Üretimden bahsedilmemesinin temel sebebi de tam olarak proletaryanın devrimci rolünün reddiyesiyle beraber kurgulanan “toplum” biçimiyle alakalıdır. Ulus-devletçi burjuva-proletarya birlikteliğinin dışında komün! İşte “demokratik sosyalizm” perdesinin arkasında saklanılmaya çalışan gerçeklik bu
Abdullah Öcalan’ın son yayımlamış olduğu “Perspektif” yazısıyla başlayan tartışmalar, Marksizm’e eleştirilerin de dozunu arttırdı. Son 20 yılda Abdullah Öcalan’ın Marx hakkında eleştirileri zaten mevcuttu. Ben burada şimdiye kadar yaptığı tüm eleştirileri değil ama öne çıkan birkaç eleştirisinin, Marx’ın anlattığı bir dünyaya ait olmadığını göstermeye çalışacağım. Yine son zamanlarda ulusal harekete vurmanın kolay olduğu düşünülen konulara ise girmeyeceğim. Marksizm’e dönük eleştirilere verilen sosyal-şoven tandanslı cevapların karşısında Marksist yöntemden ayrılmadan bu konulara cevap verileceğini düşünüyorum.
“Yargıç, elbette ben kendi davam olamam; ama kabul edersiniz ki eleştirmenlerim benim hiç yazmadığım şeyleri bana karşı alıntıladığında bu can sıkıcıdır”
Nekrasov
“Marx’ın zamanında bunlar yoktu. Sümer toplumu araştırmaları daha ortaya çıkmamıştı, bu nedenle onu suçlayamayız. Marx sınıflarla başlatır tarihi.”
A. Öcalan
Bu alıntıdan başlamak doğru olacaktır. Bu yaklaşım, Marx ve Engels’in zaten kendisini düzeltmiş olduğu gerçekliği bilinçli ya da bilinçsiz olarak atlamaktadır. Marx tarihi sınıflar savaşı ile başlatmış olsaydı eğer binlerce yıllık komünal toplumları da böyle görmemiz gerekirdi. Ancak bu bilindik yanlışın kökü Komünist Parti Manifestosu’na uzanmaktadır.
“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir.” Komünist Parti Manifestosu’nun “Burjuvalar ve Proleterler” başlığının giriş cümlesi. Ama çoğumuzun yaptığı gibi dipnotlar, önsözler atlanılarak okunmaya başlandığında bu Marx-Engels’e geldiğinde kritik hatalara yol açabilir. Bu alıntı da bunlardan birisidir.
Engels bu konuya dair zaten Komünist Parti Manifestosu’nda şu dipnotu eklemiştir: “Yani, tüm yazılı tarih. 1847’de, toplumun tarih öncesi, kayıtlı tarihten önce var olan sosyal örgütlenme, neredeyse hiç bilinmiyordu.” (Komünist Parti Manifestosu Engels- dipnotlar)
İlginçtir ki “Perspektif” yazısında aynı kalıp -yazılı tarih vurgusu dahil- A. Öcalan tarafından da kullanılmıştır: “Sonuçta benim düşüncem bu ayrımın hem tarihte geçerli olduğu tarihsel materyalizm bir sınıf savaşı değil de, savaş da demeyeyim, komün ve devlet ikilemi biçiminde geçmiştir. Bütün tarih bundan ibarettir. Yazılı tarih özellikle.”
Marx sınıflarla başlatır tarihi. Oysa sorunsallığın başlangıcı sınıfla değil, kadın toplumsallığı etrafında gelişir. Bilebildiğimiz kadarıyla bu sorunsallık da uygarlıkla sonuçlanır. (Abdullah Öcalan-Perspektif)
Bu konuyu açıklamak üzere Bese Hozat şunları diyor:
Tarihin ilk çelişkisi kadın-erkek arasındaki çelişkidir. İlk toplumsallık, kadın etrafında gelişen toplumsallıktır ve bu da dönemin komünal yaşamıdır. Önder Apo, sınıf çelişkisini inkar etmiyor; tarihsel sürecin bundan ibaret olmadığını ve daha derin çelişkilerin de olduğunu söylüyor.
Tarihin ilk çelişkisi üzerine Engels’in Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni’ne baktığımızda şunu göreceğiz:
Bugünse şunu ekleyebilirim: Tarih sahnesine çıkan ilk sınıf karşıtlığı, erkek-kadın karşıtlığının tek eşli evlilikteki gelişimiyle, ilk sınıfsal baskı da, kadın cinsinin erkek cinsi tarafından baskı altına alınmasıyla çakışır.
…
Bir başka deyişle, dönemin toplumunun âdetine göre, erkek aynı zamanda yeni yiyecek kaynağının, yani hayvanların ve sonrasında yeni emek aracının, yani kölelerin sahibiydi. Ne var ki, aynı toplumun âdetine göre, çocukları onun mirasçısı olamazdı.
Buradan sonraki ailenin evrimi, miras hakkının kömünden aileye geçişi, daha sonra da aile biçimlerinin değişimi ve hayatın her alanında (aile içi dahil) kadının tarihsel yenilgisi gerçekleşiyor.
Ana hukukunun yıkılması kadın cinsinin dünya ölçeğindeki tarihsel yenilgisiydi. Erkek evde de dizginleri eline aldı, kadın alçaltıldı, esaret altına alındı, erkeğin keyfinin kölesi ve basit bir çocuk yapma aleti oldu. Kadının (özellikle Kahramanlar Çağı’nın ve daha önemlisi Klasik Çağ’ın Yunanlarında açıkça görülen) bu alçaltılmış konumu adım adım yaldızlandı ve perdelendi, hatta yer yer daha hafif bir biçime büründürüldü, ama kesinlikle ortadan kaldırılmadı. Erkeklerin böylece kurulmuş bulunan tek başına egemenliklerinin ilk sonucu, kendisini, bu noktada ortaya çıkan ara aile biçimiyle, yani ataerkil aileyle gösterir.
Komünal toplumların son evresinde başlayan işbölümü, kadın-erkek, kafa-kol ve daha sonraları kent-kır arasındaki çelişkileri de derinleştirmiş, maddi yaşamın üretim ve yeniden üretim koşullarında köklü değişikliğe sebep olmuştur.
Tüm bu çelişkileri içinde barındıran, kendisi de aile içindeki doğal iş bölümüne ve toplumunun birbirinden ayrı ve birbirine karşıt ailelere bölünmesine dayanan iş bölümü, aynı zamanda, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da işin ve onun ürünlerinin bölüşümünü, daha doğrusu eşitsiz bölüşümünü; yani, rüşeym halini, ilk biçimini şimdiden, kadının ve çocukların evin erkeğinin kölesi olduğu aile içinde gördüğümüz mülkiyeti de içinde barındırır. Aile içindeki, elbette bu henüz çok kaba, gizli kölelik, ilk mülkiyettir ve bu mülkiyet, daha bu aşamada bile, mülkiyeti başkalarının işgücü üzerinde hak sahibi olmak olarak tarif eden modern iktisatçıların tanımına eksiksiz uymaktadır. Üstelik, iş bölümü ve mülkiyet, özdeş ifadelerdir: Birinde faaliyet bağlamında söylenen şey, ötekinde faaliyetin ürünü bağlamında söylenmektedir. (Alman İdeolojisi, Evrensel Basım sf. 39)
Haliyle konu bağlamında komünal toplumun çözülüşü, özel mülkiyetin ortaya çıkışı, tek eşli (belki de sadece kadının uyması gereken bir kural olarak) miras hakkının babadan geçmesi için yeni uyarlamalar ve devlet mekanizmalarının anladığımız biçimlere bürünmesi diye devam etmektedir.
Burada “ilk çelişki” vurgusu zaten Engels tarafından da yapıldığını da göstermekti niyetim. Ancak ilk çelişkinin ortaya çıkma koşullarını da yukarıda kısa paragraflarla belirtmeme rağmen daha da derinlemesine incelendiğinde onun da sebebinin üretim, yeni üretim ve üretim kuvvetleri-üretim araçları, artı-ürün üzerinde gerçekleştiğini görmüş olacağız.
Haliyle buradaki sınıflaşmanın kökenlerini arama zorunluluğu zahmetinden kurtulunmuş bir formül ortaya çıkıyor. Abdullah Öcalan’ın ısrarla vurguladığı; komün-devlet arasındaki ikilem, savaş da değil, çelişki de değildi. Yani Marx, Abdullah Öcalan’a göre; “Tarih -yazılı tarih- devlet ve komün arasındasında geçen ikilemdir” demeliydi. Bir bakıma fizikte aranan “her şeyin teorisi” bulunduğu sanılıyor ama bütün bağlarından kopmuş bir gerçeklikte “her şeyin teorisi”.
Eğer tarihi “ezenler-ezilenler, yönetenler-yönetilenler, sömürenler- sömürülenler” genellemeleri yapıp bırakmayacaksak temel şeyler yapmamız gerekir. “Sınıf savaşımı tarihi”nde yani; üretim ilişkileri, sınıflar, ekonomik, toplumsal bir bütün, her tarihsel kesitte bize kendisini farklı göstermiştir. Bunların kendi iç ilişkileri ve çelişkileri, toplumsal-ekonomik konumlanmaları, ilişkileri ve çelişkileri bütünüyle ele alınması zorunluluğu vardır. Efendi-köle, feodal-serf, burjuva-işçiye kadar. Bu değişimler de sınıf savaşımlarıyla açığa çıkmıştır. Tüm bunlar ekonomik, kültürel, siyasal, hukuksal vb. farklılık içindedir. Bu farklılıklar da “devlet-komün” ikiliği içinde silikleşmeyecek farklılıklardır.
Çünkü ilk dönemdeki komünlerde de olduğu gibi birey-komün arasındaki çelişkiler, ürün-birey-komün arasındaki ilişkiler, üretim aracı-aracın mülkiyeti ve kullanımı arasındaki ilişkiler, tüm bunların doğayla ilişkisi açıklanmaya muhtaçtır. Ama bunların sınıf ve sınıflar arasındaki ilişkilerin savaşım ilkesinin gücünü zayıflatıp, bunun yerine başka çelişkileri esas belirleyen haline geçirmeye çalışırsanız, sınıf savaşının esas belirleyen olduğu iddiasından vazgeçerseniz; elinizde tek bir yöntem kalır, aynı devlet-komün ikiliğinde önerildiği gibi, müzakere yöntemi. Mevcut kapitalist devleti yıkan değil, onu demokrasi yoluyla ehlileştiren, onu ehlileştirirken de mevcut kapitalist mülkiyetin sonlanmasını değil, komünlerin gelişmesiyle de bu kapitalist tekelleri boğmak önerilir. Zaten bir kere sınıf savaşını reddiyesi söz konusu olmaya başlandığında kapitalist devlet de yıkılması değil etkisizleştirilmesi gereken bir aygıt haline gelir. Ve bugün çokça dillendirilen “sınıf eksenli politikanın yetersizliği-anlamsızlığı” tekrar edilir.
Sınıf savaşının reddiyesi yapıldığında ya da önemini yitirdiğini anlatılmaya başlanıldığında eldeki yöntem -müzakere yöntemi- tüm tarihe yayılmış olarak anlatılmaya başlanır. Tarihin kırılma anlarındaki sınıf savaşları da buharlaşır. Bunun yerine tabanda gelişen komünler (demokrasi güçleri, demokratik uygarlık bileşenleri) ile yönetici konumundaki devlet arasındaki müzakereler, demokrasi mücadelesiyle geçmiş bir tarihsel anlatı elimizde kalır. Aslında Marx’ın döneminde de ekonomi-politikçilerin yaptığı kapitalizmi başsız-sonsuz ilan eden “nicelikçiler” Abdullah Öcalan’da da komün-devlet arasındaki ikilem anlatısıyla tekrar edilir. Onlara göre de toplumsal evrim kapitalizmde sonunda insana en uygun biçime bürünmüştür. Zaten kapitalist ilişkiler “avcı-balıkçı” ya da adaya düşmüş Robinson örneklerinde olduğu gibi zaten binlerce yıl önce de kuruluyordu. Aynı tarihsel nicelikleştirme devlet-komün ikiliği içinde de kurulmuş oluyor.
Peki neden burjuvazi dahil bu görüş nedeniyle (“Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir”) Marx’a yönelik eleştirilerini sunar?
Burada unutulan başka bir gerçeklik daha var. O da şu: “Şimdiye kadar toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir” formülasyonu, Marks’a değil, burjuvazinin kendisine aittir! O yıllarda bile bu görüş burjuvaziye ait olduğu bilinirken, tartışmalar her zaman Marx üzerinden gerçekleşmiştir. Bu görüş burjuvazinin devrimci dönemlerinde dillendirilmesine rağmen daha sonraları hasır altı edilmiştir. Hatta bu görüşün aynısını savunan F. Guizot daha sonra Marx’ı da Paris’ten sürgün edenlerin başında gelmektedir. Burjuvazi bu görüşten kaçmıştır çünkü Komünist Parti Manifestosu yayımlandığı tarihten sonra Avrupa’da 1848 devrimleri gerçekleşmiş, bu sefer proletarya ile dönemin burjuvazisi karşı karşıya gelmiş, burjuvazinin “tahtı” tüm Avrupa’da sarsılmıştır. Burjuvaziye özgü tutarsızlık hemen bu konuda da kendisini göstermiştir.
Asıl sorulması gereken şey, neden bu tartışmanın burjuvaziyle değil de Marx ile gerçekleştirildiğidir… Buna da küçük bir cevap vermemiz gerekir.
O dönemin ütopik sosyalistleri dahil, mülksüzler, işçiler, köylüler, burjuvazi ve tüm diğer katmanlar ile feodaller arasındaki savaşa evet diyenler, burjuvazi ve işçi arasındaki sınıf savaşına sıra geldiğinde birden kendi söylediklerini de unuttular hatta kendi söylediklerine de düşman oldular. Burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf savaşına geldiğinde sıra “demokrasiden, toplumsal barıştan” söz etmeye başladılar.
Komünist Parti Manifestosu bu açıdan bile tarihsel bir kırılmayı beraberinde getirdi. Bir kriz tespitinde bulunan Marx, hızlıca bu krizi devrimci biçime dönüştürecek örgütlülüğü sağlamayı hedefledi. Haliyle 1848 devrimleri geldiğinde, çelişkiyi “işçi sınıfı ve burjuvazi” olarak ortaya koyan, savaşı da buradan yükselten bir mekanizmaya karşı da tutarsız burjuvazi, kendi söylediği sözden caydığı gibi kendi demokrasisinden de caydı.
Burjuvazinin gericileşmesiyle beraber, devrimci misyonunu gerçekleştirme sırası proletaryaya geldiğinde burjuvazi tarafından “sınıf savaşı” kaşla göz arasında tarihe karıştırılmıştır. Bu sefer de kendi görüşlerinin yanlışlığını kanıtlamak için ısrarlı bir şekilde Marx’a “eleştirilerini” sunmuşlardır. Çünkü Marx basitçe söylemek gerekirse; hem kendisinden önceki materyalistlerden ayrılmış (mesela Fransız materyalistleri de toplumsal koşullar değişmeden, toplumların bilinci değişmez, daha iyi-daha özgür yaşama kavuşamazlar tespiti yapmışlar ama bunu burjuvaziyle başaracaklarına inanmışlardır) hem de küçük-burjuva, reformist, ütopik sosyalistlerle ayrılmıştır. Yani “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir”deki diğer sınıfın saflarındadır: Proletaryanın!
“Yine Marx’ın ulus devlete dair dişe dokunur bir analizi yok.” “Marx da sonradan bu eksik analizinin farkına vardı. Kapitali yazma sürecinde üçüncü kitap devlet üzerine olacaktı, ömrü yetmedi.” Abdullah Öcalan Perspektif yazısında bunu söylemektedir.
“Modern devlet iktidarı bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir.” Komünist Parti Manifestosu
Bu Marx’ın yöntemi konusunda ve yazıtları konusunda eksiklikle ilgidir. Grundrisse’te “Ekonomi-politiğin yöntemi” başlığı dikkatlice okunduğunda bu yönteme dair bir fikir verecektir. Özetlemem gerekirse;
Dönemin burjuva iktisatçıları ya da öncesi bu toplumları incelemeye belirli konularla başlar; nüfus, devlet, ulus gibi. Zaten bilinen bir şeydir kendisi için bu. Marx kendisinden önceki çalışmalarda da şunu keşfetmiştir; toplumları bütünden incelemeye başlayan 17. yy iktisatçıları ister devletten ister nüfustan isterse ulustan başlasın, her zaman işbölümü, para, değer gibi konulara geri dönüş yapmak zorunda kalmıştır. Yine kendisi Kapital’i ne emekle ne de sermaye ile başlatmıştır. Bunu ekonomi-politiğin incelemesindeki yöntem olarak koymuştur.
Kapitalizmin Kapital’deki analizi metalar yığını arasındaki bir meta ile başlar. Pek çok Marksist neden buradan başladığına dair bir soruşturma gerçekleştirir. Marx, burjuva toplumda en gelişmiş haliyle metayı inceleyerek başlaması metayı ve meta üretimini geriye doğru takip edilmesinin de bililimsel bir yöntem olduğunu keşfetmiştir. Tıpkı bugün hâlâ evrim teorisinde yaptığımız gibi. Bir şeyin en gelişmiş halinin analizi, diğer geçmiş biçimleri de anlamayı kolaylaştıracaktır. Bugün kapitalist biçimi analiz etmeyen geçmişin komünal toplumlarını da anlayamaz. Bugün toprak rantını doğru tahlil edemeyen, feodal toplumdaki biçimleri tahlil edemez, bugün ücretli emeği tahlil edemeyen, emeğin ve ürünün geçmiş görünümlerini tahlil edemez, bugün kapitalist özel mülkiyeti tahlil edemeyen, geçmiş mülkiyet biçimlerini tahlil edemez.
Üstelik Abdullah Öcalan yine Marx’ın yazıtlarındaki tarihsel süreci hakkında da eksikliğe düşmüştür. Marx kendisinde gördüğü bir eksikliği keşfedip Kapital yazma sürecinde “devleti” de analiz etmek zorunda kaldığı için programına almamıştır. Daha öncesinde devletin evrim sürecini anlatmayı düşündüğü “Modern Devlete İlişkin Bir Çalışma İçin Taslak Plan” 1844 yılına aittir. Yani böyle bir planı zaten mevcuttur. Ancak burjuva toplumunun görünümleri, kapitalist üretim ilişkilerindeki keşifleri, Hegelci biçimlerden kopuşla beraber ekonomi-politiğin bilimsel devrimci eleştirisine yönelmeyi zorunlu kılmıştır.
İrdelediğimiz alan ekonomiden ne denli uzaklaşır ve salt soyut ideolojininkine ne denli yaklaşırsa, gelişmesinin o denli rastlantı gösterdiğini ve eğrisinin o denli zikzak çizdiğini görürüz. Ama eğrinin ortalama eksenini işaretlerseniz, dikkate alınan dönem ne denli uzun ve ilgilenilen alan ne denli geniş olursa, bu eksenin, ekonomik gelişme eksenine o denli yaklaştığını ve ona o denli koşut olma eğilimi gösterdiğini görürsünüz.(Engels’ten Breslau’daki W. Borgius’a Mektup- Londra, 25 Ocak 1894) (Mektubun tamamı okunmalıdır)
Ve eğer “bu böleyledir, söylediğim gerçektir” gibi yöntem seçmeyecekseniz kendinize, bilimsel bir gerçekliği ayakları üstüne kaldırmanın uzun yıllar ve sarp yollar gerektirdiğini de bilirsiniz. Haliyle Marx’ın yazdıkları bir ömür aldığı gibi, Marx’ı anlamak da üzerine çalışmadan gerçekleşecek bir şey değildir!
Tüm bunların ışığında üstümüze düşen; burjuvaziyi gücendirmemek için, burjuvazi ile olan toplumsal proletaryanın uzlaşmaz çelişkisini dillendirmemek olmamalıdır. Toplumsal tüm diğer çelişkilerin de düğüm noktasını burası oluşturuyor ve bu gerçek önümüzde durmaktadır. Bu çelişkinin devrimci biçimiyle çözülmesi zorunluluğu açıktır.
“Yargıç, elbette ben kendi davam olamam; ama kabul edersiniz ki eleştirmenlerim benim hiç yazmadığım şeyleri bana karşı alıntıladığında bu can sıkıcıdır”
Nekrasov
Abdullah Öcalan’dan şimdi art arda birkaç alıntı yapacağım, Marx’a ekonomi alanında yönelttiği “eleştirinin” bir altyapısı olmadığını göstermek adına.
1-“Marksist ekonomi-politik fena halde burjuva ekonomidir.”
2-“İşçi sınıfı ile burjuvazi birleşip sonra toplumu sömürüyorlar. Değer teorisinin özü budur. Neden değer ölçülemez? Şundan ölçülemez: Savunmalarımda açmıştım, ana örneğini vermiştim. Ananın çektiği, harcadığı emek parayla ölçülemez.” “İşçi sınıfı ile burjuva sınıfının birleşip maaş alma savaşıdır”
3-“Marksistler proleterlerin yeniden fethedilmiş köle olduğunu görmemişlerdir. “Özgür işçi” safsatasına bizzat düşmüşlerdir.” “İşçi sınıfının bu eksenli devrimciliği safsatadır.”
4-“Değişim için başka ölçüler bulmak veya armağan tarzının yeni biçimlerini geliştirmek anlamlı olabilir.”
1- Das Kapital’in alt başlığı “ekonomi-politiğin eleştiri”sidir! Daha öncesine ait olan “Ekonomi-politiğin eleştirisine katkı” kitabı ise Engels’in “Ekonomi-politiğin bir eleştiri denemesi” ismiyle yayımladığı makalenin ismine de göndermedir. Marx’ın “ekonomi-politik teorisi” yoktur ki burjuva olsun. Ama en nihayetinde burjuva iktisadın devrimci bir eleştirisi vardır!
O güne kadar ekonomi-politiğin bu denli yorumlanması ve devrimci bir eleştiriye tabi tutulması söz konusu değildi. Ve buradaki en önemli nokta, bu eleştirinin ilk defa yapılıyor oluşu değil, bu eleştirinin bilimsel bir temelde oluşuydu. Sosyal medyada esprili bir şekilde, Sırrı Süreyya Önder’e atfedilen “artı-değer demeyelim de kul hakkı diyelim, daha anlaşılır olur” sözü, Marx döneminde de aslında tekrar ediliyordu; genel bir haksızlık, piyasada eşit mübadelenin sağlanamaması, gelir dağılımında adaletsizlik vb. yaklaşımlar vardı elbette. Marx’ın ortaya çıkartmış olduğu bilimsellik artı-değerin nasıl sızdırıldığı anlatısı, önceki üretim biçimlerinden farklı olduğunu ortaya koymuştur. Eğer kapitalist üretim ve burjuva mülkiyet ilişki biçimlerinin üzerinden atlarsanız, bu temelde tezahür eden sınıf mücadelesi yerine mücadeleyi sadece siyasal ve hukuksal biçimde ortaya koymaya başlarsınız. Ekonomi-politiğin bilimsel eleştirisini boşluk bırakmadan süreklileşmiş ve devrimci biçimde gerçekleştirme zorunluluğu ve bunların birbirinden kopuk ele alınamayacağı Marx tarafından gösterilmiştir.
İnsanlar, yaşamlarının toplumsal üretiminde , zorunlu ve iradelerinden bağımsız belirli ilişkilere, maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme aşamasına karşılık gelen üretim ilişkilerine girerler. Bu üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını, üzerinde yasal ve siyasal bir üstyapının yükseldiği ve belirli toplumsal bilinç biçimlerinin karşılık geldiği gerçek temeli oluşturur. (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı- K. Marx)
2- “İşçi sınıfı ile burjuvazi birleşip toplumu sömürüyorlar.” Toplum, Abdullah Öcalan’ın ya da bir başkasının kabul-red ölçüleriyle bir mekanizmaya sahip değildir her şeyden önce. İşçi sınıfı, zaten asgari yaşam şartları altında yaşayan milyonlar olarak ne yaparak toplumu sömürmektedir?
A. Öcalan’a göre,“İşçi sınıfı ile burjuva sınıfının birleşip maaş alma savaşıdır.”
“İşçi sınıfı ile burjuva birleşip…” Bunun iyi kavranması gerekir. Diyalektik bir “kategori” olan zıtların birliği, gönüllü bir birlik olarak değil, kapitalizmde insanın ekonomik ilişkisi içinde bir doğa yasası gibi açığa çıkar. Bu iki sınıfın doğal yapısı da bir çelişki içindedir. Bu çelişkinin en görünür kısmından yola çıksak bile; burjuvazi daha uzun saatler ve daha düşük ücretle işçiyi çalıştırmak ister. Proletarya ise çalışma saatlerini düşürmek, ücretlerde iyileştirme, işçi sağlığı ve güvenliği çeperinde mücadele eder.
Ücretlerde iyileştirme mücadelesi toplumu sömürmek midir gerçekten? Aslında tam tersi bir durum vardır. Zaten işçi sınıfı için kendi ürettiği üzerinden yaratılan zenginliğe ulaşamamasından kaynaklı doğal bir mücadele alanı açığa çıkıyor. Ancak başta dediğimiz, zıtların birliği, zıtların birliği ve mücadelesiyle devam eder ve yadsımanın yadsıması gerçekleşir. Yani işçi sınıfı sadece doğal mücadele alanında sınırlı kalmaz. Çünkü doğal mücadele alanı aynı zamanda kapitalizmin sonuçlarıyla mücadeledir.
Anlamalıdırlar ki varolan sistem, bellerini büken sefaletin yanı sıra, onunla eş zamanlı olarak, toplumun ekonomik yeniden-yapılanması için gerekli maddi koşulları ve toplumsal biçimleri de yaratmaktadır. “Adil Bir İşgünü Karşılığında Adil Bir Ücret” biçimindeki tutucu slogan yerine, bayraklarının üzerine şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: “Ücret Düzenine Son!” (Ücret, Fiyat ve Kâr- K. Marx)
Haliyle Marx’ın bu paragrafta da gösterdiği gibi, işçi sınıfı için ücretli emek sisteminin kaldırılması, kapitalistle giriştiği doğal mücadele alanının sonuçlarından doğru yola çıkıp, bu çelişkinin nedenine karşı giriştiği savaşım, aynı zamanda diyalektik diğer bir kategorinin, “yadsımanın yadsınması” konusudur.
A. Öcalan, emek-gücünün metalaşmasının karşısına “sınıflaşmayı reddedin” önerisiyle beraber geldiğinde kapitalist üretim biçiminin hakimiyet alanı ve kapsamını da görmezden gelmektedir. Genel olarak emek ile emek-gücü arasındaki fark, Marx’ta ısrarla vurgulanmasına rağmen, mahfilleri tarafından bazen çarpıtılmış bazen anlaşılmamış, bazen de üzerinden atlanmıştır. Öcalan da ana örneği ile benzer bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Bu çarpıtmanın kaynağı, emeğin metalaşması olarak açığa çıkan sömürü biçiminin üstünün bir çırpıda örtülmesidir. Metalarda cisimleşmiş toplumsal gerekli emek-zaman ve artı değere kaynaklık eden artı emek-zaman maddi yaşamda karşılığı olmayan bir yorumlama biçimi ya da keyfi bir anlatımı değildir en nihayetinde.
Geçmişten günümüze; soyut emek tartışmaları, ücretli emeğin ve doğalında işçi sınıfının rolünün abartıldığı vb. meseleler her dönemin popüler konularıdır.
Ancak söylemek gerekir ki bu “değer sistemi” de Marx’a ait değildir. Burjuva ekonominin kendisidir. Abdullah Öcalan buna “anti-ekonomi” diyor. Asıl ekonomi için binlerce yıl öncesindeki komünleri gösteriyor. Ancak sosyolojik gerçeklik böyle işlemiyor ne yazık ki. Durum tam tersidir. Ekonomi-politikte yapısökümcü bir yaklaşım özellikle “ekonomi” kelimesinin kökenine giderek yapmaya çalışmak yaşamın içinde karşılık bulunmamasına neden olur.
Marx, burjuva ekonomisinin bilimsel analizini yaparken etik, ahlak, doğru-yanlış, hukuksal ya da değil, devlet-baskı vb. tartışmalarından bilinçli olarak başlamamıştır. Çünkü hangisinden başlarsa başlasın, konu eni sonu her gün emek-gücü dolayımıyla yaptığımız faaliyetlerin kendisine gelmek zorundadır.
Bana saldıran şüpheleri gidermek için üstlendiğim ilk çalışma, Hegelci hukuk felsefesinin eleştirel bir yeniden incelemesiydi; bu çalışmanın girişi 1844’te Paris’te yayınlanan Deutsch-Franzosische Jahrbucher’de yayınlandı. Araştırmam beni, ne hukuki ilişkilerin ne de siyasi biçimlerin, ne kendi başlarına ne de insan zihninin sözde genel gelişimi temelinde anlaşılamayacağı, aksine bunların, Hegel’in on sekizinci yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğini izleyerek, “sivil toplum” terimi içinde kucakladığı, yaşamın maddi koşullarından kaynaklandığı; ancak bu sivil toplumun anatomisinin ekonomi-politikte aranması gerektiği sonucuna götürdü. Paris’te başladığım bu konudaki çalışmama, M. Guizot’nun verdiği sınır dışı emri nedeniyle taşındığım Brüksel’de devam ettim. Vardığım ve bir kez ulaştığımda çalışmalarımın yol gösterici ilkesi haline gelen genel sonuç aşağıdaki gibi özetlenebilir. (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı- Marx)
Bu alıntıyı bu kadar yapabilirim, özetin gerisi için tüm metni okumak gerekmektedir.
3- “Marksistler “özgür işçi” safsatasına bizzat düşmüşlerdir” mi gerçekten?
Kişinin kelimenin tam anlamıyla köle-efendi ya da serf-feodal beyler arasındaki ilişkisi, hukuksal anlamda da özgür olmayan bir ilişkidir. Marx, “özgür işçi” derken kendisinin de defalarca dediği biçimde, kendi emek gücü üzerinde tasarrufu olan bireyi anlatmaktadır. Yani kişi ne birisinin kölesidir ne de serflik dolayımıyla toprağa zor yoluyla bağlıdır. Sermayenin oluşmasının koşulu olarak özgür işçi, yani kendi emek gücünü meta olarak pazara sokabilen özgür insan ihtiyacı ilksel birikim dönemiyle mülksüzleştirme biçimleriyle başlar.
Özgür işçi, aynı zamanda emek gücünden başka, her şeyden de “özgürleştirilmiştir”! Yani buradaki özgürlük burjuva hukuksal anlamda bir özgürlüktür. Ancak kapitalizmde bu özgürlüğün ne anlama geldiğini Engels’ten şöyle aktarabiliriz:
“Proleter köleden hangi açıdan farklıdır?
Cevap:
Köle bir kez ve herkes için satılır, proleter kendini gün ve saat başına satmak zorundadır. Köle tek bir efendinin malıdır ve tam da bu nedenle, ne kadar sefil olursa olsun, garantili bir geçim kaynağına sahiptir. Proleter, tabiri caizse, tek bir efendinin değil, tüm burjuva sınıfının kölesidir ve bu nedenle, ihtiyacı yoksa kimse emeğini satın almadığı için garantili bir geçim kaynağına sahip değildir. Köle bir nesne olarak kabul edilir ve medeni toplumun bir üyesi olarak kabul edilmez. Proleter bir kişi olarak, medeni toplumun bir üyesi olarak tanınır. Bu nedenle, köle proleterden daha iyi bir geçim kaynağına sahip olabilir, ancak ikincisi daha yüksek bir gelişme aşamasındadır. Köle, mülkiyet ilişkilerinin bütününden yalnızca kölelik ilişkisini kaldırarak, bir proleter olarak kendini özgürleştirir. Proleter, yalnızca mülkiyeti ortadan kaldırarak kendini özgürleştirebilir. (Komünizmin İlkeleri – F. Engels)
Ücretli kölelik sistemine dair Marx, “Romalı köle zincire vurulmuştu; ücretli işçi ise sahibine görünmez iplerle bağlıdır” demektedir. Burada bir güzelleme yapılmadığı, işçinin ücretli köle olarak tanımlandığı çok açıktır. Ayrıca proletaryanın, kendi kölelik zincirini parçalayacak ve kendisi ile birlikte insanlığı da kurtaracak sınıf olarak nasıl oluşacağını da (kendisi için sınıf olma durumu) Marx’ta buluruz.
Kapital 1. Cilt, “özgür işçi” meselesini uzun uzadıya bu minvalde anlatmaktadır. “Aslında Kapital’i de çok iyi inceleyemedim” de demektedir zaten Abdullah Öcalan Demokratik Konfedaralizm kitabında. Son “Perspektif” yazısından da anlayacağımız üzere Kapital’i hâlâ çok iyi inceleyememiştir!
Ama buna rağmen proletarya neden devrimci bir sınıftır?
Ezen-ezilen diye tüm tarihsel biçimleri aynı noktadan ele aldığımızda, proletaryanın diğer ezilen sınıf ve katmanlardan neden farklı olduğu da pek anlaşılmıyor.
Proletaryanın içinde bulunduğu uzlaşmaz çelişkinin, objektif anlamda çözülüşü ile teorik olarak kurtuluşu arasındaki bağ doğrudandır. Yani köle-efendi arasındaki çelişkinin çözümünde, kölenin doğrudan özel mülkiyete son vermesini gerektirecek bir şey yoktur. Aynı şey serfin kendi içinde bulunduğu çelişkileri çözüme kavuşturmasında da geçerli.
Emek daha önceki sistemlerde olmadığı ve olamayacağı biçimde birbirine bağlanmıştır; hem de dar ulusal sınırlar içinde değil, enternasyonal biçimde gerçekleşmiştir. Kolektif emek, toplumsal proletarya ortaya çıkmıştır.
Bu anlamıyla kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldıracak olan üretici sınıf olarak proletaryanın içinde bulunduğu emek-sermaye çelişkisinin çözümü, kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırdığı gibi üretimin ve mülkiyetin yeniden küçük burjuvaziye doğru çözülüşünü beraberinde getirmez; daha üst aşamadan üretim araçlarının toplumsallaşmasını da işçi emeğinin nesnel durumundan kaynaklı gerçekleştirmek zorundadır.
4- Değişim için başka bir ölçü…. “Neden değer ölçülemez? Şundan ölçülemez: Savunmalarımda açmıştım, ana örneğini vermiştim. Ananın çektiği, harcadığı emek parayla ölçülemez.” (Abdullah Öcalan, Perspektif)
Günümüzde tabi olduğumuz değer sistemi burjuvaziye aittir demiştim. Toplumsal gerekli emek-zaman, hepimiz için bilinçli ya da değil, gönüllü ya da gönülsüz bir doğa yasası gibi çalışmaktadır.
Bunun yerine başka ölçüler bulunabilir mi? Günümüzde kullandığımız para cinsinin yerine herhangi bir şey geçirdiğimizde sonuçların da değişeceğine inanmak iyi niyetten fazlasını gerektirir.
Yukarıda da söylediğim gibi emeği, emek-gücünü, kapitalist mübadeleyi, kapitalist üretimi biçimini, işbölümünü, parayı vb. son gelişmiş haliyle incelemenin üzerinden atlarsanız, herhangi bir başka ölçü biçimi kullanarak (ya da armağan sistemi) komünü de inşa edebilir yanılgısına kapılırsınız.
Ama yine de bu iddiayı da irdeleyelim:
Değişim için başka bir ölçü bulduğunda ne olacaktır? “Komün”ün asıl sorgulaması gereken yegane şey değişimin neden gerçekleştireceğidir. Çünkü değişimi varsaymaya başladığımızda ortaya temel bir şey çıkar, buradaki değişim aracı ne olursa olsun, değiştirilen “şey”in değerinin ne olacağıdır. Oysa A. Öcalan değerin ölçülemeyeceğini varsaymaktadır!
Şimdi daha temel bir yerden kurmamız gerekir bu sorunu: Değişim organizasyonun kendisi, üretim organizasyonuyla doğrudan ilişkilidir! Sorunun kendisi değişim için bulunan ölçü birimlerinde değildir. Sorunun kendisi değişim için üretim biçiminin kendisindedir!
Üretim biçimleri analizi yapmadan komün anlatılmaya başladığında işte bu tarz sorunlar açığa çıkmaktadır. Yani değişimin kendisini komün içinde mi gerçekleşecek, komünler arası mı gerçekleşecek yoksa kapitalist devlet varlığını sürdürürken içinde bulunduğumuz komün, kapitalist devletle mi değişim gerçekleştirecek gibi sorular da otomatik olarak açığa çıkar ve burada yeniden bir kitap yazmak zorunda kalırız. Yine de bu sorunu kısaca açıklamaya çalışalım;
Eğer değişim ilişkisi kurduğumuz bir komünde değişim için “başka” ölçüler aramaya başlarsak da az ya da çok, basit ya da gelişkin bir meta üretimini varsayarız. Kapital’in ilk cildini olduğu gibi buraya aktarmak okuyucu için de haksızlık olur. Yine de Kapital’e başvurmak zorunda kalacağız. Ama ortada değer, gerekli emek-zaman, soyut insan emeği vb. analizlerin reddi söz konusuysa ortada değişim için ölçü arandığında aslında “para” yerine kullanılacak başka bir araç aranıyordur. Onun için meta analizi, metada cisimleşmiş soyut emeği, gerekli emek-zaman gibi konulara girmeden daha basit birkaç şey söylemek gerekir;
Metaların ortak bir ölçüye sahip olmaları, paranın eseri değildir. Tersi geçerlidir. Bütün metalar değer olarak nesnelleşmiş insan emeği olduklarından ve dolayısıyla da ortak bir ölçüyle ölçülebilir olduklarından, kendi değerlerini hep birlikte aynı özel metayla ölçülebilir ve böylece bu metayı kendi ortak değer ölçülerine, yani paraya dönüştürülebilirler. Değer ölçüsü olarak para, metalarda içkin değer ölçüsünün, yani emek-zamanın zorunlu görünüş biçimidir. (Marx, Kapital Cilt-1, Yordam) (Değerlerin Ölçüsü, s. 102)
Yani değişime konu olan metalara başka bir ölçü arayıp bulmaya çalıştığınızda, değer ilişkilerinin içerdiği değer ifadesinin gelişimini incelmeye başlamak zorunda kalırsınız haliyle “para biçimi”ne gelene kadar Marx’ı tekrar etmeniz gerekir.
Paranın niçin doğrudan doğruya emek-zamanın kendisini temsil etmediği ve böylece, örneğin, bir kâğıtparanın neden x kadar çalışma saatini temsil etmediği sorusu, bizi, basitçe, meta üretimi zemininde emek ürünleri niçin meta olarak ortaya çıkmak zorundadır, sorusuna götürür; çünkü, bunların meta olarak ortaya çıkmaları, meta ve para-meta diye ikiye ayrılmalarını gerektirir. Veya, özel emek niçin doğrudan doğruya, kendi karşıtı olan, toplumsal emek olarak ele alınmasın? Meta üretimine dayanan bir toplumda bir “emek-para”nın olabileceği yönündeki sığ ütopyacı düşünceyi bir başka yerde enine boyuna inceledim (l.c. s. 61 vd.). Burada ek olarak şunu belirteceğim: örneğin, Owen’ın “emek-para”sı, bir tiyatro bileti ne kadar para ise o kadar paradır. Owen, emeğin doğrudan doğruya toplumsallaşmış olduğunu varsayar ki, bu, meta üretimine tam karşıt bir üretim biçimidir. Emek belgesi, sadece, üreticinin ortak işteki bireysel payını ve ortak ürünün tüketime ayrılan kısmının belirli bir payı üzerindeki hakkını gösterir. Şurası da var ki, Owen, meta üretimini varsayma ve buna rağmen, para üzerinde şarlatanlıklar yaparak, bu üretim biçiminin zorunlu koşullarının çevresinden dolanmayı isteme hatasına düşmemiştir. (Kapital Cilt-1, Değerin Ölçüsü Bölümü, diptnot: 54)
“Armağan köleliştirir, kamçı köpekleştirir!” (Eskimo halk deyişi)
Eşitlikçi Toplumlar -Sömürüsüz Bir Gelecek İçin Antropolojik İnceleme- Mustafa Celal, Bölüşüm ve Armağan sistemi bölümü.
Eğer değişim ölçütü arıyorsak ve bununla ilişkili olarak “armağan ilişkisi”ni de bunun bir başka görünüm olarak gösteriyorsak, armağan ilişkisi aynı zamanda borçlanma ilişkisi demektir! Geçmiş dönemde karşımıza bu biçimiyle çıkmıştır. Komün içinde değişim, kişinin kendi ihtiyacı olmayan bir şeyi, başka biriyle değişirken onun da kendi ihtiyacı olmayan başka bir şeyle değişim- armağanlaşma ilişkisi kurmaya başladığınızda yeniden ve yeniden değer ilişkisi inşa etmek zorunda kalırsınız!
Bunları yazdıktan sonra artık şunu diyebiliriz;
Bölüşümün yapılanması tam olarak üretimin yapılanması tarafından belirlenir. Ancak üretimin sonuçları dağıtılabileceğine göre, yalnızca konu bakımından değil, biçim bakımından da bölüşümün özel biçimlerini belirleyen üretimi paylaşmanın belirli tarzı, bölüşümde paylaşmanın biçimi bakımından da bölüşümün kendisi üretimin bir ürünüdür. (Marx, Grundrisse, Sol Yayınları, s. 32)
Eğer Marx’ın eleştirmiş olduğu kapitalist üretim biçimini analiz etmeden bu tarz komün kurgularını el yordamıyla bulmaya çalışırsak en fazla bulacağımız şey küçük burjuva üretimde kapitalist ilişkileri yeniden yeniden üretmek olur.
“Komün”ü üretim organizasyonunu değişim (çünkü değişim üretimi varsaymamıza neden olur) üzerinden kurgulamak yerine doğrudan üretim ve doğrudan tüketimi önümüze koymamız gerekir!
Ancak bir tarafımızda kapitalizm diğer tarafınızda “komünler” inşa ederseniz, kapitalist değer yasası gelir her üretilen “şey”de kendisini gösterir. Komün ya da başka bir “değişim ölçüsü” kelimeleri bu gerçekliği yıkmaya yetmez.
A. Öcalan’dan dört alıntıya verdiğim cevaplardan sonra şunları ekleyerek uzadıkça uzayan yazımı da sonlandırayım:
Üretimden bahsedilmemesinin temel sebebi de tam olarak proletaryanın devrimci rolünün reddiyesiyle beraber kurgulanan “toplum” biçimiyle alakalıdır.
Ulus-devletçi burjuva-proletarya birlikteliğinin dışında komün! İşte “demokratik sosyalizm” perdesinin arkasında saklanılmaya çalışan gerçeklik bu.
Ancak proletaryanın içinde bulunduğu çelişkilerin yoğunlaşması, toplumun büyük çoğunluğunun proleterleştiği bir evrede “komün” inşalarını proletaryadan doğru geliştirmeyen herhangi bir “sosyalizm” anlayışı da ayakta kalamayacağı gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.