ABD-İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, emperyal otoritenin yeniden tesisi değil, onun nihai krizine işaret ediyor -Batı egemenliğine karşı küresel direnişi zayıflatmak yerine güçlendiren, gerileyen imparatorluğun şiddetli kasılması. Bu açıdan bakıldığında, imparatorluğun taktiksel zaferi, tarihin hükmü haline geliyor: Engellemek istediği çok kutuplu geçişi hızlandıran bir Pirus zaferi.
Haziran 2025’te İran’a yönelik ABD-İsrail askeri saldırısı -İsrail’in Yükselen Aslan Operasyonu ve ABD’nin Gece Yarısı Çekici Operasyonu ile İran’ın savunma amaçlı Gerçek Vaat 3 Operasyonu- kısa vadeli taktik zaferler elde etmesine rağmen, ABD liderliğindeki emperyal çöküşü hızlandıran ve küresel antiemperyalist güçleri kuvvetlendiren derin bir stratejik başarısızlığı temsil etmektedir. Bu yasadışı saldırganlık eylemi, Batı hegemonyasını pekiştirmekten ziyade, gerilemekte olan bir emperyalizmin giderek daha saldırgan hale gelen askeri müdahaleler yoluyla tek kutuplu kontrolünü sürdürme çabasındaki iflah olmaz çelişkilerini açığa çıkardı.
Diplomasinin askeri saldırıya kılıf olarak bir silaha dönüştürülmesi, uluslararası düzenin güvene dayalı yapısında temel bir ihlali temsil etmektedir. Batı, Muskat’taki ABD-İran görüşmelerinin altıncı turunun ilanından hemen sonra, Trump ve Netanyahu’nun tam koordinasyonuyla planlanan saldırıyı başlattı. Böylece diplomasi, çatışma çözümünün bir aracı olmaktan çıkarılıp, önceden planlanmış saldırılar için taktiksel bir hileye dönüştürüldü. Bir açıklamada belirtildiği üzere, “Bu saldırının zamanlaması ve ölçeği, bunun uzun süredir planlanmış, ABD ve müttefiklerinin tam suç ortaklığı ve maddi desteğiyle yürütülen bir askeri saldırı, diplomatik manevra, istihbarat savaşı, sabotaj ve medya manipülasyonu kampanyası olduğu gerçeğinin altını çizmektedir.” Irak’ın yıkımını mümkün kılan kitle imha silahı uydurmalarını yansıtan bu hesaplanmış aldatmaca, Batılı diplomatik girişimlerin güvenilirliğini geri dönülmez bir şekilde sarstı. Müzakerelerin stratejik olarak operasyonel bir kılıf olarak kullanılması sadece iyi niyetli diplomatik katılımın temel ilkelerini ihlal etmekle kalmadı, aynı zamanda Batı’nın gelecekteki herhangi bir diplomatik girişiminin potansiyel askeri hile olarak görülmesi gereken bir emsal oluşturdu ve Batı ile Küresel Güney ulusları arasındaki gerçek diyalog olasılığını temelden baltaladı.
Dahası, Batı’nın “kurallara dayalı düzeninin” hileli doğası, saldırıları takip eden diplomasi sahnesinde tümüyle ifşa oldu. Orwellvari bir tersyüz etme gösterisi içinde Avrupalı güçler saldırganı aklarken kurbanı suçlamak için acele ettiler. Fransa Dışişleri Bakanlığı “İran’ın devam eden nükleer programını” kınadı ve “İsrail’in kendini savunma hakkını” tekrar onaylarken, Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı “başta İran olmak üzere tüm tarafları itidalli olmaya” çağırdı -İsrail’in yasadışı saldırılarına yönelik herhangi bir eleştiriye yer vermemesi ise dikkat çekicidir. Almanya’nın tepkisi ise en ifşa edici olandır: Dışişleri Bakanı İran’ın ilk misillemesinden dahi önce “İran’ın İsrail topraklarına saldırısını şiddetle kınarken” Şansölye Friedrich Merz’in daha sonra şu açıklamayı yaptı: “Bu İsrail’in hepimiz için yaptığı kirli bir iştir… Sadece şunu söyleyebilirim ki İsrail ordusunun bunu yapma cesaretini göstermiş olmasına büyük saygı duyuyorum.”
Bu diplomatik ters yüz etme -yani kurbanların faillere dönüştürülmesi-, Edward Said’in Batı söylemindeki şarkiyatçı mantık kavramının somut bir örneğidir: Müslümanlar, kendilerini sebepsiz saldırılara karşı savunurken dahi, daima irrasyonel saldırganlar olarak sunulmak durumundadır. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin İran’ın nükleer tesislerine yönelik saldırganlığı ve saldırıyı kınamadan “tüm taraflara gerilimi tırmandırmaktan kaçınmaları” yönündeki cılız çağrısı, uluslararası kurumların Noam Chomsky’nin deyimiyle “egemenlerin araçları” olarak nasıl hizmet ettiğini ve sömürgeci şiddeti meşrulaştırmak için sözde tarafsızlığı nasıl kullandığını göstermesi açısından çarpıcıdır. Özellikle 1981’de BM Güvenlik Konseyi’nin 487 sayılı kararı “İsrail’in Irak’ın nükleer tesisine yönelik askeri saldırısını Birleşmiş Milletler Şartı’nın açık bir ihlali olarak kınamış” ve İsrail’den “gelecekte bu tür eylemlerden veya saldırı tehditlerinden kaçınmasını” talep etmiştir.
Bu açık çifte standart, İran toplumunun bilincinde kalıcı bir kırılma yarattı. Batılı güçlerin, sebepsiz saldırganlığı refleks olarak savunup İran’ın meşru savunmasını kınamaları, uluslararası hukuka olan bağlılık iddialarının tüm inandırıcılığını yerle bir etti. Bu ihanet, basit bir diplomatik hayal kırıklığının ötesindeydi; Batı’nın değerler söyleminin, aslında emperyal çıkarlara hizmet eden bir retorik silahtan ibaret olduğunu gözler önüne serdi. Bu zihinsel dönüşümün derinliği, ABD bombardımanlarının gerçekleştiği gün yayımlanan Mohsen Chavoshi’nin “Alaj” adlı şarkısında güçlü biçimde yankı buldu. Şarkının sözleri şöyle diyordu: “İnsanlar! Çare anavatanda. Dünya sadece laftan ibaret; bu savaş kalkana karşı kalkandır. Dünyanın özgür ruhları, kölelerin efendileriyle hesaplaşın!”
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) teknik değerlendirmelerinin araçsallaştırılması, sömürgeci manipülasyonda ders niteliğinde bir uygulamayı temsil etmektedir. UAEA yöneticisinin haziran raporu İsrail ve Batı saldırganlığına yönelik stratejik bir silah haline geldi. UAEA’nın “İran’ın yükümlülüklerini yerine getirmediğini” öne süren siyasi saiklerle hazırlanmış kapsamlı raporunun yayımlanmasından yalnızca bir gün sonra, ABD ve İsrail uzun süredir planladıkları saldırıyı başlattı. Bu bağlamda, Rafael Grossi’nin taraflı doğrulama süreci, İsrail ve ABD’nin UAEA mekanizmalarını önceden planlanmış saldırganlığı meşrulaştırmak için kullanmasıyla birlikte, askeri saldırganlığın zeminini hazırlayan bir sahneye dönüştü. Böylece, Birleşmiş Milletler’in kurumsal ve teknik organlarının, ABD öncülüğündeki emperyalizmin bu tür “bulguları” silaha dönüştürdüğü durumlarda nasıl doğrudan suç ortaklığına sürüklendiği bir kez daha ortaya konmuş oldu.
Sonuç olarak UAEA değerlendirmelerinin, raporlarıyla şiddeti önlemek yerine tetiklemesine izin vererek, nükleer silahların yayılmasını engellemekten ziyade hegemonik çıkarlara hizmet ettiğini açıkça ortaya koymuştur. Bu durum, ajansın Küresel Güney’deki tarafsızlığını ciddi biçimde zayıflatmaktadır. Nükleer silahlanma uzmanı Jeffrey Lewis’in uyarısına göre, bu saldırılar “dünya genelinde yankı uyandıracak” ve pek çok ülke, “nükleer caydırıcılık olmadan hiçbir ülkenin Batı saldırganlığı karşısında güvende olmadığı” sonucuna varacaktır.
İran’ın nükleer tesislerine yönelik ABD-İsrail saldırıları, kısa vadeli taktiksel kazanımlar elde etmiş gibi görünse de, çelişkili bir biçimde, engellemeyi hedefledikleri nükleer silahlanmayı üç ayrı pekiştirici mekanizma yoluyla hızlandırmaktadır: İlk olarak, UAEA denetimi altındaki barışçıl tesislerin hedef alınması, şeffaf ve uluslararası gözetim altındaki bir programı Batı denetiminden çıkararak yeraltına itmekte ve İran’ı denetçilerle işbirliğini sonlandırmaya yöneltmektedir. Böylece saldırganların en çok korktuğu istihbaratın kör noktası fiilen yaratılmış olur. Uluslararası denetime açık bir barışçıl program, ABD ve İsrail rejimleri tarafından hiçbir yaptırım olmaksızın saldırıya uğradığında, ülkeler açısından tesisleri yeraltına taşımak ve dağıtmak, denetçilerle iş birliğini azaltmak veya tamamen durdurmak, hatta gizli geliştirme faaliyetlerini hızlandırmak yönünde bir etki yaratır. Nitekim İran parlamentosu, saldırıdan hemen sonra UAEA ile işbirliğini askıya almayı onaylamış, diğer ülkeler ise bu gelişmeleri dikkatle izlemiştir. İkinci olarak, dış saldırganlık İran içinde benzeri görülmemiş bir iç birlik ve nükleer caydırıcılığa yönelik halk desteği yaratmış; daha önce tartışmalı bir mesele olan bu politika, tüm siyasi yelpazede artık bir ulusal hayatta kalma meselesine dönüşmüştür. Üçüncü olarak, uluslararası anlaşmalara uyan bir ülkeye karşı gerçekleştirilen askeri müdahale, geriye kalan diplomatik güvenilirliği de yok etmiş; böylece, riayetin güvenlik sağlamadığı, azami caydırıcılığın ise tek rasyonel strateji haline geldiği yönünde güçlü ve net bir mesaj vermiştir. Bu da, diğer ülkelerin NPT’ye[1] uyumlanmanın ve UAEA işbirliğinin saldırıya karşı koruma sağlamadığını gözlemledikçe, nükleer silahları “bir tehdit değil, bir kalkan” olarak görmeye başladığı bölgesel bir zincirleme etkiye yol açmaktadır. Bu dinamik, önümüzdeki on yıllar içinde nükleer silaha sahip devlet sayısını ikiye katlayabilir. Sonuç olarak, İran’ın nükleer silahlanmasını önlemeyi amaçlayan saldırılar, bir eski UAEA denetçisinin de belirttiği üzere, aslında bu süreci hızlandırarak İran’ı “önümüzdeki beş ila on yıl içinde bir nükleer silah devleti haline getirmeyi” neredeyse garanti altına almış; böylece bir önleme stratejisi, kendi kendini gerçekleştiren bir nükleer yayılma kehanetine dönüşmüştür.
Nükleer tesislere yönelik saldırıların -uluslararası hukukta açıkça yasaklanmış eylemler olmasına rağmen- normalleştirilmesinde Batı kamuoyunun suç ortaklığı, felaket niteliğinde bir ahlaki çöküşü temsil etmektedir ve bu durum kaçınılmaz olarak Batı’nın kendi çıkarlarına karşı bumerang etkisi yaratacaktır. Gazze’deki soykırım karşısında gösterilen sessizlikte de görülen bu uyuşukluk hali, küresel nükleer güvenliği temelden zedeleyen emsaller yaratmıştır. Koruma altındaki nükleer altyapılara yönelik saldırıların meşrulaştırılması, Batılı devletlerin kendilerinin ortaya koyduğu mantık çerçevesinde, artık kendi nükleer tesislerini de meşru hedeflere dönüştürmüştür. Batı medyasında teknolojik zafer olarak yüceltilen gelişmiş insansız hava aracı (İHA) ve quadcopter suikast operasyonları, yerleşik güçleri temelden dezavantajlı hale getirecek şekilde hassas saldırı yeteneklerini demokratikleştirmiştir. Kentsel alanlara ve altyapıya nüfuz edebilen küçük FPV[2] quadcopterlerin yaygınlaşması -Siyonist rejimin İran topraklarının derinliklerindeki operasyonlarıyla mükemmelleştirdiği taktikler-, Batı’nın çıkarlarını hedef alabilecek asimetrik aktörler için son derece uygun maliyetli modeller sunmaktadır. İranlı bilim insanlarına, yetkililere ve sivillere karşı kullanıldığında alkışlanan bu ölümcül otonom sistemler, kaçınılmaz biçimde Batı topraklarında saldırı planlayan gruplar tarafından da taklit edilecektir. Bu teknoloji artık kontrol altında tutulamaz; savaşın meşru bir biçimi olarak normalleştirildiği anda, bu yöntemler zayıf aktörlerin, teknolojik olarak üstün güçlere karşı avantaj sağladığı evrensel araçlara dönüşür.
Bu bumerang etkisi, yalnızca taktik düzeyde değil, temel güvenlik açıklarına kadar uzanmaktadır. Batı’nın, sivilleri hedefleyecek şekilde rastgele kullanılan quadcopter saldırılarını desteklemesi, savaşta muhariplerle siviller arasındaki ayrımın tamamen silindiği bir savaş biçimini meşrulaştırmıştır. Bir zamanlar dokunulmaz bir tabu olarak görülen nükleer tesislere saldırı örneği, artık Batı’nın kendi nükleer altyapısının da benzer saldırılara sürekli açık hale geldiği anlamına gelmektedir, ki bu tehdit, bizzat Batılı devletlerin savunduğu mantıkla gerekçelendirilebilir durumdadır. Uluslararası hukukun açık ihlallerine verilen Batı kamuoyu desteği, yalnızca ahlaki otoriteyi aşındırmakla kalmamış; aynı zamanda, gelecek kuşakları etkileyecek somut ve kalıcı güvenlik riskleri yaratmıştır.
Bu sistematik medya kampanyası, Herman ve Chomsky’nin on yıllar önce belgelediği propaganda modelini birebir yansıtmaktadır. Batılı medya organları, İsrail’in sebepsiz yere düzenlediği saldırıları, İran aktif şekilde müzakere yürütürken dahi, tutarlı biçimde “savunma amaçlı” olarak çerçeveledi; UAEA’nın çelişkili açıklamalarına rağmen, “yaklaşan nükleer tehdit” iddialarını abartarak yaydı; İran’daki sivil ölümlerini (600’ü aşkın can kaybına rağmen) önemsizleştirirken, İsrail’in askeri kayıplarını ön plana çıkardı ve İran’ın ölçülü tepkisini, “gerilimi tırmandırma” olarak yansıttı.
Irak kitle imha silahları yalanlarını hatırlatan bu açık operasyon, Batı medyasının Küresel Güney’deki güvenilirliğinin çöküşünü hızlandırdı; kitleleri alternatif bilgi kaynaklarına yöneltti. İran kamuoyu açısından bu medya bombardımanı, Batı gazeteciliğinin tarafsızlık iddiasını kesin biçimde maskesiz bıraktı ve bu söylemin aslında emperyal anlatılara hizmet eden “üretilmiş rıza”dan ibaret olduğunu açığa çıkardı. Gerçeğin böylesine pervasızca çarpıtılması -açık saldırganlığın “meşru müdafaa” olarak sunulması, meşru misillemenin ise “terörizm” diye damgalanması- İranlıların Batılı bilgi kaynaklarına bakışını kökten değiştirdi. Bu artık yalnızca medyaya yönelik bir kuşkuculuktan fazlasını temsil etmektedir; halkların sadece Batı’nın çıkarımlarını değil, aynı zamanda dünyayı yorumlamak için kullandığı düşünsel çerçeveleri de reddettiği bir epistemolojik kopuşu tetikledi.
İsrail ve ABD, İran’ın nükleer kapasitesini hedef almanın ötesinde, rejim değişikliği amacıyla hem üst düzey askeri komutanlara yönelik suikastlar hem de sivil altyapıya sistematik saldırılar gerçekleştirdi. Ancak bu strateji, hem İslam Cumhuriyeti’nin askeri direncini hem de İran toplumunun dış saldırıya vereceği tepkiyi yanlış okudu.
Suikast kampanyasının amacı, şok etkisi ve başsız bırakma taktiğiyle İran Devrim Muhafızları’nın misilleme kapasitesini ortadan kaldırmaktı. Birçok üst düzey komutanı şehit etmeyi başarmış olsalar da, İran füzeleri Tel Aviv’i 24 saat bile geçmeden vurdu ve komuta yapısının felce uğrayacağına dair İsrail ve ABD beklentilerini yerle bir etti.
Bunun ardından İsrail, bilerek sivil altyapıyı hedef aldı; özellikle İran devlet televizyonuna ait stüdyoları vurarak halkı kargaşaya sürükleyip bir isyan tetiklemeyi amaçladı. Bu hesaplanmış terör kampanyasında 600’den fazla sivil yaşamını yitirdi, ancak beklenenin aksine, bu saldırılar İran’da siyasi ayrılıkları aşan benzersiz bir ulusal birliğe yol açtı. Bombalar düşerken yayınını sürdüren İranlı bir sunucunun ikonik görüntüsü, direnişin sembolüne dönüştü. Hükümet karşıtları bile, dış saldırı karşısında egemenliği savunmak için kenetlendi. Bir Tahranlı profesörün dediği gibi, “Bizi, hükümetin asla yapamayacağı şekilde birleştirdiler.” Dış saldırılarla yüzleşildiği bu süreçte, devlet karşıtlığı ile ülke savunması arasındaki keskin ayrım ortadan kalktı. Nihayetinde rejim değişikliği beklentisi içindeki muhalif çevreler, İslam Cumhuriyeti beklenmedik bir direnç sergilerken ve İran halkı da bu ani terör saldırısına karşı ordu saflarında birleşirken umutlarının çöküşüne tanık oldu.
Muhalefetin yabancı askeri saldırılara verdiği destek, nihayetinde siyasi açıdan ölümcül oldu. ABD-İsrail saldırısını–açıkça ya da örtük biçimde–destekleyen rejim karşıtı figürler, İran kamuoyundan bütünüyle dışlandı. İranlı sivilleri bombalayan güçlerle aynı safta yer almaları, geniş kesimlerce açık bir vatana ihanet olarak değerlendirildi. Batı medyası, fonlar, Nobel ödülleri ve kültürel başarılar üzerinden uluslararası görünüm inşa eden muhalif isimler, yıllar boyunca biriktirdikleri itibarı bir gecede kaybetti. Ülkelerine bomba yağarken rejim değişikliği çağrısı yapan bu isimler, analistlerin deyimiyle “siyasi intihar” gerçekleştirmiş oldu; bu da onların siyasi alternatif olarak meşruiyetlerini sonsuza dek yok etti.
Sivil kayıplar ve altyapıya verilen ağır hasar, İran toplumunda Amerika ve İsrail karşıtı duyguları daha da derinleştirdi ve askeri saldırılara doğrudan verilen tepkiler olarak yeniden duygusal yankı uyandırdı. Bu duygusal kırılma, İran içindeki direniş yanlısı unsurları güçlendirirken, Batı ile ilişkilerin normalleşmesi umuduyla diplomatik ilişkiler kurulmasını savunan çevrelerin itibarını zayıflattı.
Böylece rejim değişikliği stratejisi, niyetlenen etkinin tam tersini elde etti: İran İslam Cumhuriyeti’ni zayıflatmak yerine, yabancı müdahaleye karşı direniş etrafında iç desteği güçlendirdi; geçerli muhalefet alternatiflerini ortadan kaldırdı ve hükümete, dış saldırılara karşı ulusal egemenliği savunan bir aktör olarak yeniden meşruiyet kazandırdı.
Taktik düzeyde askeri kayıplarına rağmen İran, bu süreçten ulusal bütünlüğün artmasıyla siyasi olarak daha güçlü çıktı. Müzakere sürecinde olan bir ulusa yönelik saldırılar, toplum genelinde direnişe yönelik geniş bir destek yarattı; bu da savunma güçlerini ve Devrim Muhafızları’nın ulusal egemenliğin koruyucusu olarak meşruiyetini güçlendirdi. İran lideri Ayetullah Hamaney’in İran’ın yabancı saldırganlığa “teslim olmayacağı” yönündeki uyarısı, İran toplumunun geniş kesimlerinde yankı bulurken, nükleer bilim insanlarının ve askeri komutanların sistematik şekilde hedef alınması ise, doğrudan İran medeniyetine yönelik bir saldırı olarak algılandı. Bu saldırganlık, İran’ın onlarca yıldır dile getirdiği Batı’nın emperyal niyetlerini de teyit etmiş oldu.
İsrail ve ABD’nin İran içinden terörist saldırılar yoluyla geçici hava üstünlüğü elde etmesi stratejik hedeflerine ulaşmalarını sağlayamadı. Askeri tarihçilerin de belirttiği gibi, taktiksel başarıyı stratejik başarıya dönüştürmek hava gücünün sağlayabileceğinden daha fazlasını gerektirir. İsrail’in 1000’den fazla hava sortisine rağmen, İran’ın nükleer programı yalnızca geçici olarak sekteye uğradı. ABD istihbarat değerlendirmeleri, bu saldırıların İran’ın kapasitesini “sadece birkaç ay gerilettiği” sonucuna vardı. Dahası, ABD istihbarat aygıtı Fordow bombardımanının ne kadar başarılı olduğunu ve zenginleştirilmiş uranyum stokunun saldırıdan önce taşınıp taşınmadığını kesin olarak teyit edemiyor.
Bu belirsiz sonuç, hiçbir emperyal gücün öğrenemediği tarihi dersi doğrulamaktadır: Hava gücü tek başına siyasi hedefleri gerçekleştiremez. Vietnam’dan Afganistan’a, teknolojik üstünlüğün siyasi kontrol sağlayacağı yönündeki yanılgı tekrar tekrar kanıtlanmıştır.
İran’ın Gerçek Vaat III Operasyonu sırasındaki eşi benzeri görülmemiş füze saldırısı, İsrail’in caydırıcılığına, hava savunma mimarisindeki kritik zayıflıkları ortaya çıkararak stratejik bir darbe indirdi. 550’den fazla balistik füze ve 1000’den fazla İHA’nın eşgüdümlü dalgalar halinde fırlatılmasıyla İran, yüksek önleme oranlarına rağmen savunma sistemlerini aşırı yükleyerek etkisizleştirebilecek yoğunluklu saldırılar gerçekleştirme becerisini net biçimde ortaya koydu.
İran’a karşı yürütülen ABD-İsrail savaşı, emperyal askeri üstünlüğün ekonomik olarak sürdürülemezliğini gözler önüne serdi. İsrail, önleyici füze stoklarını üretim kapasitesinden daha hızlı tüketti ve giderek daha pahalı hale gelen ABD mühimmatına bağımlı kaldı. İran’ın görece ucuz dronlar ve füzelerle verdiği asimetrik yanıt, “10.000 dolarlık tek yönlü droneların”, “2 milyon dolarlık bir füze savunma sistemini” tehdit etmesiyle “maliyet-fayda eğrisinin nasıl tersine döndüğünü” ortaya koydu. Çatışmanın maliyetindeki dinamikler, emperyal gerilemenin ardındaki ekonomik denklemi çarpıcı biçimde yansıttı. İsrail, her biri 3 milyon dolar olan Arrow önleme füzelerini, 10.000 dolarlık İran dronlarını imha etmek için harcadı. Bir analistin ifadesiyle bu durum, “tersine çevrilmiş bir maliyet eğrisi” oluşturuyor ve bu denklemin sonu, zafer yoluyla kazanılmış bir iflastır. Bu da, Roma’dan Britanya’ya kadar imparatorlukların askeri aşırı genişleme yoluyla kendilerini tükettikleri tarihsel kalıpları yansıtmaktadır.
İran’ın füze saldırısı üç kritik gerçeği ortaya koydu: İleri düzey taktikler, İsrail’in Demir Kubbe ve Arrow hava savunma sistemlerine nüfuz ederek, en gelişmiş ve en pahalı hava savunma sistemlerin dahi hayati altyapıları artık saldırılara karşı tam koruyamadığını kanıtladı. İran’ın ucuz insansız hava araçları ve füzeleri İsrail’i sürdürülemez oranda milyonlarca dolarlık önleme uçakları harcamaya zorlaması sayesinde İran, maliyet asimetrisini silah haline getirdi. Caydırıcılık erozyona uğradı; çünkü İran, kendi topraklarından İsrail topraklarına doğrudan ve hassas saldırılar düzenleyebileceğini göstererek, İsrail’in zarar görmeyeceği efsanesini yerle bir etti. İran’ın füze saldırısı, en gelişmiş hava savunma sistemlerinin dahi gelişmiş saldırı yöntemlerine karşı kırılgan olduğunu göstererek, İsrail’in caydırıcılığına dair miti yıktı. Bu durumun psikolojik etkisi -İran’dan gelen doğrudan saldırılar karşısında İsrail’in savunmasız kalabileceğinin kanıtlanması- bölgesel güç dengesi hesaplarını temelden değiştirdi.
Askeri desteği sınırlı oranda sağlamakla beraber, Çin ve Rusya’nın sergilediği diplomatik dayanışma jeopolitik bölünmelerin sertleştiğine işaret etti. Çin’in “İran’ın egemenliğinin ihlalini” kınaması ve Rusya’nın “tamamıyla sebepsiz saldırganlığı” kınaması alternatif güç yapılarına doğru bir konsolidasyonu simgeliyordu. Hatta geleneksel ABD müttefikleri bile itidal çağrısı yaparak, emperyal mimarideki çatlakları gözler önüne serdi.
Bu saldırgan savaş, eleştirel analistlerin emperyal gerilemenin “çaresizlik evresi” olarak tanımladığı, egemen güçlerin kontrolü sürdürmek için giderek daha pervasız askeri maceralara başvurduğu dönemi temsil etmektedir. Geniş bir uluslararası desteğin sağlanamaması, Amerikan kamuoyundaki iç muhalefet ve aceleyle başlatılan ateşkes müzakerelerin nihai gerekliliği, tek kutuplu egemenlik gücü iddiasının sınırlarını açıkça ortaya koymuştur.
Bu saldırganlık, Batı’nın İran’la uzlaşmak değil, onu yok etmek istediğini kesin olarak teyit etmiştir. Ne diplomatik etkileşim ne de ihtiyatlı davranış, İran’ı ABD öncülüğündeki emperyal şiddetten koruyabilmiştir. Bu acımasız netlik, İran’ın -ABD hegemonyasına karşı birleşen bir Doğu bloğu inşasına doğru- Çin, Rusya ve Kuzey Kore ile kapsamlı entegrasyona yönelişini hızlandırmaktadır. Ekonomik bağların ötesinde, İran artık bir politika tercihi olarak değil, varoluşsal bir gereklilik olarak bu güçlerle tam kapsamlı askeri koordinasyona yönelmektedir. Ateşkesten hemen sonra İran Savunma Bakanı’nın Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) savunma bakanları toplantısı için Çin’e yaptığı ziyaret bu stratejik yeniden düzenlemenin sinyallerini vermiştir. Savaş, küresel kutuplaşmayı keskinleştirerek hızlandırmıştır: Çok kutuplu düzen, yavaş geçişlerle değil, sert biçimde ayrışan cephelerle ortaya çıkmakta ve Batı’nın ateş gücü bu dinamiği tersine çevirememektedir.
Saldırılar, İran’ı yalnızlaştırmaktan ziyade, onu Batı tahakkümüne karşı direnişin başat gücü olarak daha da meşrulaştırdı. Bu saldırgan eylem, İran’ın uzun süredir savunduğu emperyal güçlerle uzlaşmanın imkansız olduğu yönündeki tutarlı tezini doğruladı ve bölgede ve ötesindeki antiemperyalist hareketleri güçlendirdi. İran’ın füze saldırıları, salt askeri hesapların ötesinde bir yankı uyandırdı ve Gazze’deki soykırıma karşı Batı’nın suç ortaklığından dehşete düşen halklar nezdinde yükselen desteği ateşledi. Uluslararası kurumların Siyonist rejimin zulmünü ele almadaki başarısızlığını izleyen milyonlarca insan için İran’ın füzeleri Siyonist saldırganlığa karşı on yıllardır görülen en güçlü direnişi temsil ediyordu.
Bu an, İran’ı “aykırı” ve “gerici” bir devlet olarak resmeden onlarca yıllık şarkiyatçı karikatürü yerle bir etti. Bunun yerine İran, Batı Asya’da en etkili ve en ilkesel güç olarak öne çıktı ve adalet, haysiyet ve cezasızlığa gerçek bir son verilmesini talep edenlerin özlemlerini somutlaştırdı. İran’ın bu meydan okuması, bölgesel olasılıkları yeniden tanımladı ve devam eden soykırıma suç ortaklığı eden devletlerin ahlaki iflasını da gözler önüne serdi.
İran’ın aynı anda hem İsrail’le hem de ABD ile doğrudan -daha önce intihar olarak değerlendirilen bir hamle ile- karşı karşıya gelmesi Küresel Güney’de geniş yankı uyandıran bir özgüveni ortaya koydu. Bir Arap yorumcunun belirttiği gibi, “Hükümetlerimizin sadece hayalini kurduğu şeyi yaptılar.”
Haziran 2025’teki bu saldırganlık, önceki emperyal maceralarda olduğu gibi, emperyal gerileme sürecini durdurmak yerine hızlandırdı. ABD ve İsrail, diplomatik çözüm yolları yerine askeri çatışmayı tercih ederek Batı emperyalizminin sadece güce saygı duyduğuna dair tezleri doğruladı. Saldırılar, nükleer caydırıcılığın nihai egemenlik garantisi olmaya devam ettiğini; hava üstünlüğünün siyasi dönüşümü sağlayamayacağını; yüksek teknolojiye dayalı militarizmin yapısal sınırlamalara sahip olduğunu ve emperyal şiddetin gücü değil zayıflığı temsil ettiğini açık biçimde ortaya koydu.
Küresel çapta antiemperyalist güçler için İran’ın direnişi, hem taktiksel dersler hem de stratejik ilham kaynağı olmuştur. Ezici askeri üstünlüğün siyasi hedeflere ulaşmadaki başarısızlığı, istikrarlı direnişin hâlâ mümkün olduğunu göstermektedir. Tarihçilerin gözlemlediği gibi, “Her imparatorluk kendini ebedi sanır, ta ki çöküş anı gelene dek.”
ABD-İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, emperyal otoritenin yeniden tesisi değil, onun nihai krizine işaret ediyor -Batı egemenliğine karşı küresel direnişi zayıflatmak yerine güçlendiren, gerileyen imparatorluğun şiddetli kasılması. Bu açıdan bakıldığında, imparatorluğun taktiksel zaferi, tarihin hükmü haline geliyor: Engellemek istediği çok kutuplu geçişi hızlandıran bir Pirus zaferi.
[Monthly Review’de yer alan İngilizce orijinalinden Didem Kris tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
[1] Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (Non-Proliferation Treaty)
[2] Birinci şahıs görüşlü (First Person View)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.