Ne ABD ne de Çin dünya pazarının niteliksel bir dönüşüm geçirdiği, küresel sermaye-ulus devlet çatışkısının keskinleştiği, hegemonya kavramının içeriğinin, kimyasının değiştiği koşullara yanıt verecek yeni bir siyasal strateji ve “yeni dünya düzeni” tasarımı üretebiliyor. İlan edilen “ateşkes”in kalıcı olması, sürecin “barış”a evrilmesi olanaklı görünmüyor. Savaş, çeşitli biçimlerde sürecektir
Jeopolitikle ekonomi politiğin günümüzdeki özgün kesişim noktasında büyük ve sarsıcı bir uygarlık/insanlık bunalımının içinden geçiyoruz.
Günümüz jeopolitiğinin iki kutbunu, iki süper devlet, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) oluşturuyor. Kutuplar belli ve şimdilik sabit. İki kutup çevresindeki kümelenmeler ise, yirminci yüzyılda oluşan bloklaşmaların devamı yalınlığında değil. İstikrarlı da değil.
Günümüz ekonomi politiğini ise kapitalizmin tarihsel, teorik sınırlarına pratik olarak dayanması olgusu belirliyor.
Dünya pazarının ileri derecede tümleşik bir nitelik kazandığı, sermayenin hareketinin devletleri aşarak somut çelişki ve sonuçlar doğurduğu, kâr oranındaki düşüş eğiliminin kalıcı karakter kazandığı koşullarda, hegemonyası gerilemekte olan ABD emperyalizmi ve zoraki müttefikleri yüksek teknolojili, devasa silahlanma bütçeleri ve lokal savaşlarla bu kez “yaratıcılığı” çok kuşkulu bir “yıkım” stratejisiyle çıkmaz sokakta çıkış yolu arıyorlar. Önümüzde çok büyük tehlikelerle olanakların iç içe geçtiği bir nesnellik uzanıyor.
ABD, Çin ve Rusya “nükleer dehşet dengesi” nedeniyle, en azından şimdilik nükleer silahlarla doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınıyorlar. Buradan bakıldığında bir dünya savaşının içinde değiliz. Dünyanın onlarca yerinde, emperyalist devletlerin asaleten ya da vekâleten taraf oldukları onlarca yıldır sürmekte olan savaşlar söz konusu olduğunda ise pekâlâ Üçüncü Dünya Savaşı’nın içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Yeni türden bir dünya savaşı!
Birinci Dünya Savaşı 4 yıl, ikincisi yaklaşık 5 yıl sürmüştü. 1990’da başlayan Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana dünyanın çeşitli yerlerinde emperyalist devletlerin taraf olduğu savaşlar ise neredeyse kesintisiz biçimde 35 yıldır sürüyor. Kapitalizmin yeni normalinde savaşlar, iki nedenle küresel, kaotik ve sürekli bir karakter kazanıyor.
Birincisi, ne ABD ne de Çin dünya pazarının niteliksel bir dönüşüm geçirdiği, küresel sermaye-ulus devlet çatışkısının keskinleştiği, hegemonya kavramının içeriğinin, kimyasının değiştiği koşullara yanıt verecek yeni bir siyasal strateji ve “yeni dünya düzeni” tasarımı üretebiliyor. Bilişim teknolojisi, üretim-finans, dünya ticareti, silahlanma alanlarında sıçramalı bir tempoyla, “yumuşak güçle” ilerleyen Çin, ABD ile “erken” bir askeri karşılaşmadan kaçınırken, ABD’de bu ilerlemenin nasıl durdurulacağı üzerine iç farklılaşma ve tartışmalar yaşandığı, daha fazla zaman yitirmeden Çin’i askeri kuşatma, yalnızlaştırma, yıpratma ve bölgesel savaşlarla etkisizleştirme stratejisinin ağırlık kazandığı anlaşılıyor. 2023 Ekim’inden bu yana Ortadoğu’da yaşananlar ise, yalnızca yumuşak güçle hegemonya savaşı yürütülmeyeceğini gösteriyor. Sürekli savaşın yeni normal haline gelmesinin birinci nedenini çok kısaca böyle açıklayabiliriz.
İkincisi ve sistem açısından daha önemlisi, nükleer silahlara sahip büyük güçlerin şimdilik doğrudan savaşmadıkları koşullarda bölgesel savaşlar, sınırda ve bunalımdaki kapitalist düzen için tersinden çözüm düzeneği olarak çalışıyor. İki dünya savaşında olduğu gibi büyük ve topyekûn bir yıkım yerine, küçük ama sürekli savaşlarla kârlı yatırım alanları, artık değer aktarma şantiyeleri kurmak istiyorlar. Dünya kapitalist sisteminin en önemli sınır ve kriz göstergesi kâr oranındaki düşüşe karşı bulduğu “çözüm”, aşırı düzeyde birikmiş küresel sermayeyi kârın yüksek ve garantili olduğu silah üretim ve ticaretine akıtmaktır. Bu stratejiyi yaşama geçirmenin gerekli koşulu sürekli savaştır.
ABD’nin ve Trump yönetiminin güncel önceliği silah sanayii ve ticareti üzerinden ABD’ye kaynak transferidir. Trump’ın son Ortadoğu seferinde, Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerini en ileri bilişim ve silahlanma üssü haline getirmek üzere 3,2 trilyonluk yatırım planlaması yapıldığı biliniyor. Arap yarımadasını bu stratejinin güvenli alanı olarak yeniden inşa etmeyi hedefliyorlar. Gerçekleşmesi o coğrafyanın dümdüz edilmesine bağlı. O kadar silahı, uçak gemisini, 15 ton bomba taşıyan uçakları boşuna yığmadılar. ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeninin başta BM olmak üzere kurumlarını, hukukunu ve kurallarını bir kenara iterek doğrudan silah ve zorbalığa başvurması, öte yandan hegemonya sağlamanın bir başka koşulu olan “yumuşak” güçten, ekonomik ve ideolojik araçlarla rıza yaratma kapasitesinden yoksun olduğunu gösteriyor. Zorbalığa yazgılılar!
Böyle bir ortamda Ortadoğu’da ve Türkiye’de, soyut barış ve demokratikleşme çağrılarının hiçbir karşılığı olmadığının görülmesi gerekiyor.
Başta Almanya, Avrupa’nın büyükleri ve İngiltere “Rus tehlikesi” tamtamları eşliğinde trilyon euroluk silahlanma/savaş bütçeleri geçirdiler. “Savunma” gereksinimini sosyal harcamaları kısmanın, bölüşümdeki adaletsizliği katmerleştirmenin, emekçi sınıflardaki öfkeyi gemlemenin gerekçesi, bir tür incir yaprağı olarak kullanıyorlar. NATO üyelerinin savaş bütçelerini önce yüzde 2’ye, sonra da yüzde 5’e çıkartılmasına uymayacağını yalnızca tek bir ülke İspanya açıklamış durumda.
13 Haziran’da İsrail’in başlattığı emperyalist savaşa yukarıdaki saptamalar ışığında yaklaşmak gerekiyor. Gelişmeler, küresel egemenliğin Avrasya köprübaşını tutmaktan geçtiği önermesini bir kez daha doğruluyor.
Son savaşın ekranlara yansıyan görüntüleri silah reklam videosu gibi. Milyonlarca insan, kimin hangi silahlara sahip olduğunu, bu silahların yıkım gücünü, “maliyet”ini, olası bir savaşta bombalanmamak için “demir kubbe”nin mi, “çelik kubbe”nin mi, yoksa ABD’de 2,5 trilyon dolara çıkacağı söylenen “altın kubbe”nin mi daha etkili hava savunması sağlayacağını konuşuyor.
Irkçı, dinci, emperyalist Siyonist İsrail devletinin açık ABD desteğinde 13 Haziran’da İran’a karşı başlattığı savaşın hedefi, Ortadoğu’da ABD-İsrail ikilisinin iradesine meydan okunamaz kalıcı egemenliğini sağlamaktır. İsrail’in başında, fanatik, küstah, şımarık, kibirli, kudurgan bir ekibin bulunması, cahil ve şarlatan bir emlakçının ABD başkanı olması, Roma’nın çöküşüne benzer biçimde sistemdeki açmazın kişilerde cisimleşmesi olarak tezahür ediyor.
Gazze soykırımı, Lübnan’da Hizbullah’ın etkisizleştirilmesi, Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi ABD-İsrail stratejisinin birbirini izleyen halkalarıydı. İran, son, ya da sondan bir önceki halkadır. Parantez içi bir not olarak, sırada kim var sorusunu Bahçeli’nin “Türkiye”, Rus ideologu Dugin’in ise “İran düşerse, sırada Rusya var” diye yanıtladıklarını anımsatalım.
Stratejik hedef, çokça belirtildiği gibi yalnızca İran’ın nükleer kapasitesini yok etmek, hatta rejimini değiştirmek değil, İran’ı bir devlet, ülke ve toplum olarak parçalamak; Afganistan, Irak, Libya, Suriye vb. çökertilmiş devletler (failed state) kervanına katmaktır. 21 Haziran’ı 22 Haziran’a bağlayan gece ABD İran’ın uranyum zenginleştiren tesislerini “sığınak delen” bombalarla vurdu. Ama savaş durmadı. ABD-İsrail saldırganlığı stratejik hedefine varmadıkça da durmayacak.
Bu savaşın, İran’ın çökertilmesiyle ABD-İsrail’in kesin üstünlüğü ile sonuçlanması durumunda, İsrail’in Ortadoğu’da ABD emperyalizminin ileri karakolu ve hegemonu olma konumu sağlamlaşacak, ABD, Çin ve Rusya Ortadoğu’dan silinmiş olacak, Arap yarımadasında, deniz ticaret yollarında ABD-İsrail egemenliği kesinleşecektir. Daha önemlisi, İran’ın çökertilmesi, bu coğrafyada hiçbir gücün, devletin, örgüt ya da hareketin ABD ve İsrail karşısında direnemeyeceği, ona hiçbir zarar veremeyeceği algısını güçlendirecek, direnenlerin mücadele enerjisini söndürecektir. İsrail’in, bu savaştan hedeflerini gerçekleştirememiş, hırpalanmış, dokunulmazlık zırhı delinmiş bir güç olarak çıkması ise, tersine Filistin, Arap, Kürt, Azeri vb. emekçilerinin Arap yarımadasındaki gerici diktatörlüklere karşı mücadele irade ve azmini körükleyecektir. İran’ın 1948’den bu yana ilk kez İsrail’e zarar veren hipersonik füzelerinin dünyanın her yerinde, emekçiler, sosyalistler ve ilericiler tarafından sevinçle karşılanması boşuna değildir.
Sonuç olarak, İsrail’in başlattığı emperyalist savaşta yenilmesi, en azından geriletilmesi, yara alması emekçi halklar, ilerici ve sosyalist güçler için hayırlı bir gelişme olacaktır.
Bu yazının yazıldığı an itibariyle ilan edilen “ateşkes” in kalıcı olması, sürecin “barış”a evrilmesi olanaklı görünmüyor. Savaş, çeşitli biçimlerde sürecektir.
Komünistlerin, devrimcilerin pay, güç ve üstünlük için birbirleriyle savaşan irili ufaklı sermaye devletlerinden herhangi birinin tarafında saf tutmak türünden bir seçeneği yok. Tutulacak tek yol, emperyalist savaş cehennemini toplumsal kurtuluşun olanağı, bir tür tersten kaldıracına dönüştürmektir. Bize düşen, sömürülenlerin, ezilenlerin, yüzer biner katledilenlerin, insanlıktan dışlananların birleşik mücadelesi ile tüm sermaye devletlerini yıkmak için mücadele etmektir. İlkesel tutum budur ve kapitalizmin artık iyice belirginleşen sınırlarından bakıldığında bu perspektifin dünya ve tek tek ülkeler düzeyinde gerçek bir karşılığı vardır.
Öte yandan, ilkesel tutum, somut durumun somut çözümlenmesi ihtiyacını ortadan kaldırmıyor. Hangi gelişmelerin mücadele koşullarını hangi yönde etkileyeceği sorusundan yan çizip genellemelerin konforuna sığınma lüksümüz yok.
İsrail karşıtlığının mantıksal sonucu ve alternatifi molla rejimini desteklemek değildir. İran, antiemperyalist olmak bir yana, emperyalist yönelişler içinde, gerici ve totaliter bir sermaye diktatörlüğüdür. Bu rejimi yıkmak için mücadele ve direniş meşrudur. Bir devlet, ülke ve toplum olarak İran’ın bugün ABD-İsrail saldırganlığı altında parçalanmasına ise, yol açacağı sonuçlar nedeniyle açık ve net biçimde karşı çıkmak durumundayız. Siyaset bir zamanlama ve öncelik belirleme sanatıdır. Bugünün önceliği “fırsattan istifade” İsrail’in kuyruğunda ona karşı direnen rejimi devirmek değildir.
İran’da birkaç istisna dışında[1] onlarca komünist, devrimci parti, sendika, kitle örgütü, etnik öbek molla rejiminin yıkılması hedefinden vazgeçmeden İsrail-ABD saldırganlığına karşı konumlandılar. Doğru tutum budur. İran’da yaşayan halkların, devrimcilerin, komünistlerin tarafındayız. Gerici sermaye diktatörlüğünün emperyalistlerin güdümünde bir renkli devrimle değil, birleşmiş üreticilerin, emekçilerin, ezilen halkların birleşik devrimci/demokratik gücüyle sona erdirilmesini savunuruz.
İsrail’in geriletilmesi, içinde yüz binlerce ilerici, barışçı, solcu, sosyalist barındıran İsrail toplumunun bugünkü Siyonist rejime karşı muhalefet ve isyanını güçlendirecektir.
Hegemonya çatışması ve emperyalist savaşlar, 35 yıldır içinden çıkamadığımız evrensel likidasyon çemberini parçalamak, sömürüsüz sınıfsız bir dünya mücadelesini gerçek bir hareket olarak yeniden ayağa kaldırmak için olağanüstü fırsatlar sunuyor.
13 Haziran savaşının ve bu savaşa yol açan siyasetlerin bundan sonra hangi yönde ilerleyeceğini ve sorunun Türkiye boyutunu daha sonraki yazılarda yorumlamaya devam edeceğiz.
Yazıldığı tarih: 24 Haziran 2025
[1] Bildiğim kadarıyla İran’da, İsrail saldırganlığının açacağı yoldan molla rejimine karşı zafer ve gelecek arayan, İsrail’e angaje iki hareket var: Biri sol-İslamcı Halkın Mücahitleri hareketi. Öteki Barzani çizgisindeki İran Kürdistan Demokrat Partisi (KDP-İ). Wikipedi’de Kürdistan Özgürlük Partisi’nin (Partî Azadîyê Kurdistan-PAK) 13 Haziran’dan sonra Kürt gençlerini “İran rejimi hedeflerine saldırmaya” çağırdığı haberi yer alıyor. TUDEH ve İsrail Komünist Partisi ise İsrail saldırganlığına açıkça karşı çıkarken soyut sözler dışında İran rejimine karşı açık bir tutum almadılar.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.