PKK Türkiye’de silahlı mücadeleyi durdursa bile, bölgedeki dinamikler nedeniyle silahlı varlığını korumakla kalmayacak, aynı zamanda büyütmeye de çalışacaktır
Tarih boyunca yürütücü öznesi her kim olursa olsun hiçbir siyasal mücadele düz bir çizgide ilerlememiştir. Devletler, örgütler ya da halk hareketleri, politik mücadelenin karmaşıklığında, çatışmanın biçimini zaman zaman değiştirmiş, nihai hedefine varmak için daha önce hiç de tahmin etmediği ara yollara sapmak zorunda kalmıştır.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti ile Kürt hareketi arasında yeniden başlayan görüşmelerin ve barış süreci tartışmalarının da böylesi bir bağlamda ele alınması gerekir. Taraflarca kullanılan “barış” söylemleri, “çözüm” beklentileri ya da “yeni dönem” hayalleri; bu gerçekliği örtemez. Ortada, politik hedefleri birbirine taban tabana zıt iki irade vardır. Bu iradeler, savaş meydanında birbirini alt edemediklerinden, başka yollar deniyorlar.
Şu an için İmralı Adası’nda, Türk devleti ile Kürt hareketinin başmüzakereci olarak ifade ettiği Abdullah Öcalan bir masada oturuyor. O masanın etrafında buluşabilmek için bile asgari müştereklerde geçici bir zemin yaratıldığı ortadadır. Bu zeminin kendisi bile son derece riskli, çatışmalı ve kırılgandır. Çünkü söz konusu olan, ezilen ulus hareketinin onu bastırmaya ant içmiş bir devletle müzakere yürütmesidir. Bu türden bir karşılaşma, doğası gereği gerilimlidir ve her an yeniden çatışmaya evrilebilecek niteliktedir.
Öyleyse öncelikle şunu not etmek gerekiyor. Taraflar arasında oldukça özgün, zaman zaman rahatsız edici, müthiş gerilimli bir mücadele süreci içerisindeyiz. Ve bilinir ki silahlı mücadele de dahil hiçbir mücadele süreci, en başından öznesine zafer garantisi sun(a)maz. Bu yüzden sürecin barışçıl görünümlü olması, onu Kürt hareketi açısından güvenli kılmaz.
Evet, Türk devleti bu hamleyle Kürt hareketini düzen sınırları içine çekmek, içten parçalamak ve zamanla etkisizleştirmek istiyor. Bu sadece politik bir niyet değil; medya, yargı, istihbarat ve yasama organları dahil olmak üzere devletin tüm aygıtları bu stratejiye göre hareket ediyor.
Ancak devletin karşısında kolayca manipüle edebileceği bir yapı olmadığını da kabul etmek gerekir. Açık ki ortada 40 yıla yayılan bir savaş pratiği, milyonlara ulamış bir toplumsal taban, ve güçlü bir örgütsel hafıza var. Bu güç, açık ki devleti de iyi tanımakta ve kendisi için olabilecek risklerin de hesabını yapmaktadır.
Bu süre zarfında hareketin özellikle yasal siyasal parti içindeki bazı liberal eğilimlerin devletle müzakereye fazlasıyla umut bağlamış olması, ve hatta bu eğilimin büyük fotoğrafın rengini zaman zaman bulandırmaya başladığı doğrudur. Ancak tartışmamızın öznesi olan PKK ve gerillalar ve belki de daha önemlisi Kürt halkı devlete güven duymamaktadır. Devlete güvenmemek, bir sağduyu değil, bir bilinç halidir.
Bu noktada, süreci salt “tasfiye süreci” olarak yorumlayan bazı çevrelerin, meseleyi indirgemeci ve dışlayıcı bir bakışla ele aldığı da görülmektedir. Kürt hareketini “yalnızca” kamuoyu önündeki açıklamalarıyla değerlendirmek, onun pratik-politik konumlanışını göz ardı etmek ve çok katmanlı yapısını hafife almak olur. Tarih Kürt hareketine ömür biçenlerin politik mezarlığı ile doludur.
Doğru bir siyaset okuması için PKK’nin ve kurucu önderliğinin sözleri, meselelerin iç gelişimini anlamak için yeterli olanı bugüne kadar vermemiştir. Elbette ki söz bir veridir ve yabana atılamaz. Ama Kürt hareketi, sözlerden çok politik olanın gerekliliklerine göre davranan bir yapıdır. Eylemi, sözünü aştığı koşullarda en esnek ve geri tanımlamaları ifade etmekten bugüne kadar çekinmemiştir
İkinci olarak ise yarım asırdır mevcut yasaların dışında hareket etmiş bir partinin ve kendisini özel mülkiyet dünyasının dışında konumlandırmış on binlerce militanın üç ayda düzen içine girebileceğini iddia etmek, bu hareketin karakterini açıkça anlamamak olur. Bu birikim öyle kolay cinsten soğurulabilecek cinsten değildir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti mevcut iktidar ve yasaları ile kelimenin gerçek anlamında böylesi bir yapıyı ve ideolojisini içerip aşabilecek esneklikte değildir.
Türkiye devleti, sadece yapısal olarak değil, siyasal zihniyeti itibariyle zor ve baskı aygıtlarına sıkışmış durumdadır. CHP’ye ve İmamoğlu’na bile tahammül edemeyen bir siyasal iktidarın, çok daha radikal ve örgütlü bir halk hareketine yaşam alanı açması mümkün değildir.
Mücadele içerisinde nasıl ki savaşın kendine has bir ideolojik evreni oluşturulmaktaysa müzakere sürecinin de- taraflarca başka anlamlar atfedilmiş olsa da- anın özgünlüğü taşıyan ideolojik bir inşası gerçekleşmiştir. Bu süreçte, hem devlet hem de Kürt hareketi tarafından dolaşıma sokulan temel ideolojik çatı “Türk-Kürt kardeşliği” söylemidir. Görünürde uzlaşıyı mümkün kılan bu söylem, sürecin siyasal meşruiyetini tesis etmekte kullanılsa da, hem tarihsel içeriği hem de güncel işlevi itibariyle oldukça sorunlu ve kırılgan bir zemine oturmaktadır.
Bu daha çok, içi doldurulmamış, farklı anlam dünyalarına sahip iki ayrı siyasal öznenin aynı kavramı kendi lehine eğip bükerek kullandığı bir “uzlaşma fiksatifi” gibidir. Ne var ki, süreç boyunca başka ortak siyasal zemin üretilemediği için, taraflar söylemsel olarak bu çerçevede kalmak zorunda hissetmektedir.
Tarihsel referanslara başvurduğumuzda ise “Türk-Kürt ittifakı” olarak sunulan birlikteliklerin özünde halkların eşitliği temelinde gelişmiş bir dayanışma değil, Kürt egemen sınıflarıyla Türk merkezi iktidarı arasındaki pragmatik işbirlikleri olduğu görülür. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, Kürt beylerinin merkezi iktidarın fetih ve yönetim politikalarına destek vermesi karşılığında, yerel özerklik ve kendi iç idari düzenlerini sürdürme hakkı tanınmıştır. Bu tarihsel pratikler devletin bekasının sürdürülmesine karşılık bir güç paylaşımı ilişkisidir ve bugünkü anlamıyla demokratik bir muhteva taşımamaktadır.
Devletin temsilcileri geçmişi tekrarlamak istediklerini lafı hiç dolandırmadan beyan emekte, Kürtlerle birlikte oluşturulacak “stratejik güç Türkiye” kurgusunun üzerinden hamlelerini yapmaktadır.
PKK de, zaman zaman Türkiye’nin bölgesel güç olabilmesi için Kürt hareketinin “stratejik bir ortak” olarak konumlanabileceğini ifade ediyor. Söylem olarak bu yönelim, Kürt hareketi ve halkının Türkiye devletiyle bir tür “kazan-kazan” ortaklığı kurarak süreci yürütebileceğini ima etmektedir.
Kürt hareketi, süreci Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilişkilendirse de meselenin abecesi şudur ki, egemen sınıfların ve sermaye blokunun kazandığı bir siyasal zeminde, ezilenlerin, işçilerin, kadınların ve halk kesimlerinin gerçek anlamda kazanım elde etmesi mümkün değildir. Bu burada derinleşmeyi gerektirmeyen sınıfsal bir gerçekliktir.
Bir diğer yapısal sorun ve aktüel durum ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin son yıllarda giderek daha belirgin bir biçimde benimsediği “yeni Osmanlıcı” dış politika çizgisinin, iç demokratikleşmeyle aynı eksende sürdürülebilir olmamasıdır. Bölgesel çatışmaların yoğunlaştığı, uluslararası dengelerin sürekli değiştiği bir konjonktürde, Türkiye egemen sınıfları “yumuşama” ya da “müzakere” gibi süreçleri, ancak güç ve hegemonya tesisine hizmet ettiği sürece tolere etmektedir.
Siyasal iktidarın otoriterleşme eğilimi, sadece AKP-MHP ittifakının özgün siyasetinden değil, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin krizleri yönetme biçiminden de beslenmektedir. Bu, tarihsel olarak da doğrulanmış genel bir eğilimdir: Egemen sınıflar, sistemik kriz anlarında demokratikleşme yönünde değil, otoriter konsolidasyon ve hatta faşistleşme yönünde ilerler. Dolayısıyla, Türk-Kürt kardeşliği söylemi altında geliştirilen siyasal birliktelik iddialarının hangi demokratikleşme temellerine dayandığı, bu bağlamda açıkça sorgulanmalıdır.
Türk devlet aklının bölgesel hesaplarına dayanan bir barış söylemenin de bırakalım kamuoyunu tatmin etmesi Kürt hareketinin demokratik, proleter ve kadın özgürlükçü damarıyla uyumlu olması bile mümkün değildir. Hareket eğer ideolojik yapısını koruyarak mevcut doğrultusunu muhafaza edecekse bu yönelime karşı direnç geliştirecektir. Aksi bir yapıbozumudur. Bu bağlamda bir “orta yol” seçeneği bulunmamaktadır.
Öncelikle PKK’ye yönelik bütün değerlendirmelerde unutulmaması gereken bir şey var. Analizin konusu edilen Kürt hareketi, bir hareket ya da örgüt olmanın sınırlarını çoktan aşmış, hem bölge hem uluslararası planda her bakımdan çok büyümüştür. Etrafında eşine az rastlanır bir enternasyonal dayanışma çemberi vardır. Ortadoğu’da politik-askeri güç olduğu kadar, Arap, Fars, Türk ilerici ve sosyalist güçleriyle yakın ilişkiler ve stratejik ittifaklar geliştirilmiştir. Kürt diasporası uluslararası diplomatik ilişkiler yürütürken; Kürt hareketi de Batı Avrupa ülkelerinin hemen hepsinde o ülkelerin en güçlü siyasal partileri kadar görünür durumdadır. Karşımızda küçük bir devlet ölçeğinde siyaset yapabilme kapasitesine sahip bir gerçeklik vardır. Ve bu gerçeklik, hareketin kararlarını incelerken bu tablodan kopmamayı zorunlu kılar.
Şimdi buradan PKK’nin silahlı mücadelenin sonlandırılması ve fesih kararına gelecek olursak, en sonda söylenecek olanı en başından söylemek gerekiyor: Ortadoğu gibi bir ateş çemberinin ortasında, bütün silahlar kendisine doğrultulmuşken Kürt hareketi asla silah bırakmaz. Kan ve barut içerisinde tarih sahnesine çıkan bir ulusal hareketin, kendisini boğmak için bekleyen muhataplarının karşısında tümden silahsızlanacağını kim iddia edebilir?
Bu süreçte her şey olabilir; ideolojik kırılmalar, örgütsel dağınıklıklar, alışılmadık siyasal ittifak denklemleri dahi kurulabilir. Ancak tek bir şey olmaz: Kürt hareketi asla kendisini tümden silahsızlandırmaz.
Somut duruma bakıldığında Kürt hareketinin silahlı varlığı nerede teşkil ediyor? Türkiye sınırları içerisindeki durumu zaten biliniyor. Güney Kürdistan’da Medya Savunma Alanları, gerillanın uzun yıllardır konumlandığı en önemli alan. Rojava, neredeyse sayısı yüzbine ulaşan askeri kuvvetiyle düzenli bir orduyu andırıyor. Rojhilat (İran Kürdistanı) ise Kürt hareketinin silahlı kuvvetlerinin bulunduğu bir diğer coğrafya. Irak sınırından başlayarak İran’ın Batı Azerbaycan, Kürdistan, Kırmanşah gibi eyaletlerinde on yıllardır ciddi bir güç olarak konumlanmış durumda. Bugün rahatlıkla söylenebilir ki, mevcut tablo içerisinde Kürt hareketin askeri gücünün en asgari düzeyde olduğu yer Türkiye sınırlarının içerisidir.
12 Mayıs’ta açıklanan deklarasyonla “PKK ismi ile yürütülen bütün örgütsel çalışmaların sonlandırıldığı ve silahlı mücadelenin bitirildiği” ilan edildi. Ancak bu ifadenin biçimi, içeriğinden daha önemlidir: “PKK ismi ile yürütülen…” Buradaki vurgu bilinçli bir tercihi yansıtmaktadır. Çünkü her ne kadar Kürt hareketinin merkezinde PKK ismi altında yürütülen politik ve askeri çalışmalar yer alsa da, hareket bundan çok daha fazlasıdır. PKK ismi esas olarak Türkiye ve Medya Savunma Alanları’ndaki faaliyetleri kapsamaktadır. Açıklamada geçen ifade de bu sınırlara işaret etmektedir.
Rojhilat ve Rojava ise bu kapsamın açık biçimde dışında tutulmuştur. Nitekim, İmralı’da devlet yetkililerinin de hazır bulunduğu görüşmelerde Abdullah Öcalan’ın bizzat Rojava’daki askeri kapasitenin nicel ve nitel olarak artırılması gerektiğini vurguladığı bilinmektedir. Devlet, Kürt hareketini ancak bu türden bir formülasyona kadar zorlayabilmiştir.
Bu durumda silahlı mücadelenin sona erdirildiği alan yalnızca Türkiye sınırları ve Medya Savunma Alanlarıdır. Zaten bu sahadaki savaş da uzun süredir istenilen düzeyde ilerlememekteydi.
Ancak tam da buraya bir ünlem koymak ve ek bir vurgu yapmak gerekiyor. Elbette ki silahlı mücadeleyi sonlandırma kararının yalnızca askeri değil, ideolojik ve politik açıdan da ciddi sonuçları olduğunu belirtmek gerekir. Zira böylesi süreçler yalnızca belirli bir parçayı değil, bütün yapıyı etkiler. Tarihte birçok gerilla hareketi, önce ideolojik çözülmeye uğramış, politik hedeflerini zaman içerisinde yitirmiş, örgütlü varlığını koruyamamış ve ardından savaş kabiliyetini tümden kaybetmiştir. Bunlar üzerine elbette ki tartışmak gerekir. Ancak biz bu tartışmayı şimdilik paranteze alarak, yalnızca silah bırakma meselesine odaklanmaya devam edelim.
Tam da yukarıda belirtildiği üzere PKK’nin silah bırakma kararının ardından İran’da PJAK, Suriye’de ise SDG ve YPG genel komutanlık düzeyinde bu kararın kendileri için bağlayıcı olmadığını açıkça ilan ettiler. Bu durumun anlamı şudur: PKK Türkiye’de silahlı mücadeleyi durdursa bile, bölgedeki dinamikler nedeniyle silahlı varlığını korumakla kalmayacak, aynı zamanda büyütmeye de çalışacaktır.
Hatta bu stratejik konumlanma, Türkiye’de sürecin bozulduğu olası senaryolar için de geçerlidir. Kürt hareketi, Türkiye’de yeniden bir savaş ihtimaline karşı cephe gerisini, savaşçılarını ve askeri teçhizatını her zaman elinin altında tutmaya devam edecek ve geri çekilişi hızla dengeleyebilecek kanalları açık tutacaktır.
Eğer süreç planlandığı gibi ilerlerse, Medya Savunma Alanları’ndan çekilme, silahların ilgili kurumlara teslimi ve birkaç bin gerillanın geri dönüşü söz konusu olabilir. Ve bu görüntüler yaşandığında kısa süreli bir şok etkisi de mümkündür; ancak o an geldiğinde bile yukarıda çizilen büyük tablo gözden kaçırılmamalıdır.
Stratejik müttefik gibi görünen devletlerin bile birbirlerine karşı silahlandığı bir bölgede, Kürt hareketinin silah bırakması beklenemez.
Kürt hareketi için PKK’nin boşluğunu dengeleyecek bir siyasal örgütlenmenin kurulması zorunlu. Ancak bu zorunluluk onun kendi doğası içerisinde basit bir meseledir. On milyonları tabanına katmayı başarmış bir hareketin, bu tabana uygun yeni örgütsel formlar oluşturmakta zorlanmayacağı kesindir. Bu yeni örgütlenme, daha önceki gibi yasadışı olmayacak, ancak kendi toplumsal gücünü konsolide edebilecek ve sıkça vurgulandığı gibi uluslararası ya da enternasyonal ölçekte konumlanacak bir yapıya dönüşecektir. Bununla birlikte, hareket muhakkak ki diğer parçalardaki silahlı gücünü karşılayacak farklı bir örgütsel sistemi de sürdürecektir.
Bu durum, AKP-MHP ittifakının yönettiği Türkiye Cumhuriyeti devleti için de geçerlidir. Düşmanlık hukuku öylesine bir hal almıştır ki, Türk devleti karşı tarafı güçlendirmemek adına sürecin gerektirdiği en basit yasal adımları bile tam teslimiyet koşuluna bağlamaktadır.
Tekrar Kürt hareketine dönecek olursak buraya kadar mesele silahlı mücadelenin sonlandırılması, fesih kararı ve örgütsel boyutlarıyla ele alındı. Ancak belki de daha önemli olan, Kürt hareketinin bundan sonra politik ve ideolojik olarak nasıl bir yönelime gireceğidir. Yine Kürt hareketinin Türkiye’deki demokrasi ve özgürlükler mücadelesinde nasıl bir pozisyon alacağı, Türk devleti ve diğer bölge güçleriyle kurduğu dengeyi ne kadar esnetebileceğine dair epeyce sorular sorulmaktadır.
Bununla birlikte, anayasa yazım süreci ve başkanlık tartışması gibi Türkiye sosyalist hareketini endişelendiren kimi konular da cevap beklemektedir. Kürt ulusunun kolektif hakları ile Türkiyeli demokrasi güçlerinin beklentileri nasıl bir dengeye oturtulacaktır.
Kürt hareketinin temel perspektifi haline getirdiği “demokratik toplum sosyalizmi” ve bunun taşıdığı ideolojik-politik anlam, ayrıca kapsamlı bir tartışma ve analiz konusudur ve bunların hepsi daha geniş bir değerlendirmeyi hak etmektedir.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.