Bugün, içinde yaşadığımız yüzyılda küresel ısınmanın yıkıcı gerçekliğiyle yüzleşirken, bu unutulmuş tarih sadece burjuva iftiralarına bir yanıt sunmakla kalmıyor; aynı zamanda umut da veriyor ve özellikle şunu gösteriyor: Bilimle donanmış ve kolektif çıkarlara göre yönlenen bir işçi sınıfı hükümeti, ekolojik bir uygarlık inşa edebilir. Ama bu, yalnızca kapitalist mantıkla tümüyle hesaplaşırsa mümkün olacaktır
Burjuva tarihçileri ve liberal çevre aktivistleri tarafından yazılmış kitaplarla ve Netflix belgeselleriyle büyümüş insanlara Sovyetler Birliği’nin doğaya nasıl yaklaştığını soralım; alacağımız cevap hep aynı olacaktır: Sovyetler, fabrika bacalarının tütüp durduğu, nehirlerin zehirlendiği, çevre yıkımının kol gezdiği, sanki Dickens’ın Zor Zamanlar’ındaki kurgusal Coketown’dan fırlamış gıpgri gökyüzüne sahip bir harabeden başka bir şey değildi. Burada ima edilen şey oldukça açıktır: Sosyalizm, özellikle de Stalin dönemi sosyalizmi, doğası gereği çevreyi umursamamıştır, hatta çevre düşmanıdır.
Ama bu bir efsanedir, hem de tamamen ideolojik bir efsane. Kazara değil, bilinçli olarak inşa edilmiş bir yalandır. Bu yalanın tek bir işlevi vardır: Kapitalizm kaynaklı çevre yıkımını kaçınılmaz bir trajedi gibi göstermek ve bir zamanlar planlı, işçi sınıfı önderliğindeki bir toplumun doğayla başka türlü bir ilişki kurmaya çalıştığına dair hafızayı yok etmek.
Stephen Brain’in Song of the Forest: Russian Forestry and Stalinist Environmentalism 1905–1953 adlı eseri,[1] bu efsaneyi (analojimi mazur görmenizi umuyorum) çürümüş bir ağaç kabuğunu yarıp geçen bir balta gibi kesip atmıştır. Sovyet arşivleri ve çevre politikası belgelerinden yola çıkan Brain, uzun süredir Soğuk Savaş propagandasıyla gömülmüş bir gerçeği gün yüzüne çıkarmıştır: Sovyetler Birliği, özellikle Stalin döneminde, diyalektik materyalizme, merkezi planlamaya ve ormanı “hammadde” değil, korunması gereken canlı bir sistem olarak gören bir anlayışa dayanan benzersiz bir sosyalist çevrecilik modeli geliştirmiş ve hayata geçirmişti.
Bu, bir yan proje falan değildi. Bu bir devlet politikasıydı. Bu, pratiğe dökülmüş sosyalizmdi. Ve tarihte insan kaynaklı iklim değişikliğini tersine çevirmeyi amaçlayan ilk girişimdi. Toplumla doğa arasında rasyonel, bilimsel temelli bir ilişki kurmayı hedefleyen bilinçli bir çabaydı. Kapitalizmin kaotik ve kısa vadeli çıkarcılığıyla keskin bir tezat oluşturan bir vizyondu.
Sovyet deneyimini özgün kılan şey sadece ormanları koruma altına olmuş olması değildi. Bugün birçok kapitalist ülkede de milli parklar var ve en azından sözde devletlerin koruması altındalar. Sovyet orman politikasını devrimci yapan şey ise, neden ve nasıl yapıldığıydı: Kâr için değil, burjuva estetiği için değil, halkın uzun vadeli refahı için ekolojik sistemleri korumayı hedefleyen planlı bir stratejinin parçası olarak. Bu çevrecilik ne suçluluk duygusundan ne de piyasa teşviklerinden doğmuştu —onu doğuran şey sosyalizmin mantığıydı.
Bugün, içinde yaşadığımız yüzyılda küresel ısınmanın yıkıcı gerçekliğiyle yüzleşirken, bu unutulmuş tarih sadece burjuva iftiralarına bir yanıt sunmakla kalmıyor; aynı zamanda umut da veriyor ve özellikle şunu gösteriyor: Bilimle donanmış ve kolektif çıkarlara göre yönlenen bir işçi sınıfı hükümeti, ekolojik bir uygarlık inşa edebilir. Ama bu, yalnızca kapitalist mantıkla tümüyle hesaplaşırsa mümkün olacaktır.
Kapitalizmde doğa, hammaddeden başka bir şey değildir. Ağaç, kerestedir. Nehir, hidroelektrik potansiyelidir. Dağ, oyulmayı bekleyen, geleceğin maden sahasıdır. Kapitalist mantık basit ve acımasızdır: kısa vadeli kârı en üst düzeye çıkar, uzun vadeli bedelleri dışsallaştır ve sonuçları -küresel ısınma, kitlesel yok oluş, zehirlenmiş toplumlar- bir başkasının sırtına yükle (“Après moi, le déluge”). Piyasa sürdürülebilirlik için plan yapmaz. Bir ormanın kendini yenileyip yenilemeyeceği ya da bir türün hayatta kalıp kalamayacağı onu hiç ilgilendirmez. Tek önemsediği, satacağı şeyin bir alıcısı olup olmadığıdır.
Sosyalist ekoloji ise bambaşka bir varsayımdan yola çıkar. İnsanın doğanın efendisi değil, onun bir parçası olduğunu bilir. Ekonomiyle ekolojiyi, üretimle korunumu birbirinden ayırmayı reddeder.
Sovyetler Birliği’nde —özellikle Stalin döneminde— yeni bir çevresel koruma modeli gelişmişti. Bu model ne suçluluk duygusuna dayanıyordu ne de kapitalist “yeşil göz boyama”ya (greenwashing). Dayanağı, diyalektik materyalizmdi. İnsanların ekolojik sistemlerden ayrı değil, onların bir parçası olduğu kabul ediliyordu. Merkezi planlama yoluyla SSCB, ormanları koruma, biyolojik çeşitliliği muhafaza etme ve uzun vadeli ekolojik düşünmeyi kurumsallaştırma kapasitesi geliştirmişti —bugünkü “en ileri” kapitalist sistemlerin bile sahip olamadığı türden bir kapasite.
1930’ların başlarından itibaren SSCB, bilimsel ormancılığı ulusal planlamaya entegre etmeye başlamıştı. G.F. Morozov’un çalışmalarından esinlenen (1867-1920) V.N. Sukaçev (1880-1967) gibi pek çok Sovyet bilimci, ormanları birer iklim düzenleyicisi ve canlı sistemler olarak ele aldılar. Ekosistemleri, Batı’nın “ekosistem” kavramına alternatif olarak geliştirdikleri diyalektik ve materyalist bir anlayışla —biyogeosenoz kavramıyla— açıkladılar.[2]
Stalin dönemi bu açıdan bir dönüm noktasıydı. 1936’da, “su koruyucu” olarak adlandırılan topraklara bakmak için, Orman Koruma ve Ağaçlandırma Ana Müdürlüğü (Glavlesohrana veya kısaca GLO) kuruldu.[3] GLO’nun sadece dört görevi vardı:
1948’e gelindiğinde ise, Sovyetler Birliği, insan kaynaklı iklim değişikliğini tersine çevirmek için dünyanın ilk açık girişimi olan Doğanın Dönüştürülmesi İçin Büyük Stalin Planını başlattı.[5] Bu plan, ormansızlaşmanın yol açtığı bölgesel iklim değişikliğini tersine çevirmeyi amaçlıyordu. Altı milyon hektarlık yeni orman kuşağının dikilmesini, rüzgâr kıranların oluşturulmasını ve büyük ölçekli su havzası koruma projelerini içeriyordu. Etkisi bakımından bu, iklim bozulmasına karşı tarihteki ilk bilimsel olarak koordine edilmiş müdahaleydi.
Bu bir ütopya değildi. Stalin döneminde Sovyet orman koruma politikası, “dünyanın başka hiçbir yerinde görülmemiş düzeyde koruma uygulamaları” sağlamıştır.[6] Bu orman rezervleri, zamanla Fransa büyüklüğünde bir alanı, ardından Meksika kadar geniş bir alanı kaplayacak şekilde genişletilmiştir.
Stalin dönemi liderliği, ormanların karmaşık, dinamik sistemler olduğunu ve Sovyet tarımının, su kaynaklarının ve halk sağlığının uzun vadeli varlığı için korunması gerektiğini biliyordu. Ormanlar, sosyalizme rağmen değil, sosyalizmin ta kendisi sayesinde korunabildi. Çünkü yalnızca özel kâr kaosundan kurtulmuş planlı bir ekonomi, uzun vadeli düşünmeyi göze alabilir.
Buna karşılık, aynı dönemde kapitalist ülkeler yaygın ormansızlaşma, toprak yorgunluğu ve biyolojik çeşitliliğin azalmasıyla meşguldü. Ne düzenleme vardı, ne öngörü, önemli olan yalnızca kâr oranlarıydı. Bugünün büyük ekolojik krizleri -iklim değişikliği, yaşam alanlarının yok edilmesi, toksik kirlilik- genel olarak “insan” faaliyetlerinin, bireysel tüketim ve ulaşım tercihlerinin değil, özellikle kapitalist faaliyetlerin ürünüdür. Üretim anarşisi, doğanın metalaştırılması ve özel mülkiyetin rekabetçi mantığı, çevresel yıkımın temelidir.
Marksistler, çevresel yıkımın soyut bir “insanlık”tan kaynaklandığı yönündeki liberal masalları reddederler. Bu yıkım, kapitalizm altındaki özgül üretim ilişkilerinin —yabancılaşmış emek, özel mülkiyet ve kullanım için değil değişim için üretimin— ürünüdür. Marx’ın Kapital’de yazdığı gibi, kapitalizm insan toplumuyla yeryüzü sistemleri arasında bir “metabolik yarılma” yaratır:
Kapitalist üretim tarzı, büyük merkezlerde toplanmasına yol açtığı şehirli nüfusun toplam nüfus içindeki ağırlığını durmadan artırması ile birlikte, bir yandan, toplumun tarihsel hareket gücünün yoğunlaşmasını sağlarken, diğer yandan, insanla toprak arasındaki madde alışverişini, yani insanın topraktan alıp besin maddesi ve giyim eşyası olarak yararlandığı unsurların toprağa dönüşünü ve dolayısıyla topraktaki verim gücünün devamı için gerekli olan ebedî koşulu ihlal eder.[7]
Bu yarık ancak kolektif mülkiyet, planlama ve doğayla alışverişimizin rasyonel bir şekilde düzenlenmesi yoluyla iyileştirilebilir. Bu ilke, Sovyetlerin en ciddi ağaçlandırma ve iklim dengeleme girişimlerine rehberlik etmiştir; bu girişimler sosyalizme rağmen değil, sosyalizm sayesinde mümkün olmuştur.
Tüm çelişkilerine ve sınırlarına rağmen Sovyet yaklaşımı, bir işçi devletinin ekolojik sistemleri ulusal ölçekte korumak için müdahale edebileceğini kanıtlamıştır. Ekolojik aklın, ancak kapitalist akıl yenildiğinde egemen olabileceğini göstermiştir.
Liberal burjuva hayal dünyasında “Stalinizm” genellikle acımasız bir baskının ve çevresel duyarsızlığın kısaltması gibidir. Oysa Stephen Brain’ın araştırmasında öğrendiğimiz gibi, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nin çevrecilik anlayışı liberal suçluluk duygusuna değil, sosyalist planlamaya dayanan özgün bir model geliştirmiştir.
Bu modelin merkezinde şu bilimsel anlayış yer almaktaydı: Ormanlar yalnızca doğal kaynak değil, iklimin ve su döngüsünün düzenleyicileridir. Bu anlayışa göre, ormanlar bütüncül sistemler olarak işler ve bu doğrultuda yönetilmelidir. Bir bölgede ağaçların kesilmesi, geniş coğrafyalarda yağış düzenini, toprak tutulumunu ve iklimi etkiler. Sovyet bilimciler, devletin desteğiyle, ormansızlaşmanın toprak erozyonu, kuraklık ve hatta çölleşmeye yol açtığını vurgulamışlardır. Ormanlar korunmak, genişletilmek ve Sovyetler Birliği’nin uzun vadeli gıda güvenliği ve istikrarı için planlanmak zorundaydı.
Devlet, özellikle çölleşmeye açık bölgelerde devasa rüzgâr kıran orman kuşaklarının dikilmesini hayata geçirmişti. Bu kuşaklar, tarım kolektiflerini Orta Asya rüzgarlarından korumak, nemi muhafaza etmek ve mikroiklimleri istikrara kavuşturmak için tasarlanmıştı.
Bu politikalar, dönemin önde gelen ekolojistleri tarafından desteklendi. G.F. Morozov’un çalışmalarını temel alan V.N. Sukaçev, biyogeosenoz kavramını ortaya attı —canlılar ile cansız çevreleri arasında sürekli hareket ve dönüşüm halinde olan, diyalektik birliğe sahip sistemler. Bu kavram, ekosistemlerin içsel çelişkiler ve tarihsel gelişim taşıdığını vurgulayarak Marksist diyalektikle tam uyum içindeydi.[8]
Doğayı dinamik, birbirine bağlı bir bütünlük olarak kavrama anlayışı sadece 20. yüzyıl Sovyet bilim insanlarının icadı değildi. Bu yaklaşımın kökleri, Engels’in özellikle Doğanın Diyalektiği adlı tamamlanmamış çalışmasında ortaya koyduğu diyalektik materyalizme dayanır. Engels şöyle yazmıştır:
Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi, pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçlan ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır.[9]
Doğayı pasif bir “çevre” değil, aktif, çelişkili ve kendi içinde gelişen bir bütün olarak gören bu diyalektik anlayış, Sukaçev’in geliştirdiği biyogeosenoz kavramının teorik temelidir. Burjuva biliminin yaptığı gibi değişkenleri yalıtmak yerine, Sovyet ekolojisi ormanı canlı bir bütünlük olarak ele almıştır; parçaları ancak birbirleriyle ilişkileri, hareket halindeki çelişkileri içinde anlaşılabilir.
Sukaçev ve onun gibiler, Sovyet hükümetinin desteğiyle büyük ölçekli ağaçlandırma ve koruma politikalarını uygulamaya geçirdiler. Doğanın Dönüştürülmesi İçin Büyük Stalin Planı, sadece sembolik bir girişim değil, ülke çapında seferberlik, bilimsel planlama ve bölgesel iklimi şekillendirebilecek bir altyapı anlamına geliyordu.
Ancak bu süreç çelişkilerden azade değildi. Bilim dışı görüşleriyle tanınan Trofim Lısenko gibi figürler, bürokratik gücü de arkasına alarak “yuvalı dikim” (nest method) gibi test edilmemiş yöntemleri dayatmaya çalıştılar. Sukaçev ve yoldaşları bu uygulamalara karşı direndi, başarısızlıklarını açığa çıkardı ve orman biliminde Lısenkoizmi yenilgiye uğrattılar.[10]
Siyasi baskılara rağmen, Sovyet ekolojisi, planlama, diyalektik yöntem ve insanın doğa içindeki maddi konumunu tanıyan anlayışıyla bilimsel özünü korumayı başardı.
Bu çevresel bilinç, aşağıdan gelen çevreci baskılarla değil; yukarıdan, dayanıklı ve kendi kendine yeten bir sosyalist toplum inşa etme stratejisinin parçası olarak şekillenmişti. Stalin, bu vizyonun yaygınlaştırılmasında bizzat rol aldı. 1940’larda büyük çaplı bir ulusal ağaçlandırma seferberliğini destekledi. Geniş topraklar kalıcı orman olarak tanımlandı; bakanlıklar uzun vadeli koruma politikalarını koordine etti —mülkiyetin piyasa tarafından belirlendiği kapitalist sistemlerde hayal bile edilemeyecek bir durum!
Brain, bu politikanın yüzeysel ya da göz boyama amaçlı olmadığını vurgulamaktadır. Stalin dönemindeki SSCB, ormanlarla “sömürüsüz” bir ilişki kurmayı öncelik haline getirmişti. Ormanlar, tarım ve iklim planlamasıyla uyum içinde yönetilecek canlı sistemler olarak ele alınmıştı. Hatta Stalin döneminde çıkarılan orman koruma yasaları, birçok Batı ülkesinin onlarca yıl sonraki düzenlemelerinden daha ilerideydi.
Evet, ekonomik kalkınma ile çevre koruma arasında gerilimler vardı. Ama asıl mesele şuydu: Sovyet devleti, çevreyi koruma meselesini özel hayırseverliğe ya da tüketici tercihlerine değil, kamusal bir politika meselesine dönüştürmeyi başarmıştı. Doğayı korumanın geleceğe dair bir lüks değil, sosyalizmin inşası için bugünden gerekli bir zorunluluk olduğunu kavramıştı.
Gezegenimiz yanarken liberal çevreciliğin arsız bir şekilde ellerini ovuşturmaya ve suçu hala “sıradan” insanların üzerine attığı bir dünyada, Stalinist paradigma net oluşuyla öne çıkmaktadır: doğa bir meta değil, insanın özgürlüğünü kazanma mücadelesinde bir yoldaştır. Planlanmalı, korunmalıdır, piyasanın keyfiliğine terk edilmeyecek kadar önemlidir.
Bu noktada, kısaca, hem Marx hem de Engels’in, çevrebilim henüz ayrı bir disiplin olarak ortaya çıkmadan çok önce devrimci bir ekolojinin teorik zeminini attıklarına referansta bulunmak yerinde olabilir. Marx’ın toplumsal metabolizma teorisi -insan ile doğa arasındaki maddi alışveriş- gerçek anlamda sosyalist bir ekolojik analizin temelini oluşturmaktadır.
Marx’a göre kapitalist üretim bu metabolizmayı bozar. Toprağı yağmalar, havayı kirletir ve emeği hem ürününden hem de doğadan yabancılaştırır. Engels daha da ileri giderek, insanın doğanın dışında ya da üstünde değil, onun bir parçası olduğunu belirtmiş; doğaya hükmetme girişimlerinin her zaman beklenmedik ve diyalektik sonuçlara yol açacağı uyarısında bulunmuştur.
Sovyet ekolojisinin önde gelen bilimcileri -Vernadski, Sukaçev, Budiko ve diğerleri- sadece “yeşil politikalar” uygulamakla kalmadılar. Bu diyalektik içgörüleri devraldılar, geliştirdiler ve pratiğe döktüler. Kâr amacıyla değil, bilimsel planlama ve materyalist felsefe temelinde doğa koruma, orman yönetimi ve klimatoloji sistemleri inşa ettiler.
Soğuk Savaş propagandası ve liberal çevre söylemleriyle doldurulmuş kulaklara göre, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’ni çevre koruyucusu olarak görmek başta sezgisel olarak aykırı gelebilir. Ama Stephen Brain’in ortaya koyduğu -ve sosyalistlerin acilen yeniden sahiplenmesi gereken şey- şudur: Yalnızca özel kârdan özgürleşmiş bir sistem, yeryüzünü hayatta kalmamızı sağlayacak ölçekte ve ciddiyette koruyabilir.
Sovyetler Birliği, tüm çelişkilerine rağmen, ormanları ve iklimi birer “dışsal” unsur olarak değil, kolektif yaşamın maddi temeli olarak ele almıştır. Doğaya planlama zihniyetiyle yaklaşmış; bilimi ve sosyalist yönetimi bu çerçevede birleştirmiştir. Kapitalizm ise doğayı, tükenene kadar sömürülecek bir girdi olarak görmekte ve gelecekte olacakları umursamamaktadır. Kapitalist düzende “yeşil” politikalar PR çalışmaları, pazar segmentleri ya da hayırseverlik faaliyetlerinden öteye geçemez, geçmeyecektir.
Bugün uçurumun kenarında duruyoruz: iklim değişikliği, türlerin kitlesel yok oluşu, ekolojik kaos. Ekolojik çöküntüyü daha da derinleştiren ve sivrileştiren emperyalist ilhak savaşlarının duracak gibi görünmüyor. Kısa süre önce ABD Başkanı Trump’ın tabutuna çivi çaktığı plastik pipet yasakları ve BM iklim zirvelerinden ibaret liberal model çoktan iflas etmiştir. Tek çıkış yolu, üretim üzerinde planlı ve demokratik bir denetimi kurmaktan; ekolojik sorumluluğu sosyalist bir temelde sahiplenmekten geçmektedir.
Stalin dönemindeki ağaçlandırma programı kusursuz değildi. Ama şunu kanıtladı: sosyalist ilkelere göre örgütlenmiş bir devlet, uzun vadeli çevre planlamasını hem ciddiye alabilir hem de fiilen uygulayabilir. Bunu bugünkü “yeşil kapitalizm”le (ama kapitalizmde yeşil olan tek şey paranın rengidir!) karşılaştıralım, yani güneş panelleri vaat edip petrol sondaj çalışmalarını genişletenlerle. Ya da sürdürülebilirlik dersi veren AB’nin, aynı anda Küresel Güney’de yağma ekonomisini derinleştirmesiyle.
Alacağımız dersin açık olduğunu düşünüyorum: ekolojik sosyalizm militan, materyalist ve çağdaş olmak zorundadır. Geçmişten sadece ilham almakla yetinmeyip, onu aşacak şekilde ilerlemek gerekir. 21. yüzyılın sosyalistleri olarak artık sınıf mücadelesi ile ekoloji mücadelesini ayrı düşünme gibi bir lükse sahip değiliz. Kâr için değil yaşam için ormanların büyütüldüğü bir dünya inşa etmeliyiz.
Stalin dönemi çevresel girişimleri bize, planlı ekonomilerin büyük ölçekli ekolojik restorasyon gerçekleştirebileceğini göstermektedir —kapitalizmin tekrar tekrar başaramadığı bir şeyi. Savaş, tecrit ve politik çarpıklıklar altında bile, SSCB zamanının çok ötesinde bir çevresel çerçeve inşa etmeyi başarmıştır.
Kapitalizmin “en iyi versiyonu” bile bunu başaramaz. Onun kâr mantığı, iklimle ilgili ciddi girişimlere izin vermeyecek, hepsini temelden baltalayacaktır. Karbon piyasaları, yeşil markalaşma ve teknolojik “çözümler”, kangrene yara bandı yapıştırmaktan farksızdır. Halbuki saat işlemeye devam etmektedir.[11]
Bugünün sosyalist hareketi, planlı ekolojik müdahalenin bu mirasını yeniden sahiplenmelidir. SSCB’yi romantize etmek ya da kopyalamak için değil —onun en iyi yönlerinden güç alarak, onun eksikliklerini aşarak.
Kapitalizmin bir geleceği yoktur, geri sayımı çoktan başlamıştır. Orman yangınları, seller, kuraklıklar ve türlerin yok oluşu karşısında burjuvazinin sunduğu tek şey, yeşile boyanmış sloganlardır. Geri dönüşüm yapmamız söylenirken, fosil yakıt patronları milyarları cebe indirmeye devam etmektedir. “Değişim için” oy vermemiz istenirken, yasa tasarılarını lobiciler, zenginler yazmaktadır. Umut etmemiz öğütlenirken, dünya yanmaktadır.
Karalanmış ve yanlış anlaşılmış olsa da Sovyetler Birliği tarihte sistem çapında ekolojik planlamayı sosyalist temelde gerçekleştirmeye çalışan ilk devlettir. Ormanlara birer piyasa nesnesi değil, kolektif yaşamın sürdürülmesi için vazgeçilmez canlı sistemler olarak yaklaşmıştır. Devasa orman rezervleri oluşturmuş, yeniden ağaçlandırma seferberlikleri yürütmüş, ekosistemlerin diyalektik kuramlarını geliştirmiş ve iklim bozulmasını merkezi planlama yoluyla tersine çevirmeyi hedeflemiştir. Kâr için değil, gelecek kuşaklar için kararlar almıştır. Ve evet, bunlar Stalin’in liderliği altında, ekoloji temelli bir sosyalizm inşa etme vizyonunun bir parçası olarak yapılmıştır.
Artık tarihin üzerindeki perdeyi yırtma vakti çoktan geldi. Sıfırdan başlamıyoruz. Ekolojik bir uygarlık mücadelesi daha önce verildi —ormanlarda, laboratuvarlarda, Beş Yıllık Planların günümüze uzanan gölgelerinde. Bizim görevimiz bu mirasa tapınmak değil, onu yeniden sahiplenmek ve daha ileriye taşımaktır. Ekososyalizmin sancağını yeşil neoliberalizmin ve STK’ların elinden çekip almalıyız. Bizim siyasetimiz doğanın katilleri, gelecek kuşakların cellatlarıyla orta yolu bulmanın değil, hayatta kalmanın siyasetidir. Bizim siyasetimiz, “ormanlar meta değildir, toprak satılık değildir, doğa halka ve geleceğe aittir” diyen siyasettir.
Bugün mücadele ederken -emperyalizme karşı olsun, çevre yıkımına karşı olsun, kapitalist sömürüye karşı olsun- şunu aklımızdan çıkarmamalıyız: Başka bir dünya inşa edilmişti. Temelleri kusursuz değildi ama en azından gerçekti. Şimdi bizim görevimiz geçmişi kutsamak değil; ondan ders alarak onu aşmak, daha iyisini yapmaktır.
Ya sosyalizm ya yok oluş. Üçüncü bir alternatifimiz yok.
[1] 2011 yılında yayımlanmış bu eser henüz, ne yazık ki, Türkçeye çevrilmemiştir: https://upittpress.org/books/9780822961659/
[2] V.N. Sukaçev, “Forest Types and their Significance for Forestry”, Questions of Forest Sciences, Institute of Forests, The Academy of Sciences of the USSR içinde (Moskova: Academy of Sciences of the USSR, 1954), ss. 44–54; V. Sukaçev ve N. Dylis, Fundamentals of Forest Biogeocoenology (Londra: Oliver and Boyd, 1964), s. 9.
[3] Stephen Brain, Song of the Forest: Russian Forestry and Stalinist Environmentalism, 1905–1953 (Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 2011), s. 123.
[4] RGAE (Rusya Devlet Ekonomi Arşivi), f. 9449, op. 1, predislovie, l. 1.
[5] Brain, Song of the Forest, ss. 140–167.
[6] Brain, Song of the Forest, s. 116.
[7] Karl Marx, Kapital, Cilt 1, (İstanbul: Yordam Kitap, 2011), s. 481.
[8] Sukaçev ve Dylis, Fundamentals of Forest Biogeocoenology, s. 6.
[9] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, (İstanbul: Sol Yayınları, 1996), s. 228.
[10] Brain, Song of the Forest, ss. 151–159.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.