Akademik solculuk eski mütevazı konumundan uzaklaştıkça, onun altını oyarak şöhretin yanı sıra yüksek fiyatlı kitap satışlarından, şifreli internet sitelerinden ve para karşılığı düzenlenen konferanslardan, köşe yazarlığından yüksek getiri sağlayan uluslararası bir sektör haline geldi
Dünya çapında akademi kökenli yazarlar tarafından devrimcilerin yararlanabilecekleri sayısız eser yayımlandı ve yayımlanmaya devam ediyor. Her biri kendi alanında uzman bu akademisyenler doğru seçim yaptığımız takdirde bilgilerimizi derinleştirmek, yeni olguları anlayabilmek ve bilmediklerimizi öğrenmek bakımından göz ardı edemeyeceğimiz devasa bir kaynaktır.
Elbette bu, Marksist-Leninist klasikleri bir yana bırakarak devrimci teoriyi ikinci el kaynaklardan öğrenmenin mümkün olduğu manasına gelmiyor. Tam tersine, bunlardan yararlanmanın ön koşulu, klasikleri tekrar tekrar okuyarak yanlışla doğruyu ayırt edebilecek seviyeyi yakalamaktır. Komünist düşüncenin eski hegemonik gücünü kaybettiği böylesi bir dönemde omurgamızı sağlam tutmamız için, buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Dünya komünist hareketindeki tarihsel gerilemeden sonra Marksologların meydanı boş buldukları görmezden gelinmeyecek kadar önemlidir. İçine düştüğü krize ve determinist yorumuna son vermek adına, Marksizm-Lenizmin parametreleriyle oynayan, kimi uzuvlarını kesip biçerek, yerlerine dışarıdan organ nakli yapmaya kalkışan sözde düşünürlere her birkaç yılda bir yenileri ekleniyor. Korsch, Reich, Adorno, Marcuse, Fromm, Althusser gibi üniversite kaynaklı Marksistler eskiden de varlardı, ama radikal devrimciliğe tahammül göstermeyen neoliberal devlet ricali, üniversitelerin kapısını liberal sola mensup reformist, postmodernist, post-Marksist Wallerstein, Lacan, Laclau, Hardt, Negri, Zizek türü akademikerlere kapılarını sonuna dek açalı beri hem seviye düştü hem de ipin ucu iyice kaçırıldı. Marksizm’le bağlarını koparan, sınıf mücadelesi içinde yer almayan bu yazarlar, Marksizm’in kuyusunu içeriden kazmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Devrimci mücadeleyle bir alakası olmamakla kalmayan bu tür yazarlar sadece üniversitelerden yüksek maaşlar almakla yetinmiyorlar, aynı zamanda art arda baskı yapan, birçok dile çevrilen kitaplarını ve makalelerini yayımlayan kitabevlerinden ve dergilerden büyük meblağlarda kazançlar elde ediyorlar. Akademik solculuk eski mütevazı konumundan uzaklaştıkça, onun altını oyarak şöhretin yanı sıra yüksek fiyatlı kitap satışlarından, şifreli internet sitelerinden ve para karşılığı düzenlenen konferanslardan, köşe yazarlığından yüksek getiri sağlayan uluslararası bir sektör haline geldi. Öğrencilerin ve sol aktivistlerin kafasını çelerek ılımlı, düzen içi kanallara çekilmelerini sağladıkları için, burjuvazi tarafından çeşitli yol ve araçlarla ödüllendiriliyorlar.
Bununla birlikte akademya tek kutuplu değildir, zıddını da içinde taşıyor. Retrospektif bir bakış atacak olursak bunun hiç de yeni olmadığını, Marksizm’in doğuşuna kadar uzandığını görürüz. Kurucu babası Karl Marx da başlangıçta felsefe dalında doktora yapmıştı. Ancak üniversitede kariyer yapmayı değil, devrimci mücadeleyi seçti ve çok genç denecek yaşta siyaset, felsefe, ekonomi, tarih üzerine makale ve kitaplar yazmaya başladı. Bir yandan da Bauer, Stirner, Prudhon, Dühring, Blanc gibi filozoflar ve öğretim üyeleriyle aktif mücadele yürüttü. Aynı şekilde Lenin de hukuk eğitimi görmüş, zamanını kütüphanelerde okuyup yazmakla geçiren biriydi. Ama Marx’ın yolundan giderek meslek olarak devrimci mücadeleyi ve parti adamlığını seçti. Eğer sınıf kavgası yolunu değil de üniversitede kalmaya devam etselerdi ne Marksizm’in ne de Leninizm’in temellerini atabilirlerdi.
Bunun nedeni açık. Kapitalist bir kurum olan üniversitelerin (ve okulların) işlevi, sömürü ve baskı düzenini yıkmak değil, her şeyden önce bu sınıflara hizmet etmek, kapitalist sistemi yeni ihtiyaçlara da cevap verecek şekilde düşünsel alanda yeniden üretmektir. Kapitalist sömürü yalnız fabrikada ekonomik zorunluluklar ve devlet zoru yardımıyla gerçekleşmez, düzenin işleyişinde ve meşrulaştırılmasında eğitim kurumları da rol alırlar. Okul devletin baskı aygıtlarını, ideolojik alanda tamamlayan bir işleve sahiptir. Eğitim kurumlarında ana akım, her zaman Marksizm dahil devrimci ve ilerici düşüncelere karşı mücadele edenlerdir. Bu yüzden, devrimci mücadeleden feragat ederek üniversite bünyesinde kalınarak “kızıl profesör” olunamaz. Örnek Engels’in foyasını ortaya çıkardığı Berlin Üniversitesi doçenti Eugen Dühring’tir. Akademik Marksizm, devlet tarafından denetlenen, sübvanse edilen, sansür ve otosansüre tabi tutulan kapitalist ülkelerde değil, ancak gerçek sosyalist bir ülkede ayakları üzerine oturabilir ve halk yararına ideoloji ve teknik üretimine katkıda bulunabilir.
Elbette bu, sakıncalarına bakıp, akademi kaynaklı Marksist yazarları büsbütün bir yana bırakmak gerektiği anlamına gelmiyor; içlerinde tarih, siyaset, ekonomi, kültür ve sanat alanlarındaki kitaplarıyla hepimizin ufkunu açan ve yeni olgulara ışık tutan yazarlar olduğunu görmezsek kendimizi dar bir alana hapsetmiş oluruz. Marx (ve Engels), diyalektik materyalizmi kurarken en çok yararlandığı Hegel ve Feuerbach üniversite kökenli filozoflardı. Kaldı ki, akademik Marksistler homojen olmayıp, sayıca oldukça azınlıkta da olsalar, kendi zıtlarıyla birlikte vardırlar. Üniversite ortamında oldukları halde saptırıcı akımlara karşı duran, onlara karşı Marksist mevzileri savunan yazarları görmemezlik edemeyiz. Lefebvre, Dobb, Hill, kısmen Hosbawm, Woods, Ollman, Holz ilk sıralarda anılmaları gereken düşünürlerdir. Marksizm’i sahiplenen bu yazarlar akademik kökenli sapkınların önüne set çekmekle kalmadılar, onlarla ideolojik mücadeleye girişip her birini deşifre eden kitaplar yazdılar. Tabii ki bu onların kusursuz oldukları, şu veya bu konuda Marksizm’in ruhuna ters şeyler savunmadıkları anlamına gelmez. Katılmadığımız yanlarını görmek ve buna karşı tedbirli davranmak da bize kalıyor.
Doğuşundan itibaren Marksizm, hiçbir zaman kendini fildişi bir kuleye hapsedip kendi yağıyla kavrulan, kendi kendini tekrarlayan bir doktrin olmadı. Revize edenlerle değil dogma haline getirenlerle de mücadele etti. Marksizm’in temel aldığı üç bileşenin Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi politiği olduğunun hatırda tutulması gerekir. Marx ve Engels olsun, Lenin olsun teorilerini geliştirirken kendi dışlarındaki bilimsel araştırmalara gözlerini kapamadılar, bir yandan karşılaştıkları sorunları ve yeni olguları araştırırlarken, bir yandan da bilimin kendi dışındaki araştırmalarından yararlandılar. Bütün mesele bilimsel olanla olmayanı ayırt etme yeteneklerinde; kendi dışlarından aldıkları sınıf mücadelesi, ideoloji, meta, değer, sermaye, diyalektik, materyalizm, emperyalizm, sömürgecilik, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı gibi kavramları burjuva içeriklerinden ve fazlalıklarından arındırıp ayakları üzerine dikerek her birini kendi öğretileriyle uyumlu hala getirmeyi bilmelerindeydi.
Bundan çıkarılacak ders, akademik Marksistlere ait yapıtları eleştirel bir gözle okumak, neyin doğru neyin yanlış olduğunun farkında olmaktır.
(Sürecek)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.