Dün kanla denenen ve ulaşılamayan 400 vekil hedefine, bugün bu yeni-Osmanlıcı projeyle ulaşılabilecek mi
Kürt siyasi hareketi her sene 19 Temmuz 2012’de gerçekleşen “Rojava devrimi”yle ilgili kutlama mesajları yayınlar. Bu mesajlarda ise hem IŞİD’le mücadele hem de bu mücadelede kadınların oynadığı rol özellikle ve doğal olarak vurgulanır. Bu sene de geleneksel bir şekilde hareketin legal kanadı olarak DEM Parti konuya dair bir kutlama mesajı yayınladı; ancak bu seferki açıklama geçmiştekilerinden büyük ölçüde farklıydı. Bu seneki açıklamaya göre Rojava devrimi “Esad diktatörlüğüne karşı Kobane’de başlamış ve ardından da tüm Kuzey ve Doğu Suriye’ye” yayılmıştı. Ayrıca açıklamada IŞİD’e ve diğer cihatçı çetelere karşı verilen mücadeleden bahsedilmiyor, bunların destekçilerinin kim olduğuna dair de tek kelime edilmiyordu.
Tepkiler nedeniyle ertesi gün silinen bu açıklamanın anlamı üzerinde duracağız ama öncelikle on üç yıl öncesine gidip “Rojava devrimi”nin sahiden de “Esad diktatörlüğü”ne karşı başlayıp başlamadığı sorusunu yanıtlamamız gerekiyor. Çünkü o soruya vereceğimiz yanıt bugün yaşadıklarımızı anlamamızı kolaylaştıracak, oradan çıkıp bugünlere gelebileceğiz.
Suriye’den Türkiye’ye uzanan yollar
Emperyalist müdahalenin ve cihatçı terörün başlamasının üzerinden yaklaşık on beş ay geçmişken, yani 2012 Temmuz’unda, askeri açıdan son derece sıkışmış bulunan Suriye devleti, bu sıkışıklığı aşabilmek adına ülkenin kuzeyinden askeri güçlerini çekmiş ve bu güçleri kritik şehirlere konuşlandırmıştı, öncelik bu şehirlerin korunmasıydı. Dahası, boşaltılan yerleri Suriye’deki Kürt güçlerinin dolduracağı bilindiği için, müdahalenin en aktif unsurlarından Türkiye’nin kucağına sınırın diğer tarafında da bir Kürt sorunu bombası bırakılmış olacaktı bu sayede.
Dolayısıyla “Rojava devrimi” Şam yönetimine karşı başlamadı, Suriye Kürtlerinin Esad’a karşı ayaklanması gibi bir durum söz konusu değildi, Suriye devleti ile YPG arasındaki çatışmalar süreci belirlemedi. Esas mesele Suriye ordusunun ülkenin bütününde varlık gösterecek bir gücünün olmaması ve bu nedenle stratejik kentlere doğru çekilmesi, ortaya çıkan boşluğu da PYD’nin doldurmasıydı.
PYD-YPG’nin Suriye’nin kuzeyindeki hâkimiyeti Türkiye’nin içerisinde yeni bir çözüm sürecinin tetikleyicisi oldu. Suriye’de rejimi değiştirmek isteyen iktidar, sadece cihatçılarla değil YPG ile birlikte de Şam’a yürüme planları yapıyordu. Yılın sonlarına doğru iktidar cenahından sürece dair sinyaller gelmeye başladı ve 2013’ün ilk günlerinde, 3 Ocak’ta, Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın Öcalan’ı ziyaretine izin verildi. Sadece altı gün sonra ise Sakine Cansız ve iki PKK’lı kadın daha Paris’te öldürülecek, yeni açılıma direnenlerin başına neler geleceğine dair mesaj bu operasyon aracılığıyla verilecekti.
Şubat ayında Hakan Fidan’ın Öcalan’la görüştüğü açıklanırken, yine aynı ay içerisinde Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve Altan Tan’dan oluşan yeni bir heyetin İmralı’ya gitmesine izin verildi. 28 Şubat günü ise “görüşme tutanakları” Milliyet gazetesinde yayınlandı. Sürecin hızlanmasıyla birlikte Öcalan’ın silahların susması doğrultusundaki çağrısı Newroz’da, yani 21 Mart günü Diyarbakır’da okundu, iki gün sonra da PKK ateşkes ilan ettiğini açıkladı.
Nisan ayının başlarında iktidar 62 kişiden oluşan bir “Akil İnsanlar Heyeti” kurulduğu açıklandı. Aynı günlerde Öcalan PKK militanlarına sınır dışına çıkma talimatını verdi ve örgüt Mayıs ayı başından itibaren Türkiye’den çekilme sürecine girdi. Aynı günlerde Gezi direnişi başlayacak ve Kürt hareketi tam da yeni açılıma denk gelen Gezi’ye yaklaşımını belirlemekte zorlanacaktı.
Yaz aylarından itibaren süreç bir duraklama yaşadı ve PKK geri çekilmeyi durdurdu, yılın sonuna doğru ise neredeyse tamamen dondu. O esnada, 21 Ocak 2014 tarihinde Rojava’da demokratik özerklik ilan edilecek, YPG-IŞİD çatışması başlayacak, yılın sonlarına doğru, yani Eylül ayında ise IŞİD Kobane’yi kuşatacaktı. 2014 Newroz’unda da Öcalan’ın bir mektubu okunmuş ama çözüm sürecinde yıl boyu somut bir ilerleme sağlanamamıştı. 6 Ekim günü Doğu ve Güneydoğu’da IŞİD’i ve iktidarın IŞİD’e yönelik desteğini protesto için binlerce kişi sokağa çıktı. 41 kişinin yaşamını yitirdiği bu gösteriler ancak Öcalan’ın çağrısıyla sona erdi. Aynı ay içerisinde güvenlik güçleri ile PKK arasındaki çatışmalar da yeniden başlamıştı.
Sürecin zirve noktası 28 Şubat 2015’teki Dolmabahçe zirvesiydi. Bu zirvede AKP’li ve HDP’li heyetler bir araya geldiler ve üzerinde müzakere edilecek 10 maddelik bir metin kabul edildi. Aynı yılın Newroz’unda Öcalan’ın bir mektubu daha okunacak, bu mektubun okunmasından sadece beş gün sonra, yani 22 Mart’ta Erdoğan Dolmabahçe Mutabakatı’nı reddettiğine dair güçlü mesajlar verecekti. 17 Mart günü ise Selahattin Demirtaş partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Erdoğan’a üç kere “seni başkan yaptırmayacağız” diye seslenmişti.
Demirtaş’a bu açıklamayı yaptıran gelişme Erdoğan’ın 7 Mart günü Gaziantep’te toplu açılış töreni adı altında düzenlenen seçim mitinginde yaptığı konuşmaydı. Erdoğan o konuşmada başkanlık sistemine geçişten ve yeni anayasadan bahsetmiş ve aynen şöyle demişti:
Şimdi ne diyoruz, 7 Haziran’da bir seçim var mı? Bu seçimde Türkiye’yi, yeni Türkiye hedeflerini, yeni anayasasına, başkanlık sistemine, çözüm sürecini güçlendirerek kavuşturmak için hazır mıyız? Kardeşlerim, 400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün.
7 Haziran’dan 1 Kasım’a: Kurşun ayları ve seçimsizleştirme
Erdoğan az önce de belirttiğim üzere 22 Mart’ta Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımayacağının sinyalini vererek aslında fiilen çözüm sürecinin bitişini ilan etmişti. Sürecin resmi olarak bitişi ise 7 Haziran seçimlerinden sonra söz konusu olacaktı. İktidar partisi, alınacak 400 vekille referanduma gitmeksizin anayasayı değiştirme ve başkanlık sistemine geçme planları yaparken tek başına hükümet kuracak vekil sayısına dahi ulaşamayacaktı.
Aynı günlerde Suriye’de YPG’nin iktidarın İhvancı ve emperyal dış politikasına dahil olmayacağı da görülecek ve içerideki seçim yenilgisiyle Suriye’deki planların suya düşmesi üst üste gelecek ve iktidar strateji değişikliğine gidecek, ülke bambaşka koşullarda yeniden seçime götürülecekti. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir iktidar fiili ya da resmi olarak “ben seçim sonuçlarını tanımıyorum” dememişti ama şimdi AKP fiilen sonuçları tanımıyor ve ülkeyi adım adım tekrar bir seçime hazırlıyordu.
Erdoğan hükümeti kurma görevini 9 Temmuz günü, yani seçimlerden üzerinden bir ay geçmişken Davutoğlu’na vermiş ve Davutoğlu da 40 gün sonra 18 Ağustos’ta görevi iade etmişti. Erdoğan ise teamül gereği ikinci parti olan CHP lideri Kılıçdaroğlu’na görevi vermek gibi bir işe girişmeyecek ve 26 Ağustos’ta seçimlerin yenileceğini açıklayacaktı. Türkiye tarihinde ilk kez iktidar sonuçlarını beğenmediği için tekrar bir seçime gidiliyordu.
Peki Türkiye 1 Kasım günü yapılacak olan seçimlere nasıl götürüldü, 7 Haziran-1 Kasım arası neler yaşandı? Bu soruya en kısa haliyle şöyle bir yanıt verilebilir: Bu “kurşun ayları”nda tam 862 kişi yaşamını yitirdi. Sürecin ve ateşkesin Temmuz ayında sona ermesinin ardından beş ay boyunca süren bu karanlık dönemin en kanlı saldırılarının ilki Suruç’ta, ikincisi ise Ankara’da gerçekleşti. 20 Temmuz günü, IŞİD militanları Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi 33 genci Suruç’ta katletti. Daha büyük bir saldırı ise 10 Ekim günü Ankara’daki Emek, Barış ve Demokrasi mitinginde gerçekleşti ve ülke tarihinin bu en kanlı katliamlarından birinde 109 kişi yaşamını yitirdi.
Ülkenin planlı, programlı bir şekilde korku siyasetiyle ve kan ve barut kokusuyla götürüldüğü 1 Kasım seçimlerinde iktidar 400 vekile yine ulaşamadı ama rejim inşasının devam etmesi için gereken sayıya ulaştı ve yeniden tek başına iktidar olmayı başardı.
Yeniden 400 vekil, yeniden seçimsizleştirme
Bugünden geriye doğru bakıldığında, 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananların Türkiye’nin seçimsizleştirilmesi sürecinin bir parçası olduğunu çok net bir şekilde görebiliyoruz. Tekrar pahasına söyleyelim, ülke tarihinde ilk kez bir iktidar fiilen seçim sonuçlarını tanımadı, beş ay içerisinde yeniden sandık kurdu ve aylara yayılmış bir toplumsal mühendislik projesi dâhilinde o tekrar seçimi kazandı.
Bugün yine bir “çözüm süreci”nin ortasındayız ve bugün de aslında esas meseleyi “400 milletvekili verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün” cümlesi oluşturuyor. Dün savaşla istenen şeyin bugün “barış”la isteniyor olması meselenin özünü değiştirmiyor, Erdoğan yeni bir anayasa ve sonsuz iktidar istiyor. Bunun için de ortağı Bahçeli’nin büyük desteğiyle yeni anayasaya doğru giden yolun taşlarını adım adım döşemeye devam ediyor.
Öcalan’a açılan alan, PKK’nın silah bırakması, Meclis’te kurulacak komisyon vs. bunların hepsi -elbette ki dış politika ayağı olmakla birlikte- özü itibariyle bununla ilgili, atılan her adım bunun için atılıyor. Uçum’un “referandumsuz anayasa değişikliği olmaz” açıklamalarına itibar edilmesin, iktidar o anayasayı referandumda kabul ettirmenin nasıl zor olduğunu biliyor ve Meclis’te 400’ü arıyor, referandum ise şimdilik B planını teşkil ediyor.
DEM’in Rojava’ya dair bugüne kadarki bütün açıklamalarında IŞİD’e ve diğer cihatçı çetelere işaret ederken -gelen tepkiler nedeniyle silmesine rağmen- son açıklamasında bunların hiçbirine değinmeyip “Esad diktatörlüğü”nden bahsedişi, zamanın ruhuna tam olarak denk düşüyor. Barrack’ın “Osmanlı milleti” güzellemelerine Bahçeli’nin “Kürt ve Alevi cumhurbaşkanı yardımcıları” çağrısı eşlik ederken, yani yeni-Osmanlıcı proje işlemeye devam ederken Kürt siyaseti de buna uyum sağlayacak bir söylem ve eylem değişimine gidiyor, iktidarla ortak bir yolda yürümenin hesapları yapılıyor.
Peki dün kanla denenen ve ulaşılamayan 400 vekil hedefine, bugün bu yeni-Osmanlıcı projeyle ulaşılabilecek mi? Bu sorunun yanıtını muhalefetin neyi, ne kadar göze alabileceği ve bu projenin karşısına bir alternatif olarak nasıl bir projeyi koyacağı belirleyecek. “Bir başkanlık uğruna” Lübnanlaştırılmak istenen Türkiye’yi savunmak için emeği, yurttaşlığı, laikliği, cumhuriyeti, bağımsızlığı, antiemperyalizmi bir araya getirmiş, bunları halkla buluşturan, halkı özne haline getiren bir siyaset şart. Aksi durumda Lübnan, Irak, Suriye örnekleri karşımızda duruyor.
Kaynak: soL
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.