Abdülhamit döneminin fiziki sansürü ve sürgünleri yerini, Menderes döneminde yasal baskılara ve radyo tekeline bırakmış; Erdoğan döneminde ise dijital medyanın kontrolü, ekonomik yaptırımlar ve uluslararası alanda yankı bulan tutuklamalar ön plana çıkmıştır
Türkiye’nin basın tarihi, inişli çıkışlı bir özgürlük mücadelesinin aynasıdır adeta. Tanzimat’la yeşeren umutlar, farklı dönemlerde farklı gerekçelerle beliren baskıların gölgesinde zaman zaman solmuştur. Tarihin sayfalarını araladığımızda, Abdülhamit’in istibdat yıllarından Menderes’in gergin on yılına ve günümüzün çetin medya iklimine uzanan bir hatta, baskının dönemsel benzerlikleri ürkütücü bir şekilde karşımıza çıkıyor.
Sultan II. Abdülhamit dönemi (1876-1909), hafızalara sansürün en yoğun yaşandığı karanlık bir dönem olarak kazınmıştır. 1876 Anayasası’nın getirdiği kısmi özgürlük umudu, kısa sürede Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla yerini tam bir baskı rejimine bırakmıştır. Matbuat Müdürlüğü ve Sansür Kurulu eliyle her türlü yayın mercek altına alınmış, muhalif sesler daha doğmadan boğulmuştur. Gazeteciler fişlenmiş, sürgün edilmiş, hapsedilmiştir. Öyle bir atmosfer yaratılmıştır ki, basın mensupları sansürden kurtulmak için gönüllü bir otosansür mekanizması geliştirmiş, eleştirel konular yerine daha “güvenli” alanlara yönelmişlerdir.
Yarım asır sonra, çok partili hayata geçişle birlikte özgürlük rüzgarlarının estiği Adnan Menderes dönemi (1950-1960) de benzer bir dönüşüme sahne olmuştur. Başlangıçta basına nispeten daha hoşgörülü bir yaklaşım sergilenmiş olsa da, Demokrat Parti iktidarının güçlenmesiyle birlikte eleştirel sesler hedef tahtasına oturtulmuştur. 1954 Basın Yasası, gazetecilere ağır cezalar ve hapis tehdidi getirerek bir nevi “örtülü sansür” uygulaması yaratmıştır. Muhalif gazeteler kapatma kararlarıyla susturulmaya çalışılmış, gazeteciler hakkında sayısız dava açılmıştır. Üniversiteler ve öğrenciler üzerindeki baskılar da bu dönemin karanlık sayfalarından birini oluşturmuştur. Radyonun tek sesli bir hükümet propagandası aracına dönüştürülmesi ise, o dönemin en etkili iletişim kanalının nasıl tekelleştirildiğinin acı bir örneğidir.
Günümüze geldiğimizde, Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidar yılları (2003 sonrası) da basın özgürlüğü açısından endişe verici bir tablo çizmektedir. Özellikle 2013 Gezi Parkı protestoları ve 2016 darbe girişimi sonrası basına yönelik baskılar kabul edilemez boyutlara ulaşmıştır. Eleştirel yayın organları kapatılmış, gazeteciler dünyanın en çok hapsedilenleri arasına girmiştir. Soruşturmalar, gözaltılar, davalar ve cezalar bağımsız basının üzerine karabasan gibi çökmüştür. Medya sahipliğindeki değişimler, ana akım medyanın büyük ölçüde iktidar çizgisine kaymasına neden olmuştur. Dijital medya ve sosyal medya üzerindeki kontroller, “Dezenformasyon Yasası” gibi düzenlemelerle daha da sıkılaştırılmıştır. Basın İlan Kurumu ve RTÜK gibi kurumlar eliyle uygulanan ekonomik ve idari yaptırımlar ise eleştirel basını köşeye sıkıştırma amacını açıkça göstermektedir. Uluslararası kuruluşların Türkiye’yi “basın özgürlüğü olmayan ülkeler” arasında göstermesi ise durumun vahametini gözler önüne sermektedir.
Tarihin bu üç farklı dönemine baktığımızda, baskının temelinde yatan motivasyonun pek de değişmediği görülmektedir: Merkezi otoritenin güçlendirilmesi ve muhalefetin susturulması arzusu. Sansür mekanizmaları, yasal düzenlemelerin baskı aracı olarak kullanılması, gazetecilere yönelik takip ve cezalandırma, medya üzerindeki ekonomik ve idari baskılar ve sonuç olarak otosansürün yaygınlaşması, bu dönemlerin ortak özellikleri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Elbette, baskının yöntemleri ve yoğunluğu çağın koşullarına göre farklılık göstermiştir. Abdülhamit döneminin fiziki sansürü ve sürgünleri yerini, Menderes döneminde yasal baskılara ve radyo tekeline bırakmış; Erdoğan döneminde ise dijital medyanın kontrolü, ekonomik yaptırımlar ve uluslararası alanda yankı bulan tutuklamalar ön plana çıkmıştır.
Ancak değişmeyen bir gerçek vardır ki, o da basın üzerindeki her türlü baskının, demokrasinin temel taşlarından biri olan ifade özgürlüğüne vurulan ağır bir darbe olduğudur. Tarihin tekerrür eden bu gölgesinden kurtulmak, ancak çoğulcu, özgür ve eleştirel bir basının varlığına saygı duymakla mümkün olacaktır. Aksi takdirde, Türkiye basın tarihi, baskının farklı suretlerde yeniden tezahür ettiği bir döngü olarak kalmaya mahkum olacaktır.
* Mesut Balcan, Haber-Sen Genel Başkanı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.