Soğuk savaş sonrası dönem liberal sol ve ulusal sol eğilimleri doğurmuş, sivil toplumculuğu güçlendirmiş, Marksizm’in bunalımına son vermek adına “Ortodoks Marksizm”le savaşan, tarihsel materyalizmi postmodernizmin prizmasından post-Marksist düşünceyle uyumlu hale getirenlerin sayısını arttırmıştır
Türkiye’de akademik Marksistler gerek sistemin baskıları, gerek bilimsel düşüncenin önüne çıkarılan çeşitli engeller, gerekse aydınları teorik bakımdan etkileyen baskın ve sürükleyici olgunlaşmış bir komünist hareket olmaması dolayısıyla, Batı solu düzeyini yakalamaktan oldukça uzaktırlar. Çoğunun onlardan birinin ya da birkaçının izlemcisi durumunda olmalarının bir sebebi de budur. Bugüne dek birçok şeyi faşist/gerici iktidarların baskısı altındaki hapis ve toplu işten atılmalar dahil başına gelmedik kalmayan solcu hocaların kitap, makale ve çevirilerinden öğrenmemize rağmen, referansları ve geçimleri itibariyle sistemin bir parçası olan üniversiteye bağlılıklarını, sosyalizm kavrayışlarının Kemalizm ve pozitivizmle maluliyetini ve pratiksiz teori yapmaktan ileri gelen sakıncalarını dikkate almak durumundayız.
1960’lardan beri sosyalist akademisyenlerin Türkiye devrimcileri üzerindeki olumlu/olumsuz etkilerini ortaya koymak en az bir ciltlik araştırmayı gerektirir. Osmanlı’nın toplumsal yapısının feodal olmadığı, ATÜT’çülük, Türk burjuvazisinin yukarıdan aşağıya devlet tarafından yaratıldığı, Türk burjuva devrimlerinin burjuvazi dışında gerçekleştiği, 1908-1923 burjuva devrimlerinin 1789 taklidi bir darbeden ya da “tepeden inme toplum mühendisliği”nden başka bir şey olmadığı, Kemalizm’in jakoben-radikal küçük burjuva devrimcisi olduğu, ana sınıfların 1920’lerden sonra belirmeye başladığı, 1950 seçimlerinin Kemalist devrime son veren bir karşıdevrim olduğu gibi anti-Marksist tarih tezleri, sosyalist sol grupların kendileri de üniversiteden gelme teorisyenlerine hocalarından sirayet etmiştir.
1971’i takiben akademik Marksizm de Türkiye soluna paralel olarak iç ve dış yenilgilerin etkisiyle sağa kaymıştır. 1971 ve 1980 yenilgilerinin üstüne binen Sovyetler Birliği’nin çöküşü, zaten cumhuriyet tarihi boyunca üniversitelerimize musallat olmuş “sınıftan kaçış” ve “tarihten kaçış” eğilimlerine rağbeti arttırmıştır. Sadece üniversite camiasında değil solun genelinde de,1980 öncesinde yok satan Marksist-Leninist klasik satışları dip yaparken, Foucault, Jameson, Bourdieu, Mouffe-Laclau, Hardt-Negri, Deleuze, Guattari gibi Batı kökenli akademisyenleri okumanın moda olması tesadüf değildir. Soğuk savaş sonrası dönem liberal sol ve ulusal sol eğilimleri doğurmuş, sivil toplumculuğu güçlendirmiş, Marksizm’in bunalımına son vermek adına “Ortodoks Marksizm”le savaşan, tarihsel materyalizmi postmodernizmin prizmasından post-Marksist düşünceyle uyumlu hale getirenlerin sayısını arttırmıştır.
Bütün bunları kısa bir yazıda ele alamayız ama işin nerelere geldiğini güncel bir örnekle gösterebiliriz. Yeri gelmişken bu yazıyı yazmama iki hafta önce elime geçen 100 Yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti [1] adlı kitaptaki, Y. Doğan Çetinkaya’ya ait 1923 Öncesinde Türkiye’de Kapitalizm, Sermaye ve Burjuvazi başlıklı makalenin vesile olduğunu belirteyim.
Sıradan bir tarih doçenti ayrım yapmadan ve ad belirtmeden Türkiye solunun istisnasız bütün fraksiyonlarına üstenci bir dille sataşıyor; bununla kalsa iyi, burjuva devrimleri ve tarihsel materyalizm üzerinden Marx, Engels, Lenin ve Stalin’i silip atıyor. Buna rağmen çeşitli platformlarda kabul görebiliyor. Adı geçen makalede şöyle diyor:
Bundan dolayı Türkiye solunun farklı fraksiyonları için sınıfsal analize dayanan tarih okumaları ‘asıl’ olarak ‘Batı’ toplumları için mümkündür. Türkiye tarih yazımında ‘Doğu-Batı’ arasında özcü ayrım ve dolayısıyla ‘oryantalist/şarkiyatçı’ ve ‘oksidentalist/garbiyatçı’ bakış açılar anakım ve hâkim konumdadırlar. Bu perspektifte feodalizme, kapitalizme, moderniteye vs. dair gelişmeler ‘Batı’ olarak adlandırılan gelişmiş ülkelere özgüdür. Bu ‘ideal tip’lerin dışında kalanlar ya o merhaleye ulaşamamış, gelişmemiş toplumlardır ya da ‘eksik’, ‘çarpık’, ‘yarı’, ‘ol(a)mamış’ örneklerdir. Bu nedenledir ki Türkiye’de düzen ve sistem tahlili yapmaya çalışan söylemlerde ‘yarı-feodal’, ‘kumarhane kapitalizmi’ gibi içerikleri teorik olarak boş, tuhaf kavramlaştırmalar yaygın olarak dile gelir.[2]
Sosyalistlerin Türkiye kapitalizmi için “kumarhane kapitalizmi” dediklerine hiç rastlamadım. “Ahbap çavuş kapitalizmi” ve bunun gibi kavramları komünist sol dışı gazeteci ve öğretim üyeleri kullanıyor. Diğer sözleri liberal, ulusalcı, erken dönem solun bazı grupları için kısmen doğrudur ama bunu genele mal etmek haksızlık.
Peki ya “yarı feodal”e ne diyeceğiz, bunun “teorik olarak boş, tuhaf, kavramlaştırma” olduğu söylenebilir mi?
Yarı feodal kavramı dünyanın neresinde, hangi yüzyıl için kullanılıyor olursa olsun kapitalizmden feodalizme geçiş sürecini, tarımsal yapıda feodal kalıntıları imleyen bir dönüşümü yansıtır. Köleci, feodal, kapitalist sistemler birbirlerinden bağımsız kompartımanlar halinde gökten zembille inmediler; her biri egemen üretim tarzı haline gelmeden evvel aşağıdan yukarıya iç içe geçmiş halkalar gibi süreklilikler ve kopuşlar içeren dönemeçlerden geçti. Kimse toplumun kendini olgun haliyle kapitalist üretim ilişkilerinin içinde bulduğunu söyleyemez, feodal üretim ilişkilerinin içinden doğup geliştiğini herkes bilir. Geçiş dönemi süresince bu ikisi bazen yan yana, bazen de iç içe oldular. Dolayısıyla feodalizmden kapitalizme geçiş süreci anahtar kavram olarak yarı feodal kullanılmadan analiz edilemez. Lenin kitap ve makalelerinde Çarlık Rusya’sının geri kalmış tarımsal yapısını incelerken, bazen Rusya genelini, bazen de serflik kalıntılarını tanımlamak için yarı feodal ilişkiler, yarı serf kavramlarını kullanmıştır. Lenin’in Narodniklerle tartışmaları ve Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eseri, bu kavramın “teorik olarak boş” ve “tuhaf” olmadığını, yarı feodal, yarı serf gibi kavramlar olmadan tarımda feodal yapılarla iç içe geçmiş kapitalist gelişmenin analiz edilemeyeceğini gösterir.
Dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturan 20. yüzyılın ilk yarısındaki sömürge ve yarı sömürge ülkelerin çok katmanlı sosyoekonomik yapıları bu kavrama başvurmadan açıklanamazdı. Bunun önemi akademik tarihçileri cezbettiği gibi teorik yönünden değil, devrim programının ve stratejisinin ne olacağının buradan çıkarılmasından ileri geliyordu.
“Yarı feodal, yarı sömürge” tanımlamaları Türkiye komünist ve sosyalist hareketi içindeki sosyoekonomik yapı tartışmalarında 1980’e dek çokça kullanıldı. Bunu yerli yerinde kullananlar da vardır, aşırıya vardırarak veya şablonlaştırarak kullananlar da. Şimdilerde feodal kalıntılar önemini yitireli on yıllar olduğundan, istisnalar dışında Türkiye’nin tarımsal yapısının analizlerinde pek kullanılmıyor artık. Ancak bu onun dünya ve Türkiye tarih yazımında içeriği “teorik olarak boş”, “tuhaf kavramlaştırma” olduğu anlamına gelmiyor. Zamanında geç Osmanlı dönemi ya da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, daha çok da Kürdistan’da aşiretsel/feodal ilişkilerden kapitalizme geçiş süreci nasıl analiz edilecekti? Kapitalist üretim ilişkileri hâkim hale gelmeden önce veya gelse bile pre-kapitalist kalıntılar sürmekteyken, yarı feodal toprak beyliği ekonomisi, yarı serf gibi kavramlara ihtiyaç olduğu açıktır.
Çetinkaya arkasını getirmeseydi bu dediklerini önemsemeyebilirdik:
Sınıfların ve sınıf mücadelesinin olmadığına ikinci el sağ/muhafazakâr literatür üzerinden inanan sol teorisyenler ‘yukarıdan devrim,’ ‘tepeden devrim’ gibi kendi içinde çelişkili kavramlar ile teorik bir çıkış ararlar ve yine siyasal/ulusal önderlere bağlamdan kopuk öznellikler ve kudret atfederler. Yukarıdan siyasal süreçlerle bir üretim tarzından başka bir üretim tarzına geçildiği vehmine kapılırlar. Yukarıdan, kitlesel siyasal dönüşümler ancak ‘darbe’ olabilir ve ‘devrim’ gibi Kavramlarla ilişkilendirilemezler. Çünkü siyasal devrimler ancak ezilenlerin mücadelesine dayanan aşağıdan toplumsal hareketlerdir. [3]
Yazar “tepeden devrim”in liberal kullanımı ile Marksist yorumunu karıştırıyor olmalı. Türkiye soluna çatıyor gibi görünse de, esasta hak etsin etmesin devrimcilerin referans aldıkları Marksist-Leninist tarihsel materyalizm kuramını hedef aldığı besbelli. Aşağıdaki tespit Lenin’e ait:
1864’ten 1870’e kadar, Almanya’da burjuva demokratik devrimin tamamlanma dönemi biterken, Prusyalı ve Avusturyalı sömürücü sınıflarının şu ya da bu yolda, bu devrimi yukardan tamamlama savaşımı verdiği dönemde, Marx, yalnızca Bismarck ile cilveleşen Lassalle’ı azarlamakla kalmamış, ‘Avusturyacılık’a ve tikelciliğin savunuculuğuna sapan Liebknecht’i de doğru yola getirmiştir… [4]
Konuyu dağıtmamak için, burada Lenin’in, tarımda feodalizmden kapitalizme geçişi, biri feodal soylu sınıfının yavaş yavaş kapitalist toprak sahipleri haline geldiği Çarlık Rusya’sının da dahil olduğu Prusya Yolu (gerici yol) ve küçük köylülerin ticari çiftçilere evrimleştiği Amerikan yolu (devrimci yol) olarak iki ana gruba ayırdığı konusuna girmeyip, Marksist geleneğin burjuva devrimlerine nasıl baktıklarını özetlemekle yetineceğiz.
Öteki üretim tarzlarındaki gibi feodalizmden kapitalizme geçişin tek yolu olmadığından tek tip bir burjuva devrimi de yoktur. Bunlar en genel hatlarıyla burjuvazinin hegemonyası altında halk kitlelerinin katılımı ve desteğiyle gerçekleşmiş 1648 İngiliz, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız burjuva devrimleri; 1861 Amerikan iç savaşı, 1868 Japon devrimi ve Bismarck’ın 1866’da başlattığı Alman Devrimi ve kralı arkasına alan Kont Cavour’un yukardan, onun tersine silahlı gönüllülerden oluşan silahlı birliklerle savaşan Garibaldi’nin aşağıdan girişimleriyle ulusal birliği sağlayan ve feodalizmi uzun sürede tasfiye eden İtalyan devrimi olarak üç ana kategoride toplanabilir. İlki halk yığınlarının katılımıyla, ikincisi proletarya ve alt tabakalar mümkün olduğunca dışta tutularak, üçüncüsü ise aynı zamanda Garibaldi etrafında halkın da rol oynadığı burjuva devrimleridir.
İlk grup proletaryanın tarih sahnesine bağımsız bir güç olarak çıkmadığı dönemler olan 1848 öncesinde, ikinci ve üçüncüler ise işçi sınıfının tekelleşme yönünde evrilerek gericileşen burjuvazi karşısında kendi dünya görüşüne ve bağımsız sınıf partisine sahip bir sınıf olarak ortaya çıkışını cisimleştiren 1848 Avrupa devrimleri sonrasında gündeme gelmişlerdir. Prusya ve Japonya’da geçiş süreci birinci gruplardakinden oldukça farklıdır. Kapitalizm bu ülkelerde burjuvazinin halkı arkasına alarak feodal aristokrasiyle çatışması ve alaşağı etmesiyle (ki İngiliz devrimi görece farklı olmakla birlikte ikisinde de aristokrasinin başı Kralın kellesi uçurulmuştur), burjuva liberalizminin eşlik etmediği, imparatorları arkasına alarak gerici yoldan gerçekleşen diğerlerindeyse Junker Bismarck ve bizzat Meji hanedanı tarafından feodal soyluların burjuvaziyle ittifakıyla başarıya ulaşmıştır. İlk devrimler az ya da çok radikallikleri gereği kısa sayılabilecek bir süreçte, ötekiler ise erişir menzili maksuduna aheste giden sözüyle ifade edilebilecek bir yavaşlıkta gelişmiş, nihayetinde uzun bir sürede de olsa feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin hakimiyetiyle sonuçlanmıştır.
Aşağıdan ve yukarıdan devrim ayrımı buradan gelmektedir. Yukarıdan devrimin asıl sebebi üst sınıflardaki proletarya ve köylülük ittifakıyla gelişebilecek sosyal devrim korkusudur. Bu tarz dönüşümlerde halkın aktif katılımı olmaması, sürecin ondan bağımsız işlediği anlamına gelmiyor. Alman yukardan devrimi, alt sınıflara dayandığı şüphe götürmez başarısız 1848 devrimini Bismarck yukarıdan aşağı tamamladı. Öncesinde 1848, sonrasındaysa kralı kaçırtıp monarşiyi deviren burjuva demokratik 1918 Kasım devrimi ve bir yıl sonraki başarısız sosyalist devrim girişimi olması dikkate alındığında, kitle baskısı ve korkusu olduğu da söylenemez.
Marx ve Engels’ten Lenin ve Stalin’e kadar dünya komünist hareketinin burjuva devrimlerine bakışı kabaca budur. Bu tespitler Marksizmin kurucularının söyledikleriyle kalmamış, onlardan günümüze gelinceye kadar, komünist partilerin ve akademisyen Marksistlerin sayısız araştırma ve tartışmalarıyla fazlalıklarından ve eksiklerinden kurtarılarak olgunlaştırılmıştır.
(Sürecek)
[1] Hazırlayan Gökhan Atılgan, Yordam Kitap, 2024.
[2] A.g.e., s. 296.
[3] A.g.e., s. 297.
[4] V. I. Lenin, Marx-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, s. 45-46)
Önceki yazı:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.