Asıl konu; ‘aç’ olmak, ‘aç’ kalmak, ‘fakir’ düşmek, gördüğünden geri kalmak değil, ama her şeye rağmen o gurur denenle ayakta kaldığımızı unutmuş olmaları! Demem o ki, umut deneni umuda aç olanlarla paylaşmadan önce, biraz değil, çok düşünün…
Demiş ya bir tanesi;
“’Az’ın ne kadar ‘çok’ olduğunu, ‘yok’luğu yaşayan bilir…”
Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanını okuma şansınız oldu mu bilmiyorum ama, bugün, o ‘yok’luğu konuşurken, bu kitap yanı başımızda olsun istiyorum… Bu arada, okuma fırsatınız yoksa da, filmi de var, Danimarkalı Henning Carlsen’in aynı isimle yönettiği, “izleyin” derim!
Garip olan, okurken ya da izlerken, “ben gibi” dediğim çok kısım buldum, kitapta da filmde de! Ölmek pahasına olsa bile, alın teri dökmediği parayı asla kabul etmeyen bir gencin hikâyesini okurken hele ki!
Kitabın da filmin de en dikkati çeken bölümlerinden biri, bugün bana “yaz” diyen de bir bölüm…
Hikayenin kahramanı, o bölümde, bir kasaptan, köpeklere verme bahanesiyle bir kemik alır… Bu kemiği, bir köşede kemirmeye başlar… Bu durumun etkilerinden uzun uzun bahsederken, midesi bulanır ve kusar…
Hiç birimizin, bu denli derin ve karanlık bir labirente düşmemesini dilesem de, o labirentler, hayatın kendisi olmuş bile! Hatta buna dair bir yorumu okurken, “bu” dedim! Hayatı, açlığı, gururu, seçimleri, çaresizliği anlatırken çizdiği resimlerin vicdan galerisinde adımlarken, her bir resmin önünde durup, “bu” dedim!
O zaman, önce o bahse konu “bu” gelsin, ardından, biz başka “bu”lara geçelim, bizdeki bir “bu”ya…
***
Knut Hamsun’un ‘Açlık’ romanından sinemaya uyarlanan o sahne, yalnızca bir kurgu değil; insan ruhunun diplerine saplanan bir aynadır… O an, bir erkeğin, en çıplak haliyle, en savunmasız haliyle yüzleştiği andır… Ne gurur kalır, ne de vakur… Açlığın sesi, artık mideden değil, kalpten gelir… Gözlerinin içinden geçer bir sızı; geçmişte yaşadığın, bastırdığın, ‘unuttum’ sandığın ne varsa… Hepsi birer hayalet gibi çıkar ortaya…
Bazen, bir lokma için bir adamın ne kadar eğilebileceğini, bazen bir kırıntı umut için nasıl suskunlaştığını izlersin…
O sahne, yalnızca bir adamın açlığını değil; bir devrin utancını, bir toplumun görmezden geldiklerini, ve bir bireyin iç savaşa dönüşen yalnızlığını gösterir… Kameranın durağanlığı, adamın titreyen elleri kadar sessiz çığlıklar atar… Çünkü bu hikâye sadece onun değil, izleyenin de hikâyesidir… Herkesin içinde, bir zamanlar aç kalmış, hor görülmüş, unutulmuş bir yanı vardır… Ve o yan, işte tam o sahnede yeniden can bulur…
Bir insanın ne kadar zayıf olabileceğini, ama aynı zamanda bu zayıflıkta ne kadar derin bir varlık arayışı olduğunu fark edersin… Açlık, burada yalnızca yiyecek eksikliği değildir! Görülme, duyulma, anlaşılma arzusunun somutlaşmış hâlidir… İnsan var oldukça, bu hissin yankısı asla kaybolmaz… Bizi, size, hepimize aynı dönemin çocukları olduğumuzu, aynı çamura batıp aynı göğe baktığımızı hatırlatır… Unutulmamış hisleri yeniden diriltir… Yok saydıklarımızı yeniden önümüze koyar…
Ve o an anlarsın!
Bazı sahneler, film değildir…
Hayatın aynasıdır…
***
6 Şubat felaketinden önce işi, evi, kariyeri, gelecek planları, sevdikleri ve kocaman birer hayatı olan bizler için, bu film, şu an içinde olduğumuz şartları fısıldıyor, “abartma” deseniz de! Bu, aynı, okyanusun ortasında size ufak da olsa bir umut olan bir sandaldayken, kürekleri denize düşürmeniz gibi… Artık, hayatınıza, dalgaların ve akıntıların karar verişini çaresizce izlemeniz gibi! Bundan sonra olabileceklere sizin karar veremeyişiniz gibi!
Trajik olan, içinde olduğumuz şartlar, bazen bir kırıntı umudu bile takibi zorunlu kılıyor…
Aynen o romandaki gibi, kemiriyorsunuz o umudu; doymak için, unutmak için, hayal etmek için…
Bugün, o umut kırıntılarından birini hatırlatacağım, o umudu özene bezene bizlere servis edene…
Tarihler, 22 Şubat 2023’ü gösteriyor… Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, depremzedeler için belki de en ihtiyaç olan kalemlerden biri için açıklama yapıyor ve diyor ki; “Hem AFAD hem de Aile Sosyal Hizmetler Bakanlığımız, eşya yardımını birlikte yapacaktır… 2-3 gün sonra, eşya yardım miktarı açıklanacak”! Bu açıklama, hala, eski Bakan adına açılmış, ki büyük ihtimalle kendisine ait bir hesapta, ilk günkü tazeliğiyle duruyor… Açıklamaya dair fotoğrafta kendisi var, bir tarafında AKP Hatay Milletvekili Adem Yeşildal, diğer yanında ise bir diğer AKP Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman!
Yok, eşya yardımı almadık hiç birimiz, çünkü “yapacağız” denilen yardım, ‘yapılmadı’!
Onu da, Hatay’ın deprem sonrası Valisi Mustafa Masatlı, bu açıklamadan 519 gün sonra, 25 Temmuz 2024’te söyledi hepimize; “7269 sayılı yasanın içinde yer almıyor! Depremzedelere eşya yardımı yapılmayacak…”
Asıl konu; ‘aç’ olmak, ‘aç’ kalmak, ‘fakir’ düşmek, gördüğünden geri kalmak değil, ama her şeye rağmen o gurur denenle ayakta kaldığımızı unutmuş olmaları! Demem o ki, umut deneni umuda aç olanlarla paylaşmadan önce, biraz değil, çok düşünün… Çünkü o ruh hali, ona uzatılan yardım elini de, onu unutanları da asla unutmuyor!
Ben de bir deprem göçmeniyim…
Unutmadım, unutmuyorum…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.