“Demokrasi savaşının bağımsız bir temelde yürütülmesine, tarafsız değil bağımsız ve eylemli bir çizgi benimseyen bir emekçi muhalefetinin ortaya çıkmasına bağlı”
“1 Mayıs 2025’e giderken sosyalist hareket ne düşünüyor?” dosyası kapsamında sıradaki söyleşimiz Köz Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ömer Yıldız ile. Yıldız, Türkiye’yi 7 Haziran 2015 seçimlerden itibaren on yıllık sürecini iç savaş olarak değerlendirdi. 19 Mart’la başlayan süreçte CHP’nin dominasyonunu devrimci siyaset açısından risk olarak değerlendiren Yıldız, bu tablonun değişmesi için tarafsız değil, bağımsız ve eylemli bir çizgi benimseyen bir emekçi muhalefetinin ortaya çıkması gerektiğinin altını çizdi.
Bu atmosferde 1 Mayıs’a giderken karşı karşıya olduğumuz manzaraya ilişkin değerlendirmeniz nedir?
Manzaranın sabit kısmıyla başlayalım. Türkiye on yıldır, 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri bir iç savaşın içinde. 12 Eylül rejiminin krizi sonucunda patlak veren bu iç savaşın düğüm noktası ise Erdoğan’ın siyasi akıbeti.
Söz konusu olan burjuvazinin iki kampı yahut onların birer uzantısı olarak AKP ile CHP arasında bir iç savaş değil. AKP ile CHP hasım değil, rakip. Hükümet iç savaşı başlatırken hedef tahtasına emekçi ve ezilen hareketini, bu hareketin kendini ağırlıklı olarak ifade ettiği HDP/DEM’i koydu. İmamoğlu örneğinde olduğu üzere CHP bu savaşta zaman zaman ve dolaylı olarak hedef oluyor.
Şimdi manzaranın nispeten “yeni” kısmına gelebiliriz. Seçimlerden vazgeçemeyen Erdoğan, MHP’ye teslim olarak başlattığı bu iç savaşın yükünü taşıyamıyor. Dahası bir kez daha cumhurbaşkanı seçimine katılması için ya bir Anayasa değişikliğine ya da onun istediği tarihte gerçekleşecek, “o kadar erken olmayan bir erken seçim”e ihtiyacı var. Ancak CHP’nin onayı ve desteği olmadan bu adımı atması mümkün değil. Erdoğan’ın bu nedenle barışa ihtiyacı var. Bu nedenle son iki yıla barış arayışları damgasını vurdu. ABD ile barış, İsrail ile barış, Suriye’de Esad ile barış, Türkiye’de CHP ile barış. “Asıl AKP biziz” diyen Kılıçdaroğlu’nun yolundan giden Özel’in normalleşme siyaseti de bu bakımdan Erdoğan’a atılmış ve onu MHP’den uzaklaştırmak isteyen rakibinin can simidiydi.
Ancak gerek uluslararası konjonktürdeki değişiklikler, gerekse de Erdoğan’ın kendisinden kurtulma planlarının farkında olan MHP’nin karşı hamleleri bu hesapların hepsini bozmuştur.
İsrail’le sessiz sedasız işleri yoluna koymaya çalışırken patlak veren Aksa Tufanı bu planı suya düşürmüştür. Esad’la anlaşma için en ciddi adımlara atmaya çalışırken Esad rejimi çökmüş, Erdoğan ve SMO’su Suriye’de devre dışı kalmış, YPG’ye saldıramaz hâle gelmiştir. Türkiye’de Bahçeli’nin hamlesiyle birlikte Öcalan’ın eline tutunmaya mecbur kalmıştır. Nihayetinde, Trump’ın sırt sıvazlamaları dışında, ABD’nin Erdoğan’ın önüne açmaya yönelik bir adımı da yoktur. Bu iklim tüm barış ve demokrasi avazelerine karşın iç savaşın yumuşamasına değil, kapsamının genişlemesine yol açmıştır.
Ekrem İmamoğlu’na yönelik saldırılar bu iklim içerisinde, Erdoğan’ın seçim hesaplarının ürünüdür. Her şeyden önce 2024 yerel seçimleri ve sonrasındaki Van kayyum eylemleri DEM’e yönelik yumuşamanın DEM-CHP seçim ittifakını ortadan kaldırmadığı, tersine kuvvetlendirdiğini gösterdi. Bu bakımdan yerel seçimlerin ardından MHP’nin ittirmesiyle ikinci bir çözüm süreci başlatan Erdoğan karşısındaki muhalefet bloğunu dağıtmak için CHP’ye saldırmaya mecbur. Bu saldırı iklimi diyalog ve uzlaşma yolunu kapadığı için, CHP’yi istediği koşullarda bir Anayasa değişikliğine yahut erken seçime ikna etmeyi amaçlayan Erdoğan İmamoğlu’nu rehin aldı.
O halde 1 Mayıs’a barış hesaplarının şiddetlendirdiği bir iç savaşın ortasında giriyoruz. Gündemin merkezinde ise bir rehine pazarlığı duruyor.
Eylemlerin ve katılanların nitelikleri ışığında sosyalistler bu süreçte ne yapmalı, nasıl bir tutum almalı?
Yaklaşan 1 Mayıs’ın asıl yeni yönü ise 19 Mart komplosu ardından patlak veren eylem dalgasıdır. 2013’te Gezi ile başlayıp Kobanê Ayaklanması’yla devam eden ve 2016’da şehir savaşlarıyla biten eylemler hükümete karşı son büyük kitlesel başkaldırı dalgasıydı. Neredeyse on yıl sonra yeni bir eylem dalgası ortaya çıkmıştır. Bugünkü dalganın önümüze hangi görevleri koyduğunu tarif etmek için, onu önceki dalgayla kıyaslamalı.
Hâlihazırda Türkiye’de bir iç savaş var. Gezi Ayaklanması ise bu iç savaş başlamadan önce patlak vermişti. Bugün olduğu gibi, Gezi sırasında da, ABD Erdoğan’dan kurtulmak istiyordu. Ancak o dönem Erdoğan’a karşı bir seçim zaferinin imkânları henüz ufukta belirmemişti. Bugün Amerikancı muhalefet sadece seçimleri kazanabileceğine değil aynı zamanda “doğru adayı bulduğuna” da inanıyor. Bu bakımdan burjuva muhalefetinin Gezi’den beklentisi hükümetin istifaya zorlanması yahut sonrasında soruşturmaların açılmasını mümkün kılacak şekilde yıpratılması iken, bugün burjuva muhalefeti tümüyle seçimlere kilitlenmiştir. İmamoğlu’nun rehin alınması bu bakışı pekiştiriyor.
Bununla birlikte 12 yıl önce CHP’nin ülkedeki muhalefet boşluğunu doldurması mümkün değildi. 2010’da bu görevle CHP’nin başına oturtulan Gandi Kemal gerekli adımları atsa da sonuç alamamıştı çünkü o sırada başka bir güç yükseliyordu. PKK Türkiyelileşirken, DTP/BDP adım adım Türkiye’de muhalefet boşluğunu doldurmaya aday hâle geliyordu. Sonraki parti HDP’nin etkisi her alanda artsa da güçlenişi esas olarak parlamenter zeminde oldu, çünkü bir muhalefet partisi olmak için kurulmuştu ve iktidarı alacak devrimci eylemleri kışkırtma niyetini taşımıyordu. Hükümeti istifaya zorlamayı tarafsızlığı nedeniyle de tercih etmiyordu. Onun bağımsızlık iddiası daha çok AKP ile CHP arasında bir tarafsızlığa işaret ediyordu.
Devrimci değil reformist bir çerçevede güçlenmesi HDP üzerindeki basıncı arttırdı, onu tarafını seçmeye zorladı. Kuşkusuz bu noktada Rojava’daki YPG ile ABD’nin yollarının kesişmesi de belirleyici oldu. Gezi sonrasındaki başkaldırı sürecinde, HDP en sonunda bu basınca dayanamadı, adım adım CHP’ye angaje olup onun peşine takılan bir pozisyona sürüklendi. Nitekim iç savaş tam da bu noktada çıktı.
HDP/DEM’in CHP ile olan angajmanı nedeniyle içine girdiği on yıllık sessizliğinin ise üç sonucu oldu. Birincisi muhalefet boşluğunu artık CHP dolduruyor. İkincisi, buna bağlı olarak, CHP sokak eylemlerinden daha az çekiniyor. Üçüncüsü bugünkü eylemlere hayat veren politikleşme tümüyle parlamenter hesaplara dayalı olduğu kadar aynı zamanda bu hesapları pekiştiriyor. Bugünün en militan eylemcileri dahi asıl olarak İmamoğlu’nu kurtarıp bir seçim zaferini mümkün kılmayı amaçlayan bir pozisyondadır. On yıllık siyasetsizlik aynı zamanda eylemcilerin genel olarak lümpenleşmesine ve DEM dışında kalan kesimlerin Kemalizm’in, hatta Kürt düşmanlığının etkisine daha açık bir hâle gelmesine yol açtı.
Gezi’de BDP/HDP, hükümeti istifaya zorlayan bir siyasi çizgi benimsemedi ama tabanı esas olarak bu eylemin içindeydi. Gezi eylemlerine “demokrat” karakterini veren, Kemalist-milliyetçi provokasyonları boşa çıkaran ana faktörlerden biri de bu katılımdı. Bugün ise tam tersi bir durum söz konusu. CHP-DEM seçim ittifakı bozulmadı, hatta Tuncer Bakırhan Özgür Özel’le ortak basın açıklaması yapıyor, DEM CHP mitinglerine sembolik olarak katılıyor. Buna karşılık DEM’in tabanı bu eylemlerin dışında kaldı, dışında tutuluyor. Bu durum söz konusu eylemlerin parlamentarist ve milliyetçi karakterini daha da baskın hâle getiriyor.
Kısacası içinden geçtiğimiz dönem sadece hükümetin daha kırılgan olduğu ve DEM’e karşı şiddet uygulama imkânının azaldığı bir dönem değil, aynı zamanda CHP ile köprüleri atmayan DEM’e yönelik tarafsızlaşma basıncının artacağı bir dönemdir. Bu dönemde muhalefet boşluğunu dolduran CHP, eylemden kaçan bir tutum takınmayacak; bilakis kitlesel eylemleri etkin bir silah olarak kullanmaya çalışacaktır. Eylemler de aksi bir müdahale olmadığı sürece CHP’nin seçim mitingi olarak gerçekleşecek, eylemlerde hareketli olan kesimler ise Kürtlere mesafeli ve lümpen kesimler olacaktır. Ancak bu kesimlerin öne çıkışı faşizmin yahut bağımsız bir sağcı gerici yükselişin habercisi değildir. Söz konusu kesimler de, en azından bugün için, İmamoğlu’nun neferi olmanın ötesine geçemiyor.
Bununla birlikte sürece CHP’nin tümüyle hâkim olduğunu söylemek de doğru olmaz. Nitekim başlangıçtaki eylemler CHP’yi de şaşırtıp bocalatan bir militanlıktaydı. Eşzamanlı olarak üniversitelerde farklı dinamiklerden de beslenen bir öğrenci hareketinin hayaleti dolanıyor. CHP Saraçhane günleri boyunca “miting değil eylem” isteyen kesimlerle sorun yaşadı, üniversite eylemlerini kendi rotasında tutmakta zorlandı. Bu tablonun değişmesi esas olarak demokrasi savaşının bağımsız bir temelde yürütülmesine, tarafsız değil bağımsız ve eylemli bir çizgi benimseyen bir emekçi muhalefetinin ortaya çıkmasına bağlı.
1 Mayıs nasıl örgütlenmeli, ne hedeflenmeli?
Verili siyasi tabloda 1 Mayısların tüm Türkiye sathında CHP’nin damgasını vurduğu seçim mitingleri gibi geçeceği kesin gibidir. Bu koşullarda kitlelerin “dizginlenemeyen enerjisi”nden, “CHP’yi ileri çıkmaya, eylemli bir çizgi benimsemeye zorladığı”ndan söz etmek sadece yanlış değildir, aynı zamanda CHP’nin damgasını vurduğu bu tabloyu perdelemeye, CHP’nin peşine takılmayı emekçilere müdahale etmek olarak güzellemeye hizmet eder. 1 Mayıs’ta devrimci bir eylem çizgisi izlemek isteyenler öncelikle bu tabloyu bütün açıklığıyla ortaya koymalı.
Türkiye çapında 1 Mayıs’lara CHP’nin damga vurmasını engellemek elbette 1 Mayıs’lara dair en devrimci kararı alarak bir çırpıda gerçekleşecek bir şey değil. Türkiye’de muhalefet boşluğu bugün CHP tarafından doldurulduğu, sol hareketimiz on yıldır siyasal sorunlarda bağımsız tutum takınmadığı için, 1 Mayıs’a CHP damgasını vuruyor. O bakımdan 1 Mayıs’ta takınılacak tutum, bu tabloyu birdenbire değiştireceğinden değil, muhalefet boşluğunu tekrardan solun doldurabilmesi için yürünmesi gereken yolu tarif etmesinden ötürü önem taşır.
1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olması onun sendikacıların günü olduğu anlamına gelmez. Sendikacılara 1 Mayıs’ların örgütlenmesi için bir imtiyaz da vermez. Bilakis işçi emekçi hareketine önderlik etme, bu mücadeleyi büyütme iddiasını taşıyan tüm akımların 1 Mayıs mitinginin örgütlenmesine talip olma sorumluluğu vardır. Bu doğrultuda bir girişimde bulunmadan CHP’nin ve güdümündeki sendikaların 1 Mayısları etkisi altında tutmasına karşı mücadeleyi kazanmak mümkün değildir. Köz’ün arkasında duran komünistler bu doğrultudaki girişimlerin tereddütsüz bir parçasıdır.
1 Mayıs mitinglerine CHP’nin damgasını vurması bu eylemlerden uzak durmanın ilkesel bir gerekçesi değildir. Siyasi bir iddia taşıyan akımların, ayrı mitinglerin örgütlenemediği koşullarda, toplamda yüzbinlerce emekçilerin katıldığı bu mitinglere katılması, kendi iddialarını daha duyulur ve görünür kılması, propaganda ve ajitasyonunu yürütmesi gerekir. Siyasi iddiaları olan tüm sol akımlar için doğru olan bu saptama, işçilerin birliğinden önce komünistlerin birliğini savunanlar, yani esas olarak sol harekete seslenenler için daha da geçerlidir. Neredeyse tüm sosyalistlerin bulunduğu bir mitingde kendi görüş ve çağrısını en etkili bir şekilde duyurmak Köz’ün arkasında duran komünistlerin görevidir.
Mitinglere CHP’nin damgasını vuracağını söylemek, sol hareketin, ayrı mitingler örgütleyemediği koşullarda, kendi varlığını, iddialarını mitingden önce ve miting sırasında görünür kılmasını gerektirir. Bunun için de propaganda ve ajitasyon özgürlüğüne dayalı bir eylem birliği şarttır. Bu eylem birliği 1 Mayıs öncesindeki ortak siyasi çalışmaları ve 1 Mayıs mitingindeki ortak duruşu kapsamalıdır.
Solun işi sendikacılara basınç uygulamak değildir. 1 Mayıs öncesinde bir eylem birliği önerirken ortak toplantılar düzenleyip ilanlar vererek sendikacılara birlikte basınç yapmayı kast etmiyoruz. Önüne sendikacılara basınç yapma görevini koyanlar kendilerini sendikacıların peşinde bulacaklardır.
İçinden geçtiğimiz dönemde 1 Mayıs’ta önemli olan CHP’nin dolgu malzemesi olmayı, CHP’nin damga vurduğu 1 Mayıs’ta erimeyi reddeden eylemli bir duruştur. Taksim’in zorlanıp zorlanmaması bu bakımdan teferruattır. İçinden geçtiğimiz dönemde Köz’ün arkasında duran komünistler Taksim’e dair herhangi bir tartışma yürütmeyecektir. 1 Mayıs’ta sosyalistlerin ortak bir şekilde Taksim’i zorladıkları bir eylem elbette CHP’nin damgasını vurduğu bir mitingde tutumunu pankart ve özel sayılarla yansıtmaktan tercih edilir bir pozisyondur. Ancak bu mücadelenin ön koşulu, Taksim’i zorlamanın polisle saklambaç oynamaktan çıkarılması, buluşma yerinin ve zamanın önceden ilan edilmesi ve bu kapsamda ortak bir politik çalışma yürütülmesidir. Bu doğrultudaki çalışmalara temsilî olarak değil tüm varlığımız ve ilişki ağımızla katılacağımızı haftalar öncesinde ilan etmiştik. Ancak haftalar öncesinde ķırılması gereken bu belirsizlik tablosu bugüne dek kırılmadı. Köz olarak 1 Mayıs’a bu belirsizliklerin içinde halihazırda tek belirli planı ve çağrısı olan, uzunca bir süredir bileşeni olduğumuz İşçi Emekçi Birliği içinde yer alarak katılacağız.