Marx’ın ifadesiyle “emeğin metalaşması”, insanı yalnızca ürettiği nesneden değil, kendi özünden ve toplumdan da koparır. Bu kopuş sadece ekonomik eşitsizlikle sınırlı değildir; görünmeyen emek biçimlerinin sistematik olarak değersizleştirilmesi bireyi tanınma açlığıyla baş başa bırakır
İnsan yaptığı işle kurduğu ilişki aracılığıyla yalnızca geçimini sağlamaz; dünyadaki yerini de tarif eder. Bir ağacı budayan bahçıvan, hastayı iyileştiren doktor ya da evin zeminini silen bir kadın… Her biri, emeğiyle yalnızca dış dünyayı değil, kendi varlığını da inşa eder. Ne var ki kapitalist üretim ilişkileri içinde emek, anlamını yitiren bir rutine dönüşürken, bireyin kendilik duygusu da bu yabancılaşmadan payını alır. Marx’ın ifadesiyle “emeğin metalaşması”, insanı yalnızca ürettiği nesneden değil, kendi özünden ve toplumdan da koparır. Bu kopuş sadece ekonomik eşitsizlikle sınırlı değildir; görünmeyen emek biçimlerinin sistematik olarak değersizleştirilmesi bireyi tanınma açlığıyla baş başa bırakır.
Toplum, bazı işleri “doğal”, bazılarını ise “değersiz” addettiğinde, yalnızca ücret adaletsizliği değil, derin bir varoluşsal yara da ortaya çıkar. Ev içi emek, çoğunlukla kadınlara atfedilir; karşılıksız bırakıldığında ise bir yükümlülüğe, sessiz bir mecburiyete dönüşür. Yorgun bedenler yalnızca fiziksel tükenmişlikle değil, bir işe yaramama duygusuyla da baş etmek zorunda kalır. Axel Honneth’in vurguladığı gibi, tanınmamak yalnızca adaletsizlik değil, benliğin parçalanmasıdır. Temizlik işçisinin emeği, ofis çalışanınınki kadar görünür olmadığında bu yalnızca bir mesai farkı değil, saygınlığın nasıl dağıtıldığına dair politik bir göstergedir.
“Kendine saygı duy” çağrısı, kişisel gelişim söylemine indirgendiğinde, sorunun yapısal boyutu göz ardı edilir. Oysa özsaygı yalnızca içsel bir deneyim değil, toplumsal bir yankıyla şekillenir. Her sabah güneş doğmadan işbaşı yapan bir inşaat işçisi yalnızca beton dökmez; aynı zamanda “buradayım, varım” der. Ancak ona “vasıfsız işçi” diyen dil, bu varlık ilanını sağırlaştırır. Hannah Arendt’in “kamusal alan” kavramı tam da buraya işaret eder: Eğer emeğiniz orada yankı bulmuyorsa, siz de yok sayılırsınız.
Tanınma talebi, etik bir arayış olmanın ötesinde politik bir zorunluluktur. Bu talebin karşılanması yalnızca ekonomik düzenlemelerle değil, toplumsal değerlerin yeniden inşasıyla da ilgilidir. Asgari ücret artışı ya da sosyal güvence gibi uygulamalar, yalnızca maddi iyileşmeler değil, aynı zamanda “sen değerlisin” mesajının politik ifadesidir. Sanat ve edebiyat gibi kültürel alanlar görünmeyen emeği görünür kılmakta, dayanışma pratikleri ise bu tanınmayı gündelik hayata taşımakta kritik rol oynar. Kooperatifler ve üretici birlikleri yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda “biz” duygusu kurarak, emeğin metalaşmasını reddeder. Böylece tanınma, bireyin toplumsal varlık olarak hak ettiği saygıyı talep etmesinin yanı sıra, toplumsal dönüşümün de asli bir aracına dönüşür.
Sosyal medyada beğeniye endekslenen üretimler, tanınmayı da bir tüketim nesnesine dönüştürdü. Algoritmaların yönlendirdiği dünyada gerçek tanınmanın mümkün olup olmadığı sorusu, yalnızca bireysel tatminin değil, toplumsal ilişkilerin de doğasını sorgular hale geldi. Belki de gerçek tanınma, sayısal ölçütlerde değil; insanların birbirini dinlediği, desteklediği ve emeği gerçekten duyumsadığı ilişkilerde mümkündür. Dayanışma, görünmeyen emeğe verilen en güçlü cevaptır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.