Mehmet Biter uzun yıllar devrimci harekette önemli görevler üstlenmiştir, örgütlenmede ve ideolojik mücadelede önemli katkıları olmuştur. Bu özellikleriyle saygıyı hak etmektedir. Ancak 1990’larda başlayan bir savrulmayla günümüzde Türkiye’ye dönük yanlış değerlendirmeler yapmakta, devrimcilere dönük ağır ithamlar ileri sürmektedir
“Bu mücadele sınıflar mücadelesidir. … Sınıflar mücadelesinde proletarya yoldaşlığının dışında, feodal ve ataerkil ilişkilere yer yoktur.”
(Mahir Çayan vd., Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup)[1]
Bu yazıda eski Devrimci Yolcu Mehmet Biter’in “Bir Devrim Yolcusu” kitabındaki tezlerinin eleştirisi yapılacaktır.
Mehmet Biter, hem Türkiye’de yaşadığı yıllarda devrimci mücadeleye önemli katkıları olan hem de yurtdışına çıktığı 1984’ten itibaren sol liberal tezlere karşı devrimci ideolojik hattın savunulmasında önemli katkıları olan bir eski devrimci. Ancak, kitabında belirttiği kadarıyla 1990’larda yaptığı okumalarla düşüncelerinde önemli değişiklikler olmuş ve geçmişte mücadele ettiği sol liberal tezlere ulaşmış. Eski mücadele hattına ağır eleştirileri var. Doğal olarak devrimci teorik, ideolojik ve politik hattı savunanların da ona eleştirileri olacaktır. Bu yazı bu amaçla yazılmıştır.
Biter, Mehmet. 2024. Dünden Sonra Yarından Önce: Bir Devrim Yolcusu. Ankara: Dipnot Yayınları. 282 s
Mehmet Biter’in kitabını yayına hazırlayan Fadıl Öztürk, 1 Mayıs 2025’te hayatını kaybetti. Fadıl Öztürk 1970’li yıllarda Elazığ’da ve sonrasında değişik alanlarda, cezaevinde mücadele yürütmüş bir eski Devrimci Yolcuydu. Cezaevi sonrasında ise mücadelesini farklı alanlarda sürdürdü. Fadıl Öztürk’ü saygıyla anıyorum.
Öncelikle, bu türden tartışmalara girdiğimde karşılaştığım sorulardan birisini peşin peşin cevaplamakta yarar görüyorum: “Bunlara zaman harcamaya değer mi? Niye daha güncel konuları tartışmıyorsun?”
Evet, zaman harcamaya da emek vermeye de değer. Devrimciler hem kısa vadeli, günlük mücadelede yer alıp hem de ideolojik tartışmaları aynı anda sürdürebilir, sürdürmelidir. Bu tür polemikler sadece eleştirilen kişi veya gruba dönük yazılmaz. Hatta esas hedeflenen kesim üçüncü taraflar, yani tartışmada doğrudan taraf olmayan ama tartışmaları izleyenlerdir. Ayrıca “Bunlara zaman harcamaya değer mi?” sorusunun bir cevabı da “Ben bu tartışmaların kritik olduğunu düşünüyorum, daha önemli başka konuların olduğunu düşünen arkadaşlara da engel yok. Yaptığınız çalışmaları seve seve okumaya ve yararlanmaya hazırım” şeklindedir. Ama maalesef böyle üretimler de oldukça az.
Mehmet Biter 1948 yılında Dersim Ovacık doğumludur. Ciddi yoksulluk şartları altında, ilk ve ortaokulu Ovacık’ta tamamladıktan sonra Dersim merkezdeki Öğretmen Okulu’na gider ve 1968 yılında mezun olarak öğretmen olur. Bu yıllarda sosyalist olur, yayınları takip eder. Hatay ve Yozgat’ta öğretmenlik yapar, TÖS üyesi olur. Önce Aydınlık Sosyalist Dergi’yi, Mahirler oradan ayrılınca da Kurtuluş dergisini takip etmeye çalışır.
12 Mart cuntasından bir süre sonra Dersim’in köylerine öğretmen olarak atanır. Elazığ’a ulaşım daha kolay olduğundan ilk yıllar Elazığ’da siyasi faaliyet yürütürken zaman zaman İstanbul’la ilişki kurar. 1973 civarında “Kesintisiz Devrim 2-3” yazısı ellerine ulaşır, yazıyı çoğaltarak örgütlenme yapmaya çalışırlar. Bölgede Kaypakkayacılarla ve diğer gruplarla tartışmalar yürütürler. Elazığ ve Dersim’de THKP-C sempatizanı bir grup oluşur. 1974’te TSİP kurulunca Elazığ’dan bir grup THKP-C sempatizanı TSİP’li olur. Dersim’de oluşan THKP-C sempatizanı gençlik ekibinin çoğu, 1975’te Necmi Demir ve arkadaşlarının sekiz sayfalık yazısı sonrasında, sonradan Halkın Yolu olacak olan bu gruptan olur. Mehmet Biter, Dersim merkeze daha yakın bir okula tayinini aldırarak Dersim’le ilgilenmeye başlar ve burada yeniden bir grup oluştururlar. 1975 sonlarında Devrimci Gençlik dergisi yayımlanmaya başlayınca Devrimci Gençlikçi olur ve Ankara ile ilişki kurar. Biter’in anlatımına göre bölgeye 1976 sonlarında kısa bir süre Ali Alfatlı, 1977 başlarında ise Yaşathak Aslan gönderilir. (Yaşathak Aslan ise bölgeye 1978 Şubat ayında gittiğini belirtmektedir.) 1978’de yaşanan Devrimci Sol ayrılığında Elazığ örgütlenmesinin önemli kısmı Devrimci Sol’a geçerken Dersim örgütlenmesi büyük oranda Devrimci Yol’da kalır. 1978 sonlarında Melih Pekdemir bölgeye gelir. Sivas, Dersim, Elazığ, Erzincan, Malatya, Diyarbakır ve çevresini kapsayan bir bölge komitesi oluşturulur. Melih Pekdemir, Mehmet Biter ve Mehmet Tekin bölge yürütmesi olarak faaliyet yürütür. Mehmet Biter, bu dönemde öğretmenlikten ayrılır. DY merkezinin kararıyla, 1980 ilkbahar aylarında Melih Pekdemir ile birlikte bölgedeki ilişkileri devredip “Teorik Büro” oluşturmak için İstanbul’a giderler. Burada İstanbul örgütüyle temas kurmadan, yerleşme ve Teorik Büro hazırlıkları yaparlar. 12 Eylül darbesi olduktan sonra bir süre çalışmaları yürütürler. 1981 Ocak ayında Merkez Komite üyeleri yakalanır. Mehmet Biter’in ilişkileri büyük oranda kopar. 1981 Mayıs ayında İstanbul Komitesi’nden kalanlarla ilişki kurarlar ancak onların yediği operasyonda 1981 Haziran ayında Mehmet Biter de yakalanır. İstanbul ve Elazığ’da 96 gün süren gözaltı sürecindeki işkencelerden Mehmet Biter çözülmeden, direnerek çıkar, tutuklanır. Elazığ Cezaevi’nde kalır. Üstüne atılı suçlar kanıtlanamayınca 1983 yılında tahliye olur. Bir süre Ankara’da yaşar ancak tekrar polis tarafından aranınca 1984 Ocak ayında Yunanistan üzerinden yurtdışına çıkar.
Yunanistan’dayken Devrimci Yol’un yurtdışındaki yazılarını ve tartışma tutanaklarını okur. Pasaport ve iltica işlerini çözerek Almanya’ya gider. Taner Akçam’ın sol liberal tezlerine karşı İbrahim Sevimli ve çevresiyle birlikte davranır, yazılar yazar, toplantılara katılır ve devrimci hareketin görüşlerini savunur. Yürütülen mücadele sonucunda 1984 sonbaharında Devrimci İşçi grubunun yönetimini kazanırlar ve sonrasında Devrimci İşçi yayınını bu çevre sürdürür. Dergide bir yandan göçmen sorunları üzerinde durulurken bir yandan da başta Taner Akçam çevresi olmak üzere ideolojik tartışmalar yürütülür, siyasi çalışmalar yapılır. Zaman içinde Mehmet Biter’in İbrahim Sevimli ve çevresi ile sorunları giderek artar. 1993-1994’te tartışmalar yoğunlaşır ve 1994 yılında Devrimci İşçi dergisi yayınına son verir. Mehmet Biter, kuruluş sürecinde Avrupa’daki ÖDP tartışmalarına katılır ancak bir süre sonra kopar. 1998 sonrasında zaman zaman Türkiye’de kalır. Birgün gazetesi çıktığında bir süre gazeteye yazı yazar, sonrasında oluşan düşünce ayrılığı nedeniyle yazıları sona erer.
Özetle, Mehmet Biter uzun yıllar devrimci harekette önemli görevler üstlenmiştir, örgütlenmede ve ideolojik mücadelede önemli katkıları olmuştur. Bu özellikleriyle saygıyı hak etmektedir. Ancak 1990’larda başlayan bir savrulmayla günümüzde Türkiye’ye dönük yanlış değerlendirmeler yapmakta, devrimcilere dönük ağır ithamlar ileri sürmektedir.
İçerik tartışmasına girmeden bir açıklama daha yapmakta yarar olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda Mehmet Biter’in görüşlerini Mahir Çayan’ı temel alarak eleştiriyorum. Bu açıklamanın, geçmişi bilenlerde 1974-80 döneminin “Mahir Çayan’ı savunup savunmama” tartışmasını hatırlatması muhtemeldir. Ancak, köprülerin altından çok sular akmış olduğundan dolayı, bugün yapılan tartışma biçim açısından 1974 sonrasına benzese de içerik açısından farklıdır. 1974-80 dönemi, 12 Mart cuntası karşısındaki yenilgiye ve kadrolardaki savrulmalara rağmen halk hareketinin yükseldiği, halk ve gençlik içinde devrimci hareketin prestijinin yüksek olduğu, Hüseyin’in, Ulaş’ın, Mahir’in ve Kızıldere direnişinin hatırasının çok etkili olduğu bir dönemdir. Mahir’in yazıları, özellikle de “Kesintisiz Devrim 2-3”, diğer gruplar ve yenilginin etkisiyle yılgınlığa düşüp sağa savrulan eski THKP-C’liler tarafından çok eleştirilmekte ancak genç kadro adaylarında çok etkili olan bir ideolojik zemin oluşturmaktadır. Bugün ise bambaşka bir iklimdeyiz. Türkiye devrimci hareketi 12 Eylül darbesi karşısında ağır bir yenilgi almıştır. Bu yenilgi sadece politik ve örgütsel bir yenilgi olmakla kalmamış, dünya sosyalist hareketinin gerilemesiyle de birleşerek ideolojik savrulmalara yol açmıştır. Kürt yurtsever hareketinin gelişmesi sosyalist hareketin ise zayıflaması Türkiye sosyalist hareketi üzerinde Kürt yurtsever hareketinin tezlerinin etkisini güçlendirmiştir. 1970’lerde Marksizm-Leninizm temelinde yola çıkma iddiasındaki Kürt yurtsever hareketi de 1990’lardan itibaren, artık kendisine ayak bağı olan, ML ideolojiden kurtulup emperyalist sistemle daha az çatışarak önünü açacak yeni ideolojik arayışlar içindedir ve bu durum yıllardır Türkiye solunu da yoğun olarak etkilemektedir. Ayrıca Mahir’in yazılarının üstünden 50 yıldan fazla bir zaman geçmiş, toplumsal güçlerde değişiklikler olmuş, yeni tartışmalar gündeme gelmiştir. Mahir’in devamcısı olduğunu iddia eden gruplar ise 80’lerden sonra, fikriyatın devrimci bir temelde güncelleştirilmesi, derinleştirilmesi, yeni sorun alanlarını kapsayacak şekilde geliştirilmesi konusunda çok yetersiz kalmıştır. Yine de Mahir bugün de Türkiye’ye ilişkin doğru tespitleri ve ülkedeki gelişmeleri açıklayabilmek için temel oluşturan bakış açılarıyla önemli bir zemin sunmaktadır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, bugün Mahir’in tezlerini temel alarak tartışma yürütmenin bir kolaycılık olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Tabii ki, eleştirilerim “sen Mahir’le çelişiyorsun” olarak değil “sen yaşadığımız ülke ve dünya gerçekliğiyle çelişiyorsun” iddiasıyla yapılmakta ve burada Mahir’in yol göstericiliğinden yararlanılmaktadır. Öte yandan bu yazıda Mahir’in tezlerinin değerlendirilmesi ve güncele ilişkin yorumlanmasının sorumluluğu bana aittir.
Biter’in kitabından küçük bir anlatıyla başlayalım. 1974 affı sonrasında Necmi Demir ekibinin yazdığı 8 sayfalık yazı sol saflarda dolaşır ve tartışılır. Mehmet Biter İstanbul’da Ömer Güven’le bu yazıyı tartışır. Biter, yazının THKP-C çizgisinden sapma olduğunu ifade eder.
Ömer Güven ise bana, THKP-C çizgisini reddetmediklerini, yeni birtakım açılımlar yaptıklarını anlatmaya çalışmıştı. Mahir’in ideolojik çizgisine bağlı insanları kolayca ikna edemeyeceğini bildiği için, yeni görüşlerini kamufle etme çabası içinde olduğunu anlamakta gecikmemiştim. Ömer epey dil dökmüş, ama beni ikna edememişti. (Biter, 2024, s. 74)
Bu taktik anlaşıldığı kadarıyla eski ve eskimeyen bir taktik. Mehmet Biter söz konusu tartışmadaki Ömer Güven taktiğini bu kitapta kullanıyor. Biter, başta antiemperyalizm ve Kemalizm değerlendirmeleri konusunda pek çok konuda Mahir Çayan’dan köklü şekilde farklı ve hatta zıt yönlerde düşünse de Mahir Çayan’ı doğrudan karşısına almayıp solun genelini veya Mihri Belli’yi eleştirerek kaçak tartışıyor.
Biter, 1974-75 civarında Kaypakkayacılarla olan tartışmalar ve Kaypakkaya’nın yazıları üzerinde durarak geçmişteki ve bugündeki düşünce değişimini aktarıyor:
İ. Kaypakkaya’nın en ilginç yazısı Kemalizm üzerine olanıydı. Bu yazı, sosyalist solda savunulan tarih anlatısının tamamen dışına çıkıyordu. Kemalizm’in, sol kesimde genel kabul gören anti-emperyalist ulusal kurtuluşçu bir hareket olduğu şeklindeki tanımlamayı reddederek, bu hareketin 1. Dünya savaşında Alman emperyalizminin işbirlikçisi bir hareketin, İttihatçı hareketin devamı faşist bir diktatörlük olduğunu tespit ediyordu. Türkiye’deki siyasi mücadelenin emperyalizmin işbirlikçisi iki kanat arasında cereyan ettiğini vurguluyordu. Bu analiziyle, İbrahim Kaypakkaya diğer soldan tamamen ayrılıyordu. Kaynak olarak Nikitin’den yararlanmıştı. Bu yazı, o güne kadar savunduğumuz görüşleri tersyüz ediyordu. Doğal olarak karşı çıkmıştım. Ama bugün, bu analizin dikkate değer önemli bir tez olduğunu düşünenlerdenim. (s. 79-80)
…
Yurtdışı sürecinde, Cumhuriyet tarihi üzerine yaptığım okumalar, resmî ideolojinin bize sunduğu tarih anlatısının büyük ölçüde yalanlar üzerine inşa edilmiş bir anlatı olduğunu göstermişti. Ve en vahimi, Türkiyeli sosyalistler, hayali kurgular üzerine inşa edilmiş bu tarih anlatısıyla barışık yaşamayı içlerine sindirebilmişlerdi. Türkiyeli sosyalistlerin Kemalist milliyetçilikle kurdukları birleşik ilişki tarihinin nereye uzandığını incelediğimde, bu ilişkinin 1920’lere kadar gerilere gittiğini görmüştüm. (s. 238-239)
Biter’in, sosyalistlerin Kemalizm’le ilişkileri konusunda okumalarıyla vardığı sonuçlar ise onu antiemperyalizm karşıtlığına götürmektedir. Biter, Bolşevikler’in Ekim Devrimi sonrasında Batı’da beklenen devrimler gerçekleşmeyince “karşı-devrimci güçlerin kuşatmasını kırmak için sömürge ülke milliyetçi hareketleriyle ittifak politikası” gündeme getirdiklerini ve bu amaçla 1920’de Bakü’de Halklar Kongresi düzenlendiğini ifade ediyor. Bu politika doğrultusunda Lenin ve SBKP’nin oluşturduğu tezlerin milliyetçilikle sosyalistler arasındaki sınırların silikleşmesine yol açtığını savunuyor.
Sömürge ülke milliyetçi hareketleriyle anti-emperyalist ittifak politikası, bizim gibi ülkelerde, sosyalistlerle milliyetçi hareketler arasındaki ideolojik-politik sınırların silikleşmesine ve kaybolmasına neden olmuştu. Bu durumda bir kişi sosyalist olduğu kadar milliyetçi de olabiliyordu. Savunulan fikirlerin bir bölümü milliyetçi, diğer bir bölümü sosyalist olabiliyordu. (Biter, 2024, s. 239)
Yine Biter “20. Yüzyıla damgasını vuran Marksizm, aslında, sömürge ülke milliyetçiliğini içinde taşıyan Marksizm’in milliyetçi yorumuydu” (s. 240) sonucuna varıyor.
Sömürge ülke milliyetçi hareketleriyle sosyalist hareketler arasında kurulan ortak zemin anti-emperyalizmdi. Bu zemin, her iki hareket arasında bir köprü işlevi görüyordu. Her iki mahalle arasında akışı sağlayan bu köprü dönemin koşullarına göre çift taraflı çalışır. Ekim Devrimci günlerinde bu köprüden akış, milliyetçilikten sosyalist harekete doğru olmuştur. Birçok milliyetçi yakalarına “Sosyalist” rozetini takarak Bolşevik partisi saflarına katılmıştır. … Sosyalist hareketlerin yenilgi dönemlerinde ise, bu köprüdeki akış tersine dönebilir, baskılanan milliyetçi dürtüler açığa çıkar ve milliyetçi mahalleye doğru akış başlar. Anti-emperyalizm her tür ırkçı-milliyetçi hareketlerin ideolojik bayrağı haline gelir. Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi… (s. 240)
Mehmet Biter, burada iyice ifrata gidiyor, “Ben emperyalizme karşıyım” diyen her kişi ve grubu sosyalistlerin antiemperyalist olarak tanımlayamayacağını atlıyor ve, Türkiye’deki liberallerin birçoğu gibi, “antiemperyalizm”e düşmanlaşıyor. Daha Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, sosyalist olma iddiasındaki çeşitli anlayışları “gerici sosyalizm”, “feodal sosyalizm”, “burjuva sosyalizmi” gibi adlarla adlandırmıştır. Bu tür akımların varlığını gerekçe göstererek “sosyalizm” karşıtı olmamışlardır. Yine Marx ve Engels, gündelik yaşamda hepimizin bildiği bir meseleyi hatırlatmaktadır:
Gündelik yaşamda, herhangi bir shopkeeper [dükkancı. -ç.], bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; ama bizim tarihimiz henüz bu basit bilgiye ulaşamamıştır. Bizim tarihimiz, her çağ için o çağın kendisi hakkında söylediklerine ve beslediği kuruntulara hemen inanır. (Marx ve Engels, [1845-1846] 2015, s. 77)[2]
Dolayısıyla, konuyu doğru temelde ele almak isteyen bir yazar, bir İslamcının, söylemsel kılıfı nasıl olursa olsun, aslında “anti-hıristiyan veya anti-yahudi” olan ideolojisiyle veya bir milliyetçinin Kürt sorununun varlığını ve temellerini inkâr edebilmek için kendine kılıf arayan söylemiyle antiemperyalizm arasında ayrım yapmak durumundadır. Bu tür söylemsel benzerliklerden yola çıkarak “antiemperyalizm her tür ırkçı-milliyetçi hareketlerin ideolojik bayrağı haline gelir” demek, emperyalizme karşı çıkmayı değersizleştirerek, son tahlilde ve objektif olarak emperyalizme hizmet etmek sonucuna çıkar. Ancak bazı kesimler, kişilerin kendileri hakkında iddia ettikleri ile gerçekte oldukları arasındaki farklılığa ilişkin bu yalın gerçeği, bazı süreçlere uygulamakta isteksiz davranmaktadır. Liberaller açısından “antiemperyalizm” ve “Kemalizm” böyle olgulardır. Bu kesimler birbirinden farklı olan, birbirine karşı darbe ve işkence yapan (örn. 12 Mart Cuntası döneminde 9 Martçılara yapılan işkenceler) iki ayrı kesimin ikisini birden “Kemalist” olarak tanımlamakta sakınca görmüyorlar. Benzer şekilde, Kenan Evren’le Uğur Mumcu’yu, İlhan Selçuk’u aynı kefeye koyuyorlar.
Mahir Çayan “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” (Aydınlık Sosyalist Dergi, 1970 Ocak) yazısında Kemalizm’i asker-sivil aydın zümrenin en bilinçli ve en devrimci çizgisi olarak nitelemekte, asker-sivil aydın zümrenin diğer bazı kesimlerle arasındaki ilişkiyi ve bu arada CHP’nin konumunu şöyle tanımlamaktadır:
Dış etkenlerin büyük etkisiyle, çelişik yönlerden bir aşamada ana olanın diğer bir aşamada tali yöne dönüştüğü bu zümre (asker-sivil aydın zümre- bn), bugüne kadar, ilericilik ile tutuculuk arasında bocalayıp durmuştur. Örneğin, bu zümrenin faal olarak yer aldığı C.H.P.’de, 1924’de, hakim olan “anti-emperyalist yön”, II. Yeniden paylaşım savaşının sonunda ülkenin kapılarının emperyalizme açılmasının sonucu tali yöne dönüşmüştür. Bu çelişik yönlerden yalnızca birisini ele alarak her dönemde bu zümreyi “salt Kemalist”, “salt devrimci ve halkçı” veya teslimiyet oportünizminin yaptığı gibi, “salt karşı devrimci halk düşmanı” ilan etmek idealizmin ta kendisidir. Niteliği gereği, anti-emperyalist saflarda er veya geç yerini alacak olan küçük-burjuvazinin bu en bilinçli zümresinin II. Milli kurtuluş savaşındaki yeri çok önemlidir. Fakat bu zümrenin en devrimci çizgisi olan Kemalist çizgi ile, bu zümre karıştırılmamalıdır. Bugün işçi sınıfının bilinç seviyesi ne kadar düşükse, bu zümrenin bilinç seviyesi de o kadar düşüktür. Emperyalizmin ihraç metası olan anti-komünizm şartlanmasının büyük ölçüde etkisi altında olan bu zümrenin önemli bir kesimi emperyalizm olgusundan habersizdir. Ve “Gardrop Atatürkçülüğü” ile Kemalizmi birbirine karıştırmakta, Kemalist kökleriyle bağlarını kaybetmiş olan C.H.P.’nin dümen suyunda rota takip etmektedirler.
Şunu özellikle belirtelim ki, bugün emperyalizmle uzlaşmasına, sermaye çevreleri ve taşra mütegallibesiyle “Orta Sol” paravanası altında flört etmesine rağmen C.H.P., AP ile aynı paralelde görülmez. Temelde küçük-burjuva reformist unsurlara dayanan bu partide, bugün için tali durumda da olsa, “anti-emperyalist ve halkçı unsurlar” yer almaktadır. Fakat içinde “anti-emperyalist unsurlar da var” diye de emperyalizmle uzlaşan bu partiyi, akıl almaz bir tutumla Kemalist ilan edemeyiz. [3]
Marksizm’i “hareketin, hareket halindeki bir doktrini” (Revizyonizmin Keskin Kokusu 1, 1969) olarak tanımlayan Mahir, hızlı bir süreçte mücadelenin içinde öğrenen ve peş peşe kopuşlar yaşayan bir devrimcidir. Bu hızlı süreçte, devrimci mücadelenin ihtiyaçları doğrultusunda tüm toplumsal kesimlerin ayrıntılı şekilde değerlendirmesini yapmaya çalışan Mahir küçük burjuvaziyi, onun içinde en ileri kesimi oluşturan “asker-sivil aydın zümreyi” ve onun en devrimci çizgisini oluşturan Kemalizm’i de büyük bir titizlikle ele almıştır. Yine Mahir, “emperyalizmle uzlaşmak”la eleştirdiği CHP’yi AP ile aynı kefeye koymayacak kadar özenlidir. Herkesin konulara Mahir kadar devrimci bir ciddiyetle eğilmesini beklemesek de biraz ciddiyet ve özen beklemek hakkımızdır, sanırım.
Türkiye’de antiemperyalizm sosyalist solun devrimci kanadının oluşumunda temel bir maya olmuştur. Özellikle 1960’lardaki yeniden oluşum döneminde strateji tartışmalarının önemli bir boyutu antiemperyalizm ve Kemalizm’le ilişkilerle ilgilidir. Kemalizm, 1. Dünya Savaşı’nda yenilen, önceki topraklarının önemli bir kısmını kaybeden Osmanlı Devleti’nin savaş bittiğinde geride kalmış olan ağırlıklı olarak Türk, Kürt ve diğer etnik kimliklerden Müslüman halkın yaşadığı bölgelerin de işgal edilmesine karşı bir kurtuluş hareketine öncülük eden, bağımsızlıkçı bir harekettir. Söz konusu işgal galip emperyalist ülkeler ve onların desteğiyle Yunanistan tarafından yürütüldüğünden dolayı bu işgale karşı verilen bağımsızlık mücadelesi haklı bir mücadeledir, doğası gereği ve önderliğinin tercihleriyle antiemperyalisttir. Savaşa önderlik eden küçük burjuva karakterli kadroların, hem kendi konumları ve ufukları gereğince hem de ülkedeki ilerici toplumsal güçlerin zayıflığı nedeniyle, antiemperyalizmi sonuna kadar götürüp antikapitalizme ulaşamamış olması bu mücadelenin antiemperyalist karakterini ortadan kaldırmaz. Türkiye solunda 1990’lardan itibaren yaygın görülen “Kemalistler emperyalizmle bütün ilişkileri kesmediler. Ülke sonradan yeniden emperyalizme bağımlı hale geldi, demek ki onlar antiemperyalist değildi” şeklindeki mantık tutarsızdır. Antifaşist, antiemperyalist gibi nispeten geniş çevreleri tanımlayan kategoriler eğer sadece komünistlerden oluşsaydı böyle bir politika işlevsiz olur ve böyle bir kategoriye de gerek kalmazdı.
Biter’in yaklaşımı, sosyalist hareketin uzay boşluğunda tek başına oluşan, hiçbir etkileşime girmemesini gerektiren bir anlayış olarak, ütopiktir. Sosyalist hareket, özünde bir işçi sınıfı hareketi olmakla birlikte, içinde bulunduğu zemine ve zamana göre dinlerle de yurtseverlikle de köylülerle de etkileşime girer. Bu etkileşim elbette ki karşılıklıdır. Ama sosyalist hareket bu etkileşimlere girmekten kaçınamaz ve eğer doğru, devrimci bir çizgideyse bu etkileşimde kendi ilke ve hedeflerinden kopmamayı başarır. Anlaşıldığı kadarıyla Mehmet Biter, bu etkileşimler içinde sadece Türkiye’deki sosyalist hareketin Kemalizm’le girdiği etkileşimden rahatsız. Üstelik de, daha 1969-72 döneminde Mahir Çayan, küçük burjuva devrimci milliyetçilerin bir kısmının kendisini sosyalist olarak tanımladığını belirtmiş ve sosyalist hareketle Kemalist hareket arasındaki ayrımın altını çizmişken, bunu görmezden gelmeyi tercih ediyor. Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim 2-3’te Kemalistler hakkındaki değerlendirmelerinden birisi şöyledir:
Çağımızda sosyalizmin dünya çapında sahip olduğu prestijden ve SSCB’nin radikal devrimci-milliyetçi hareketlerin baş desteği olmasından dolayı, bugün devrimci-milliyetçiler de kendilerini sosyalist olarak lanse etmektedirler. Bu nedenle ülkemizdeki pek çok Kemalist bugün kendine sosyalist demektedir. (Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim 2-3, dipnot 10)
Meselenin bir boyutu da “strateji” ve “ittifaklar” boyutudur. Siyasal mücadeleler “strateji, taktik yok. Bam, bam, bam” şeklinde yürümez. Bunun böyle yürüyeceğini sananlar başkalarının stratejilerinin peşinde sürüklenirler. Stratejiler ve ittifaklar olanaklar, zorluklar, zorunluluklar göz önünde tutularak geliştirilir. İttifaklar “biz zaten yapabileceğimiz devrimi kiminle paylaşsak, kime tavizler versek acaba?” düşüncesiyle oluşmaz. Çoğu durumda, eğer uygun ittifaklar yapmazsanız başarı ihtimaliniz sıfıra yakın olacağı, kesin bir yenilgi alacağınız için ittifak yapılır. Farklı sınıflar, sınıfsal tabakalar veya onların temsilcisi olarak değerlendirilebilecek siyasal yapılar arasındaki ittifaklar ister istemez çelişkilidir. Taraflar kendi aralarındaki çelişkileri, hedeflerindeki farklılıkları bilerek ama daha büyük düşman karşısında kazanma şansı oluşturabilmek için ittifak kurarlar. Bu ittifak bazen işçi-köylü ittifakı gibi esas olarak uzun vadeli çıkarları geniş ölçüde çakışan güçler (ve onların siyasal temsilcisi olarak hareket etmeyi hedefleyenler) arasında olabileceği gibi bazen de, 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’ya karşı SSCB, ABD, İngiltere arasında olduğu gibi, açıkça birbirine düşman olan ancak kazanmak için birlikte davranmak zorunda olan güçler arasında da olabilir. Devrimci mücadelede “ittifak” kritik bir önemdedir. Toplumun içinde bulunduğu durumu, önemli çelişkileri, tarafların güç durumunu hesaba katmayan bir politik hat büyük olasılıkla kaybedecektir. Çünkü ister sömürge, yarı-sömürge, yeni-sömürge ülke olsun, ister kapitalist merkez ülkeler söz konusu olsun mücadelenin son anlarına kadar sosyalistler zayıf tarafı oluşturacaklardır. Kısacası, herhangi bir ilerici gücü, yapılması gerekli ittifaklarından soyutlamak onu yenilgiye sürüklemek olacaktır. Ulusların, sömürgeleşmeye karşı direnişini devrimci mücadelenin bir parçasına dönüştürmeyi reddetmek demek, dolaylı olarak emperyalizme, sömürücülere ve gericilere destek sunmak sonucuna varır. Mehmet Biter de Kemalizm’i karşısına alırken antiemperyalizm karşıtlığına ulaşmakta ve sonuçta güncel olarak AKP’nin politikalarına dolaylı destek sunma noktasına varmaktadır. Bunu da biz “lineer düşünen” fanilerin anlayamayacağı bir “strateji”ye bağlı taktik nedenlerle gerekçelendirmektedir.
Türkiye’de sosyalistlerin Kemalist hareketle ilişkilenmesi de buna benzerdir. Kemalistlerin anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu tarih anlatısı ciddi hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan olduğu gibi benimsenmiştir. Kemalist hareket, ittihatçı kadrolardan oluşan bir hareketti. Bu kadrolar, Osmanlı Devleti’ni birinci emperyalist paylaşım savaşına sokan ittihatçıların devamcılarıydı. Osmanlı ordusunu Alman emperyalizminin emrine verecek kadar işbirlikçiydiler. Alman emperyalizminin işbirlikçisi olan bir kadro, savaştan hemen sonra nasıl oluyor da anti-emperyalist olabiliyor sorusunu bugüne kadar soran olmamıştır. İngiliz ve Fransız ittifakına karşı savaştan yenilgiyle çıktıktan sonra, bu ittifaka karşı bir süre daha mücadele edilmiş olması, bu ittihatçı kadroyu nasıl anti-emperyalist kılabiliyor. Fransız-İngiliz emperyalizminin işbirlikçileri, her dönem en ağır şekilde eleştirilmelerine karşın Alman emperyalizminin işbirlikçilerinden neden hiçbir bahis yoktur. Bu işbirlikçilik, ikinci dünya savaşında da örtük bir şekilde devam etmesine rağmen Alman emperyalizmi işbirlikçiliği halının altına süpürülmeden, Kemalist tarih anlatısını nasıl savunabilirlerdi ki… (s. 241)
Burada tartışılması gereken birkaç tez var. Birisi “ittihatçılığın” tarih dışı, hiç değişmeden varlığını sürdüren bir yapı olduğu tezidir. Mehmet Biter, Osmanlı İmparatorluğu savaşta yenildiğinde İttihatçıların yönetim kadrosunun yurtdışına kaçtığını, örgütlenmenin belirli bir oranda sürse bile eskisi gibi sürmediğini, işgalcilere karşı yeni güçlerin devreye girdiğini atlıyor. Önemli etkiler siyasal yapılarda önemli değişikliklere yol açarlar. Yenilgi yaşayan her hareketin içinden birbirinden farklı eğilimler çıkar. Bu eğilimlerin bazıları önceki yapının ana hattını korurken bazıları ise önemli değişiklikler yaşarlar. Örneğin Devrimci Yol’un yenilgisinin ardından da içinden mücadeleyi terk edenler, “sivil toplumcular”, dogmatikler ve devrimci bir hattı sürdürmeye çalışanlar çıkmıştır. İttihat ve Terakki’nin içinden ise Enverciler de çıkmıştır, Kemalistler de çıkmıştır ve bunlar birbiriyle mücadele halinde olmuştur. Ancak, Kemalizm’i toptancı bir yaklaşımla mahkum etmek isteyenler onu İttihatçılarla özdeşleştirerek kolay yoldan zafer kazanmaya çalışıyorlar. Bu, tarihi donmuş kalıplardan ibaretmiş gibi değerlendirmeyi tercih eden metafizik bir tarzdır. Benzer şekilde bir emperyalist savaş ile o savaşın devamında ortaya çıkan bir ulusal bağımsızlık savaşını aynı kefeye koyan bir yaklaşım da tarih dışı bir yaklaşımdır. Savaşa giren İttihat ve Terakki liderlerinin “Turan” ülküsüyle, savaştan sonraki “Misak-ı Milli”yi aynı kefeye koymak körlüğü tercih etmektir. Biter her halde “emperyalist savaşa girmiş ve savaşı kaybetmiş olan ülkelerin halkları sömürge olmayı da kabul edecek” şeklinde bir mantık yürütüyor olmalı. Biter’in buradaki tarih dışı “ezel ve ebed İttihatçılar” anlayışının çarpık sonuçlarını Türkiye’nin 2000’li yıllarını değerlendirdiği bölümlerde daha da net göreceğiz.
Bir diğer mesele de “ittihatçılık”ın bütünüyle gerici bir ideoloji olarak ortaya konulmuş olmasıdır. İttihatçılık ufku meşruti bir imparatorlukla sınırlı olan burjuva nitelikte bir harekettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş döneminde, dönemin güçleri içinde ilerici bir güçtür. Ancak ufku “padişahlığa son vermek” noktasına bile ulaşmayan, bir imparatorluğu devam ettirmeye çalışan bir hareketin yaşadığı çelişki ve çatışmalarını yaşamış, birkaç yıl içinde “Osmanlıcılık”tan “Türkçü”lüğe dümen kırmış, Dünya Savaşı’nda emperyalist bir savaşın tarafı olmuş, milyonlarca Osmanlı yurttaşının savaşta kırılmasına yol açmış, başta Ermeniler olmak üzere büyük kıyımlar da gerçekleştirmiştir. Sosyalistler, Kemalist olmadıkları gibi İttihatçı da değillerdir. Ama dönemin sınıfsal ve siyasal güçlerinin durumunu yok sayan, tarihsel bütün suçları İttihatçılara yükleyen tarih dışı bir anlayıştan da uzak dururlar. Onun içinde bulunduğu toplumda bir dönem ilerici, sonrasındaki gerici yanlarını birlikte değerlendirirler. Çünkü sosyalistler hayali bir toplumsal düzenin ütopyacıları değil, somut durumun somut tahlilini yapan tarihsel materyalistlerdir.
Biter yukarıda aktarılan alıntıda Türkiyeli sosyalistlerin, devrimcilerin siyasal projelerini “resmi ideolojinin bize sunduğu tarih anlatısı” ile kurduğu, “Kemalistlerin … anlatısı ciddi hiçbir eleştiriye tabi tutulmadan olduğu gibi benimsendiği” (s. 241) iddialarını ileri sürüyor. Türkiyeli sosyalistlerin bir kısmının resmi ideolojinin etkisi altında olduğu, geniş kitlelerin 1960’lara kadar resmi ideoloji dışında bilgi kaynaklarının çok sınırlı olduğu açık olmakla birlikte bu tartışmaların yoğun olarak yaşandığı 1965-70 döneminde, cumhuriyetin kuruluş ve yerleşme dönemlerini bizzat yaşamış örgütlü sosyalistler de halen yaşamaktadır ve dönemin genç devrimcileri bunlarla irtibat halindedir. Ayrıca Komintern’in değerlendirmeleri, Lenin’in, Rosa’nın, Stalin’in, Mao’nun yazı ve değerlendirmeleri gibi, Türkiye devleti resmi kaynakları dışındaki, kaynaklar da mevcuttur. Sosyalistler tartışmalarını bu kaynakları da ele alarak yapmışlardır. Dolayısıyla, 1970’lere gelindiğinde öncü konumundaki sosyalistler tahlillerini dünya sosyalist hareketinin fikri temellerinden hareketle, kendi durdukları yere göre, yapmaktadırlar.
Biter’in kitabında, tutarlılık kaygısı gütmeden, birbiriyle çelişen iddialar peş peşe iki paragrafta üstümüze boca edilmektedir. Biraz önce üstünde durduğumuz paragrafta Türkiyeli sosyalistleri “Kemalistlerin … anlatısını hiçbir ciddi eleştiriye tabi tutmadan benimsemek”le eleştiren Biter, sonraki paragrafta ise sorunun kaynağını 1920’lerin TKP’sinde görmekte, onun ideolojik hattını 1960’lardaki genç kuşaklara taşıyan, onlara yol göstermeye çalışan Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’yı eleştirmektedir.
Türkiye sosyalistlerinin Kemalist milliyetçilikle kurduğu simbiyotik ilişki, 1920’lerden itibaren başlar. Bu ilişkinin taşıyıcısı TKP olmuştur. 1968’in genç kuşağı, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı üzerinden bu teorilerle tanışmıştır. (s. 241)
…
Benim de içinde yer aldığım ’68 kuşağı, bu eski tüfeklerden aldığı bu bilgi birikimiyle yola çıktı. Marksizm’in temel kaynakları oldukça sınırlıydı, hatta başlangıçta yoktu. Birçoğu yasaklar nedeniyle henüz Türkçeye kazandırılmamıştı. Bu nedenle, 68 kuşağının Marksizm’in milliyetçi yorumuyla hesaplaşmamış olması anlaşılır bir durumdu. Burada hakkını yememek gerek, İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm yazısı, Kemalist tarih anlatısına yöneltilmiş ilk ciddi bir reddiyedir. (s. 241)
TKP’nin Kemalist hareketle ve sonra da rejimle ilişkisi, bazı ortaklıklar yanında çatışmaları içermektedir. TKP, Kemalist iktidar tarafından sürekli olarak baskı altında tutulmuştur. TKP bu süreci Komintern’in bir üyesi olarak sürdürmüştür. Komintern’in ve TKP’nin bilgi kaynakları sanırım Kemalist resmi tarihçilik değildir. Komintern’in ve onun feshinden sonra SBKP’nin ideolojik ve politik evriminde birçok tartışmalı yan vardır ancak, bunların tezlerini Kemalist resmi tarih anlayışıyla oluşturduğu iddia edilemez. Burada söz konusu olan şey Lenin’in, Bolşevik Parti’nin ve Komintern’in Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı ve onun öncüsü olan Kemalizm’in sınırlılıklarını, çelişkilerini, sorunlarını bilmelerine rağmen emperyalizm karşısında onu müttefik olarak görmesidir ve bu, genel hatlarıyla, doğru bir politikadır. Dünya sosyalist hareketinde 1950 ve 60’lı yıllarda ortaya çıkan yeni devrimci damar ise, tam da Mehmet Biter’in mahkum etmeye çalıştığı “antiemperyalist” bir hat üzerinden sömürge, yarı-sömürge, yeni-sömürge devrimci hareketleriyle ortaya çıkmıştır. Türkiye sosyalist hareketinin devrimci kanadı da bu çizgiden derin şekilde etkilenmiştir.
Biter, arada, gerçek bir sorundan da söz ediyor: 12 Mart öncesinde Marksizm’in temel kaynaklarının birçoğunun Türkçeye çevrilmemiş olması… Bu gerçekten yola çıkarak, “68 kuşağının Marksizm’in milliyetçi yorumuyla hesaplaşmamış olması”nı anlaşılır bir durum olarak niteliyor. Ancak bu durum şu soruyu akla getiriyor: Türkiyeli okurun 1971 sonrasında ulaşabildiği “Marksizm’in temel kaynakları”ndan hangileri Biter’in “Marksizm’in milliyetçi yorumu” olarak değerlendirdiği kaynaklardan farklılaşmaktadır ve “Kemalizm’in antiemperyalist bir hareket olmadığını” ortaya koymaktadır? Hikmet Kıvılcımlı’nın, Mihri Belli’nin, Mahir Çayan’ın görüşlerine katılmamak başka bir şey, onları dünya sosyalist hareketinin tartışmalarından habersizmiş gibi değerlendirmek başka bir şey. Düşünceleri daha “dürüst” ifade etmekte yarar var.
Biter, Kemalistlerin Türk ulusu için kurucu ama diğer uluslar için yıkıcı olduğunun altını çizerek, sosyalistleri bu konuda “kılını kıpırdatmamakla” eleştirmektedir.
İttihatçılar ve bunların devamcısı Kemalistler, Türk ulusçuluğunun kurucu kadrolarıdır. Kemalist hareketin Türk ulusçuluğundaki tarihi rolü kuruculuktur. …
Ancak mesele bundan ibaret değildir. Ulus inşa süreci, çok uluslu ve çok kimlikli Anadolu coğrafyasında, diğer kimliklerin ve kültürlerin tarih dışına itilmesiyle eş zamanlı ilerleyen bir süreçtir, aynı zamanda, Türk milliyetçileri için kurucu olan bu tarihsel eylem, diğer halklar için yıkıcı, imhacı ve yok edici bir eylem olarak tezahür eder. Bu nedenle, Kemalist hareket toplumun bir kesimi için kurucu, kurtuluşçu bir hareket olurken, dışlanan diğer kesimler için yıkıcı, imha edici, yok edici bir hareket olmuştur.
… Eğer kendimize sosyalist diyorsak bu her iki bakış açısının dışına çıkmak, ulus inşacı eylemin hem kurucu, hem de yıkıcı boyutlarını birlikte ele almak durumundayız. Cumhuriyet tarihine baktığımız zaman, Kemalist tarih anlatısının dışına çıkmayan, kendini sadece Türk ulusunun inşa süreciyle sınırlayan bir sosyalist bakış karşımıza çıkmaktadır. Kemalist hareketin, ulus kurucu eylemi övülürken, yıkıcı, yok edici eylemi, özenle gözlerden saklanmıştır. İttihatçılıktan Kemalist harekete evrilerek ilerleyen Cumhuriyet tarihinin karanlığa itilen bu boyutunu açığa çıkarmak için, Türkiyeli sosyalistler kılını bile kıpırdatmamıştır. (s. 242)
Ufku milliyetçilikle sınırlı hareketlerin, devrimci milliyetçi de olsalar, genel olarak burada ifade edildiği şekilde, diğer milliyetlerin zararına olan bir eğilimi vardır. Bu Kemalizm’e ve Türk milliyetçiliğine özgü değildir, onunla çarpışan diğer milliyetçilikler de benzer niteliklere sahiptir. Türk uluslaşmasının baskıcı ve asimilasyoncu şekilde yapılmış olmasına karşı çıkıyor ve eleştiriyoruz ama buradan hareketle Türk ulus devlet sürecinin bağımsızlıkçı, anti-feodal, laik, cumhuriyetçi yanlarını olumsuzlamak doğru bir tutum değildir. Aksi halde tarihteki bilimsel, toplumsal veya siyasal vd. hiçbir ilerleme, ilerleme değildir. Çünkü geçmişteki hiçbir ilerleme bizim bugünkü ufuklarımıza ulaşamaz. Böyle bakıldığında Fransız Devrimi de bir ilerleme değildir, Amerikan Bağımsızlık Savaşı da, Amerikan İç Savaşı’nı kölecilik karşıtı tarafın kazanmış olması da, herhangi bir sömürgenin ulusal bağımsızlığını kazanması da… Ancak olgular, olaylar ve düşünceler kendi somut koşulları içinde değerlendirilmelidir ve burada sayılanlar birer ilerlemedir.
Sosyalistleri zamandan ve zeminden bağımsız olarak genelleyip “kılını bile kıpırdatmamıştır” eleştirisi de bir çarpıtmadır. Ulusların ve ulusçulukların çatışmasından ortaya çıkan sorunları aşacak olan, sosyalist harekettir. Sosyalist hareket, hem üstündeki baskılar hem dünya sosyalist hareketinin etkileri hem de ülkenin özgün şartları nedeniyle, 1960’lı yıllara kadar ülke politikasında etkili bir güç olamamıştır. Sosyalist hareket, 1960’ların ilerleyen dönemleri boyunca Türkiye’deki Kürt ulusal sorunu üzerinde açık tartışmaya başlamış ve zamanla politikalarını geliştirmiştir. THKP-C’nin kurucu kadroları Kürt sorununun “Misak-ı Milli temelinde ele alınamayacağını” belirtmişlerdir ancak daha ileri bir çözümleme yapmaya zaman bulamamışlardır. Sonraki yıllarda gerek THKP-C’nin devamcıları gerekse diğer sosyalist gruplar bu anlayışı daha da geliştirmiştir.
Elde ettiğim bilgi birikimi kapsamında, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren “Anadolu’nun Türkleştirilmesi” başlığıyla düşüncelerimi bir dizi yazı halinde Devrimci İşçi sayfalarına taşımıştım. Kemalist hareketin de bir parçası olduğu İttihatçı geleneğin, Türkiye’de demokratik gelişme ve ilerlemenin önünde başlıca engel, ırkçı ve faşizan fikirlerin ana kaynağı olduğu fikrini yazılarımda yansıtmaya çalışmıştım. (s. 243)
Biter, dönüp dolaşıp Taner Akçam’ın tezlerine gelmiş. Buradaki tezlerin somut hayatta ulaştığı noktaları AKP dönemi üzerine olan bölüme gelince göreceğiz.
Mehmet Biter’in 1990’lı yıllarda geldiği bu yaklaşıma, Mahir Çayan 1970 yılında yayımlanan yazısında cevap vermektedir. Mahir Çayan; İdris Küçükömer ve Sencer Divitçioğlu’nun tezlerini şöyle değerlendiriyor:
Bu iki görüşü de (Aybar ile Aren-Emek grubunun görüşleri-bn) çarpıttıran ana nedenler, aslında bu görüşlerden nihai olarak farklı olmayan “İslamcı Doğucu Halk Cephesini” savunan görüşün de temelinde yatmaktadır. Bu görüş daha da ileri giderek “1961 Anayasası üretim güçlerinin gelişmesini engellemektedir. A.P. Türkiye’de kapitalizmi geliştirmekte, dolayısıyla işçi sınıfını objektif olarak güçlendirmektedir. Dolayısıyla A.P. iktidarına ve bu anayasayı değiştirme teşebbüsüne destek olunması gerekir” diyebilmektedir. Bu görüşe göre; Türkiye halkının baş düşmanı Amerikan emperyalizmi- İşbirlikçi burjuvazi- Mütegallibe ortaklığı değil, anti-emperyalist, milliyetçi, asker – sivil aydın zümredir. Ve bu zümreye ne kadar şiddetli tavır alırsa, “Sosyalist gelişim” o denli güçlenir (!). Bu düşünce ile “Türkiye’deki geleneksel yöneticiler” diye adlandırdıkları asker-sivil aydın zümreden yakınan, kendileri için büyük bir tehlike olduğunu söyleyen eski Amerikan büyükelçisi Hare ile AİD yöneticisi Macomber’in düşünceleri, -emperyalizmin görüşü ile- arasında tam bir ayniyet olduğu açıktır. (Çayan, 1970)[4]
Mahir’in burada sözünü ettiği üç görüş Aybar’ın görüşü, Aren-Emek grubunun görüşü ve İdris Küçükömer-Sencer Divitçioğlu’nun görüşleridir. Özel olarak bu paragrafta açılan görüş ise Küçükömer’in Türkiye’de “İslamcı-Doğucu Halk Cephesi”ni ilerici saflar olarak değerlendiren ve toplumsal saflaşmayı bu temelde ele alan görüşüdür. Türkiye toplumunu gerçek sınıf ve siyasal ilişkilerden değil de kısmi ve tepkisel şekilde okuyanlar 1960’larda, 71 yenilgisinden sonra, 80 yenilgisinden sonra, 90’larda ve bugün dönüp dolaşıp benzer yanlışlar yapıyorlar.
Biter, Birgün’e yazdığı antiemperyalizm eleştirisi içerikli bir yazısından söz ediyor ve devamında emperyalizmin dışsal bir olgu olarak görülmesini eleştirerek Mahir’in “yeni sömürgecilik” tezi üzerinde duruyor.
Biz Devrimci Yol hareketi olarak, Mahir’in bize sunduğu bu önemli analizi, çeşitli boyutlarıyla derinleştirerek mantıki sonuçlarına götürmeyi beceremedik. Bu analiz yapılabilseydi bizi, yabancı düşmanı, ırkçı milliyetçilerle anti-emperyalist ittifak kurmaya yönelten geçmiş dönemin politikalarından uzaklaşmamızı sağlayacaktı. Bugün hala, emperyalizmi dış olgu olarak tanımlayan, klasik sömürgecilik dönemine ait görüşlerin saflarımızda canlılığını koruması başka türlü açıklanamaz. (Biter, 2024, s. 257)
Bu anlaşılması zor bölümde önemli bir çarpıtma veya önemli bir yanlış var. Devrimci Yol’un Mahir’in yeni sömürgecilik tezlerini derinleştirememesinin eleştirisini yaparken “yabancı düşmanı, ırkçı milliyetçilerle antiemperyalist ittifak kurmaya yönelten geçmiş dönem politikalarından uzaklaşmak”tan söz ediyor. Bu cümleler Devrimci Yolcuların, ya da onun önceli olan THKP-C’nin ya da onun içinden geldiği MDD hareketinin ırkçı milliyetçilerle ittifak kurduğunu iddia ediyor. İddia, Türkiye gerçekleriyle tutarsız olsa da, aslında, Biter’in kendi diğer tezleriyle tutarlı. Biter, Kemalistleri Türkiye’deki faşizmin en önemli kaynağı olarak gördüğüne göre, Kemalistleri ittifak gücü olarak gören Mahir Çayan da ırkçılarla ve faşistlerle ittifak kurmayı önermiş oluyor. Ancak Biter’in bu “lanetli ittifak”tan kurtaracak düşünceyi de Mahir Çayan’da araması bir tutarsızlık. Irkçı, milliyetçi ve faşistlerle ittifak kurmayı önerdiğini düşündüğü teorisyenle bütün bağları koparmayı önermesi daha tutarlı olurdu. Tabii kendisini tutan yok, kendisi bu bağı koparıp istediği yere gidebilir. Zaten, zorlama akıl oyunlarıyla, Erdoğan’ın başkanlığının desteklenmesi noktasına doğru da gitmiştir.
Biter’in aktardığına göre, Birgün’e yazdığı yazı sonrasında Oğuzhan Müftüoğlu onun “liberallerin kucağına oturduğunu” söylemiştir (s. 256). Müftüoğlu’nun söylediği aktarılan bu sözlerin (eğer böyle kullanılmışsa), ifade açısından uygun değilse de, siyasi olarak haklı bir değerlendirme olduğu görülmektedir.
[1] Burada kast edilen, siyasal eleştirinin açıkça yapılmasıdır. Mahir Çayan ve “ASD’ye Açık Mektup” yazarları bu ifadeyi, o döneme kadar birlikte hareket ettikleri, 1965 sonrası sosyalist hareketin devrimci damarının gelişmesinde önemli katkıları olan Mihri Belli’ye eleştirilerini yaparlarken, onunla birlikte tavır alan eski yol arkadaşlarına dönük olarak kullanmışlardır.
[2] Marx, K ve F. Engels. 2015. Alman İdeolojisi [Feuerbach]. Çev. Sevim Belli. 9. Baskı. Ankara: Sol Yayınları.
[3] Çayan, Mahir. 2008. Toplu Yazılar (2. Baskı). İstanbul: Su Yayınevi
[4] Mahir Çayan. Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori. Aydınlık Sosyalist Dergi, 1970 Ocak.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.