, muhalif basının kıskaca alınmasından Kürt yurtsever hareketine karşı baskılara, işçi hareketinin öne çıkan kesimlerine baskılardan üniversitelerde kurulan gerici sisteme ve bugünkü CHP operasyonlarına kadar saymakla bitmeyecek hukuksuzluk ve baskı örnekleri yıllardır tekrarlanmaktadır. Fethullahçılarla AKP çatışması sonrasında ise aynı araçları dizginsiz olarak AKP kullanarak yüzlerce insanı keyfi şekilde tutuklamışken, ülkede açık baskı rejimi yoğunlaşmışken biz Biter’in, bunları görmezden gelmeye şartlanmış iddialarıyla karşı karşıyayız. Mahir’in ve Devrimci Yol’un politik hattını devam ettirmeye çalışan ÖDP ve Halkevleri ile EMEP ve TKP gibi sosyalist partiler referandumda, devlet içindeki eski gerici, faşist odakları desteklemek için değil mevcut, somut, gerçek iktidarı gerileterek demokratik direniş alanını güçlendirmek için “Hayır” tavrı almıştır. Biter’in 12 Eylül referandumunda “Hayır” diyen sosyalistleri “kurumsal/gizli faşizme asker yazılmakla” değerlendirmesi “ağzından çıkanı kulağının duymaması” durumudur. Üstelik de bunları, referandumun üzerinden 15 yıl geçmiş ve iktidar tarafından halklarımıza ağır bedeller ödetilmişken yazıp yayınlamaktadır.
… referandum sürecinin solda derin bir yarılmayla sonuçlanması, solun bir kesiminin militan bir tavırla ittihatçı-Kemalist kesimin yanında hizalanması ve özellikle Kürt hareketine karşı dışlayıcı bir tutumu ısrarla sürdürmesi, ortaya çıkan tarihi fırsatın ıskalanmasına neden oldu. (s. 278-279)
Bu paragrafta üstünde durulması gereken iddialardan birisi, referandum sürecinde “Hayır” diyenlerin “ortaya çıkan tarihi fırsatın ıskalanmasına neden” olduğu iddiasıdır. Bu iddia bütün olumsuzlukların faturasının sosyalist hareketin bir kesimine yıkılmaya çalışılmasıdır. Referandumda “boykot” tavrı alan Kürt yurtsever hareketi ve destekçileri ile “Evet” diyen ve sosyalist olduğunu iddia eden kesimlerin toplam sayısı “Hayır” tavrı alan sosyalistlerden kat kat fazla iken neden “tarihi fırsatı” yakalayamadıkları ise Biter için bir muamma olmalıdır. Oysa sözünü ettiği yerde sadece bir hayal vardır, tarihi fırsat diye bir şey yoktur. Sosyalist solun gücü, güçsüzlüğü ortadayken ve referandum sonrasındaki baskı sürecini hep birlikte yaşamışken bu “tarihi fırsat” iddiasının tümüyle dayanaksız olduğu ortadadır.
Üzerinde daha fazla durmayı gerektiren diğer iddia ise “solun bir kesiminin … özellikle Kürt hareketine karşı dışlayıcı bir tutumu ısrarla sürdürmesi” iddiasıdır. Bu iddia, 12 Eylül 2010 referandumunda “Hayır” çalışması yürüten grupları kapsamaktadır. Bu dönemde “Hayır” çalışması yapan belli başlı gruplar EMEP, Halkevleri, ÖDP, TKP’dir. (Vatan Partisi’ni “sol”da saymayacağız herhalde.) Bu gruplardan EMEP, politik bağımsızlığını korumakla birlikte, hem referandum öncesinde hem de sonraki yıllarda Kürt yurtsever hareketiyle daha yakın davranan bir pozisyondadır. Devrimci Yol kökenli çevrelerin ağırlıkta olduğu ÖDP ve Halkevleri açısından ise bağımsız tutum daha belirgindir. Bu bağımsız tutum, Kürt yurtsever hareketi eksenindeki kişi ve çevreler tarafından “dışlamak” vb. olarak değerlendirilmektedir. Oysa sosyalistler açısından, ezilen bir halk olan Kürt halkının hak mücadelesine destek vermek, yapılan baskılara ve şovenizme karşı çıkmak görev olmakla birlikte Kürt yurtsever hareketinin strateji ve taktiklerinin takipçisi olmak şeklinde bir görev yoktur. Türkiye sosyalist hareketinin önemli kısmı Kürt halkının mücadelesini, gücü oranında, desteklemektedir. Ancak, Kürt yurtsever hareketinin yıllar içinde bazen sivillere karşı saldırılar yapan bazen diğer sol gruplara saldıran, bazen “silahların dönemi geçti, ateşkes ve barış” derken bazen de savaşı yücelten, emperyalist güçlerle pragmatik ilişkilere girebilen politikalarını sosyalistlerin desteklemesinin ne Türk halkına ne de Kürt halkına bir yararı vardır.
Biter, 2012 yılında başlayan Çözüm Süreci’nde ilk defa devletin Kürt hareketini muhatap aldığını, İttihatçı-Kemalist geleneğin ise bu çözüm sürecini engellemek için taktikler geliştirdiğini, politikalar uyguladığını belirtiyor. Biraz uzunca bir alıntı aktaracağım çünkü alıntı yerine özet ve dolaylı aktarım yapıldığında okuyucunun kafasında “aktaran kişi çarpıtmış, cımbızlamış olabilir” fikrini oluşturacak kadar uç noktalarda gezinen düşünceler söz konusu:
Bu gelişme karşısında, derin Kürt fobisi yaşayan İttihatçı-Kemalist gelenek havzasında konumlanan güçlerde derin bir paniğe neden olmuştu. Çözüm sürecini engellemek için ellerinden gelen her çabayı ortaya koymuşlardı. Çözüm sürecini engellemenin bir yol ve yöntemini mutlaka bulmalı ve süreç bitirilmeliydi. Ordu ve yargı üzerinden sürdürülen engelleme çabaları sonuç vermiyordu; halkın iktidara desteği de azalmıyordu.
2015 seçim sürecinde, AKP’ye kaybettirmek üzerinden seçim stratejileri konuşulmaya başlandı. Üzerinde durulan konulardan biri, HDP’nin bağımsız adaylarla mı yoksa parti olarak mı seçime gireceğine ilişkin tartışmalardı. HDP’nin parti olarak seçime girmesi ve yüzde on barajının aşılması halinde Kürt illerinden seçilecek milletvekillerinin büyük çoğunluğunu alacak ve böylece Akp’nin meclis çoğunluğunu kaybetmesi sağlanacaktı.
İttihatçı geleneğin derin güçleri, bu formül üzerinden, AKP’yi gerileterek, çözüm sürecini sona erdirmenin mümkün olduğunu gördüler. Yapılacak iş, sürdürülecek kampanya belli olmuştu. Yüzde on barajını aşma konusunda HDP’ye destek verileceği söylenerek, HDP’nin bağımsız adaylarla değil, parti olarak seçime katılmasını sağlamak. Verilecek desteğin karşılığı olarak, AKP ile ittifak kurulmayacağının kesin güvencesini almak. AKP’ye meclis çoğunluğunu kaybettirerek, yeni müttefik arayışına mecbur bırakmak. Bu aşamaya gelindiğinde, Erdoğan’ın ihtiyaç duyduğu oy desteğinin verilmesi ve başkanlık talebinin desteklenmesi. Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak, AKP’nin çözüm sürecini bitirerek Kürt hareketine karşı pozisyon almasının sağlanması.
İttihatçı geleneğin derin güçlerinin bu senaryosu karşısında, HDP yönetimi ve Kürt hareketinin konjonktürel kazanımlara odaklanmasını sağlamak için, CHP habitatındaki çeşitli medya kanallardan yoğun bir propaganda sürdürüldü. HDP, barajı geçerek, parlamentoda güçlü bir grup kurarak elde ettiği kazanımların tadını çıkaracaktı. Seçimden sonra, AKP ile ittifak kurulmayacağının kesin garantisi… de “seni başkan yaptırmayacağız” sözleriyle alınmıştı. Kurgulanan plan, kendisinden hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ilerlemeye devam etmişti.
Kurgulanan plan şahaneydi. AKP’nin geriletilerek iktidar çoğunluğunun kaybettirilmesi; HDP güçlendirilerek Kürt oyları üzerinden gerçekleştirilecekti. Bu da AKP’yi çözüm sürecinden uzaklaştırmak için önemli bir manivela olacaktı. HDP yönetimi, maalesef, derinlerde kurgulanan bu stratejiyi zamanında fark edemedi. Kendilerine bir havuç misali uzatılan, barajı geçmek, parlamentoda güçlü grup kurmak gibi konjonktürel kazanımlar üzerine inşa edilen taktik politikaların derinliğindeki stratejik hedef zamanında görülemedi. Kemalist cenahın, HDP’ye vereceği seçim desteğinin ardında, derin bir devlet operasyonunun bulunduğu fark edilemedi.
Selahattin Demirtaş’ın Erdoğan’a karşı, “seni başkan yaptırmayacağız” sözlerini açıkladığı günlerde, Öcalan ile yapılan ‘İmralı görüşmeleri’ notlarında, “Erdoğan’ın başkanlığını destekleyebiliriz” sözlerini okumuştuk. Öcalan’ın farklı bir seçim stratejisi olduğu, bu sözlerden anlaşılmaktaydı. Öcalan’ın siyasal mücadele sürecini incelediğimde gördüğüm şudur. Öcalan konjonktürel kazanımlara fazla önem vermez, stratejik kazanımlara odaklanır. Stratejik kazanımlar, belli bir konjonktürel kazanımları kaybettirmeyi gerektiriyorsa, o kayıpları rahatlıkla göze alır. Kısacası, yolunda ilerlerken stratejik akılla hareket eder. Öcalan, Erdoğan’a “başkanlığını destekleyebiliriz” derken; Erdoğan’ı çözüm süreci zemininde tutmak istiyordu. Bunun da, iktidarın sürmesini sağlayan Kürt oylarıyla ve “başkanlık” desteğiyle mümkün olacağının farkındaydı. Öncelikli olan, Erdoğan’ı “çözüm süreci”nde tutmaktı, bu zemini tehlikeye düşürmemekti. HDP’nin barajı aşması ve parlamentoya güçlü bir grup ile gelmek önemsiz bir teferruattı.
2015 seçimlerinde, HDP ve Kandil’in de dolaylı desteğiyle, Öcalan’ın stratejik aklıyla değil, ilerici, demokrat kesimlerde oluşan AKP’ye kaybettirme ortak ruh halinin etkisiyle siyasi pozisyona girdi. Oysaki, AKP’yi çözüm sürecinde tutarak süreci gidebileceği yere kadar ilerletmek Kürtler açısından hayati önemde öncelikli bir durumdu. Yüz yıllık süreç içinde ilk kez ortaya çıkmış bir barışçıl çözüm olanağı bu kadar kolay heba edilmemeliydi. Derin güçler, bazen dost bildiğiniz ve öyle tanıdığınız güçleri harekete geçirerek politik istikametiniz üzerinde yönlendirici operasyonlara başvurabilirler. Kürt hareketinin AKP’yi çözüm sürecinde tutmak için gerekli ve yeterli çaba içinde görünmediğini söyleyebilirim. Bu kritik karar sürecinin, Kürt halkı açısından ağır bedellerle yüklü bir geleceğin ön habercisi olacağı elbette düşünülmemişti. Bu kararlara imza atan arkadaşların iyi niyetleri her türlü sorgulama dışındadır. Sorun niyette değil, politik öngörüdedir. Erdoğan’ın bir zamanlar sözünü ettiği, Öcalan’ın, Demirtaş ve Kandil’e yönelik kızgınlığının nedeni bu konular olsa gerek?!
2015 Kürt halkının mücadelesi açısından bir kırılma noktasıdır. Bu süreçte, İttihatçı derin güçler, “çözüm süreci”nin sonlanmasını sağlayarak gerekli zeminin oluştuğunu gördü ve hızla planlarının ikinci etabına hayata geçirmeye başladılar. Erdoğan’a ‘sen Kürt oylarına muhtaç değilsin. İhtiyaç duyduğun oyu fazlasıyla sana biz sağlarız’ dediler. O güne kadar kendisine hakaret eden Bahçeli’den Perinçek’e kadar, bilumum Ergenekon ve Avrasyacı çevreler emrine amade oldular, ‘Sen yeter ki, çözüm sürecini bitir, Kürtlerden uzak dur’ …
Erdoğan’a yeni müttefiklerinin gizli görüşmelerle hazırlandığı bu süreçte, CHP cenahındaki propaganda aygıtları ise HDP ile AKP arasındaki diyalog zeminini çökertmek için elinden geleni yapıyordu. Nihayetinde bu süreç, yeni bir İttihatçı iktidar blokunun oluşmasıyla sonuçlandı. Akp, kuruluş programını çöpe atarak, yeni ittihatçıların politik programına eklemlendi. Yeni ittihatçılar ise, İslamcı bir hareketin liderliğinde iktidara eklemlendi. Bu yeni iktidar bileşenlerinin ana gündemi ise Kürt hareketi ile Gülenci hareketi çökertme planı üzerinde uzlaşmak oldu.
Bu yeni iktidar blokunun yürüttüğü çökertme politikasının sonuçları çok ağır oldu. Özellikle, yeni iktidar blokunun çökertme politikasına, Kandil’in hendek savaşlarıyla karşılık vermesi, oldukça ağır bir insani faturanın ödenmesine yol açtığı gibi, o güne kadar elde edilmiş birçok kazanımın berheva olmasına neden oldu. Oysa ki, HDP seçimlere bağımsız adaylarla girseydi, Erdoğan’ı yeni müttefikler aramaya mecbur bırakmasaydı, süreç farklı yönde ilerleyebilirdi. Belki Erdoğan, belli bir vade içinde yine çözüm sürecini bitirebilirdi. Ama, Kürt hareketine karşı sürdürülen yıkım politikası bu kadar sert ve acımasız olmayabilirdi. (s. 268-272)
…
Son yüzyılda, Türkiye’de demokratikleşme süreci tamamlanamıyorsa, bunun önündeki en büyük engel, İttihatçı-Kemalist gelenektir. Demokratikleşmenin Kürtlere bazı haklar getireceğini bildiklerinden, bunu önlemek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu çevrelerden demokratikleşme beklenmeyeceği gibi, Kürt sorununun çözümü de beklenemez. Sağ, sol demeden farklı politik geçmişten gelen insanlar arasında, demokrasiyi özümsemiş ve dolayısıyla Kürt sorununun demokratikleşme sürecinde çözülmesi gerektiğine inanan yeni çevreler oluşmaktadır. Bu çevreleri güçlendirerek, birleştirecek ortak politik zeminlere ihtiyaç bulunmaktadır. (s. 272)
Özetle, toplumsal muhalefete söylenen şey “Erdoğan’ın başkanlığını kabul etseydiniz bunlar başımıza gelmezdi” anlayışıdır. 2015 Temmuz ile 2016 başları arasında yaşanan katliamlar ve baskıların sorumluluğu da AKP iktidarından alınıp “İttihatçı iktidar bloku” diye birilerine yıkılıp iktidar aklanıyor. AKP iktidarının 13. yılında, arada hukuklu, hukuksuz birçok operasyonla devlet organlarındaki (MİT, ordu, polis, yargı gibi) kritik pozisyonlar AKP-Fethullahçı ittifakı tarafından ele geçirilmişken, Kemalist güçlerin “derin devlet operasyonu” yaptığını iddia etmek de ülkedeki somut durum yerine hayali düşmanlar yaratarak AKP’yi aklama çabasından başka bir anlama gelmiyor.
Bu mantık yürütmenin de yegâne dayanağı Öcalan’a atfedilen stratejik akıl. Her şeyin “belirsiz” olduğu bir ortamda aslında bir “stratejik akıl” da mümkün olmaz ama muhtemelen sadece Öcalan’ın sahip olduğu bazı meziyetler bu belirsizliği ortadan kaldırarak bir stratejik aklı mümkün kılıyor.
Aslında yukarıda anlatılan sürecin 2015’ten başlatılması eksik kalmış. Selahattin Demirtaş’ın sempatik, hazır cevap ve halkın belirli kesimlerinde sempati uyandıran bir başkan olarak ortaya çıkması da “İttihatçı-Kemalist gelenek” tarafından sağlanmış olabilir. Mehmet Biter bize açıklamayı unutmuş galiba ama 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın yüzde 10’a yakın oy alması da bu tuzağın parçası olmalı. Hatta ve hatta HDK ve HDP’nin kurularak güçlenmesi de İttihatçı-Kemalist geleneğin bir tuzağı olmalı…
Komplocu hayat, oh ne rahat! Nasıl olsa kuantum kaynaklı bir “belirsizlik” var uydur gitsin! Söylediklerinin, yazdıklarının bu ülkede yaşanan somut olaylarla örtüşmemesi de sorun değil. Öcalan dışında hiçbirimiz stratejik bir akla sahip olmadığımız için gelişmeleri anlayamayız, herhalde…
Bu ülkede yaşamasak epey komik olan ama yaşadığımız ülkedeki baskılar ve acılar düşünüldüğünde trajikomik bir düşünme tarzı.
Hem Türkiye’de devrim ve sosyalizm mücadelesinin geliştirilmesinin hem de Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesine daha fazla katkı sunmanın yolu Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri içinde sosyalist hareketin güçlenmesinden geçmektedir ve bu da doğru politikaların yanında bağımsızlık ve tutarlılık gerektirir. Post-modern ve ütopik iddiaların peşine takılmakla bu görevler başarılamaz.
Sosyalist hareketin devrimci kesimleri, uzun süredir sürmekte olan ideolojik ve politik atalete son vermelidir. 12 Mart ve 12 Eylül yenilgilerinin moral bozucu ortamının etkisiyle önceki dönemin çok sayıdaki devrimci kadrosu Abdülhamitçilik ve “sivil toplumculuk” gibi tezlerin etkisi altına girmiştir. İşçi sınıfı ve yeni-sömürge halkların mücadelelerinin yenilgileri ile reel sosyalizmin 1980’lerin sonlarında yaşanan çöküşü de post-modernist ideolojinin sosyalist saflarda etkinliğinin artmasına, anarşizmin Marksizm karşısında güç kazanmasına, idealist ve metafizik yaklaşımların yayılmasına yol açmıştır. Bu şartlarda devrimciler günlük pratik mücadele görevlerini bile hakkıyla yerine getirebilmek ve uzun vadede güç kazanabilmek için ideolojik mücadeleyi geliştirmek, hatalı görüşlerle daha yoğun olarak mücadele etmek zorundadır.
[1] Engels, Friedrich. 1993. Tarihsel Materyalizm Üzerine Mektuplar 1890-94. Çev. Ömer Ünalan. Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.