Gençlik hareketi içinde kök salıp yaygınlaştırılmaya çalışılan ırkçı-faşist akımlar, asıl olarak gençlerin yıkıcı proleterleşmeye karşı korku ve reaksiyonlarına oynayıp, gençlik içinde zemin bulabiliyor. Irkçı-faşist akımları işçi-öğrenci tabanından tecrit edebilmek, tam da gençliğin bu yıkıcı, öğütücü, gigleştirici, yağmacı proleterleşme dalgalarına, sınıfa karşı sınıf ekseninden somut politika ve örgütlenmeler üretebilmekle mümkün
Hiçbir isyan ve direniş hareketi durgun gökte çakan şimşek değildir. Genel bir kural olarak, her büyük çaplı toplumsal direniş dalgasının öncesindeki tarihsel süreçte mayalandırıcısı ve habercisi olan eylemler serisinde bir yükseliş eğilimi vardır. Türkiye’de 2025 Bahar direniş dalgasının başını çeken ve şimdiye kadar ana gövdesini oluşturan gençlik kesimleri hareketinin yakın süreçteki öncüllerini görelim:
ODTÜ öğrencilerinin ODTÜ orman katliamına karşı direnişi (2019), Kredi Yurtlar Kurumu borçlular ve bursluları hareketi (2020), KYK yurtlarında kalan öğrencilerin eylemleri (2021), İstanbul Sözleşmesinin feshine karşı üniversiteli kadın öğrencilerin eylemleri (2021), Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kayyuma karşı direniş hareketi (2021-2023), Kürt öğrencilerin anadilde eğitim eylemleri (2022), Barınamıyoruz hareketi (2022- 2023), diplomalı işsizlik ve enflasyona karşı Geleceğimiz Elimizden Alınıyor hareketi (2022-2023), vakıf üniversitelerinde fahiş harç zammına karşı eylemler (2023), Filistin için Bin Genç hareketi (2023-2024)…
Bu listeye 2020-2024 dönemindeki çok sayıda üniversitede yemekhane zamlarına karşı direnişler, geleneksel üniversite şenliklerinin yasaklanmasına direnişler, üniversite işçilerinin direnişleriyle dayanışma eylemleri (İÜ, İTÜ, BÜ, ODTÜ, AÜ, Ege Üniversitesi, Koç Üniversitesi, vd) eklenebilir.
McDonald’s, Starbucks, Migros ve Marketler, Çağrı Merkezleri, Trendyol, Getir, Yemeksepeti gibi büyük zincirlerde büyük bölümünü genç ve önemli bir bölümünü öğrenci işçilerin oluşturduğu işçilerin düşük ücretler, yoğun ve uzun mesai, performans baskısı, mobbinge karşı grev ve direnişler, sendikalaşma mücadele ve kampanyaları (2022-2024)… Başta mühendislik, sağlık, medya sektörleri olmak üzere genç/öğrenci emeği yağmacısı staj ve zorunlu staj sistemine karşı tepki ve kampanyalar (2022-2024)… İstanbul’da bir kafe zincirinde ödenmeyen ücretler ve sigortasız çalışmaya karşı işçi-öğrencilerin grevi, İzmir’de bir kafede çalışan öğrencilerin tacizci patrona karşı eylemleri, Ankara Üniversitesinde part-time temizlik işçiliği yapan öğrencilerin asgari ücret altı ücret dayatan taşeron firmaya karşı direnişi, Ege Üniversitesi’nde özel güvenlik görevlisi olarak çalışan öğrencilerin taşeron firmaya karşı kadro ve insanca ücret direnişi gibi birçok başka eylem de eklenebilir.
Liselerde de 2021-2024 döneminde LGS ve YKS, kıyafet yönetmeliği, din ağırlığı artan yeni müfredat, bazı Anadolu ve Fen liselerine kayyum müdür ataması, kantin ve ulaşım kartı zamları gibi konularda çok sayıda öğrenci eylemi gerçekleşti.
Son yıllardaki üniversite ve liseli gençlerin direniş dalga ve hareketlerine dair bu oldukça yetersiz liste bile, “bu gençler de nereden çıktı”, “bu gençler kim, Z kuşağı mı”, “bu gençler apolitik değil miydi”, “gençler neden sokakta”, “gençler ne istiyor” gibi dışlayıcı ve gizemcileştirici soruları soranların ağzına tıkmaya yeter.
Gençlerin daha büyük çaplı eylemleri gökten inmedi, İmamoğlu’nun tutuklanması daha büyük çaplı genç eylemlerinin yalnızca bir tetikleyicisi oldu. Gençler zaten yıllardır okullarında, yurtlarında, giderek de çalıştıkları işyerlerinde; sayısız soruşturma, okuldan/yurttan/işten atılma, gözaltı ve tutuklamaya karşın yüzlerce, bazıları binlerce ve Barınamıyoruz hareketinde yüzden fazla yurtta onbinlerce kişilik direnişlerle, hoşnutsuzluk ve istemlerini sağır kulaklara haykırıyorlardı. Genç eylemleri başta kayyumlara, dinci-gerici ve faşist baskı ve disiplin yönetmeliklerine, özgürlük, katılım ve temsiliyet yoksunluğuna, ezilen cins, ezilen ulus ve Filistin sorunları olmak üzere yer yer yeni siyasallaşma dinamikleri; eğitim, barınma ve yaşam pahası ve koşullarına, zaman, mekan ve sosyal yaşam yoksunluğuna, diplomalı işsizliğe, düşük ücretlere, güvencesizliğe, üniversite staj ve işyerlerindeki çalışma koşullarına karşı bir sınıfsallaşma dinamiği de içeriyordu.
Üniversiteli eylemlerinin başını 3 büyük kentteki en büyük ve temel üniversiteler (İstanbul Üniversitesi, İTÜ, Boğaziçi Üniversitesi, Yıldız Üniversitesi, ODTÜ, Ankara Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi, Ege Üniversitesi) çekiyor görünmekle birlikte, eylemler bir yandan vakıf/özel üniversitelere (Koç, Sabancı, Bilkent, Acıbadem, Özyeğin, vd) diğer yandan Anadolu’daki (birçok eylemin haber bile olmadığı) üniversitelere de yayılıyordu. Öğrenci eylemlerinin Boğaziçi ve Koç gibi pek çok gencin özendiği ve bir dönem “elit” diye bilinen üniversitelere de yayılması, sınıf atlama beklentilerinin de tıkanmış olması açısından önemli bir göstergedir. Anadolu’daki birçok gecekondu üniversitedeki gençlerin daha katı kuşatılmışlık, sosyal imkansızlıklar ve terbiye sistemi ise, zaten işçileştirmenin bir biçimi olarak işler.
Türkiye’de hem okuyan hem çalışan üniversiteli gençlerin oranı, bazı üniversite anketleri, YÖK ve TÜİK istatistiklerinden yapılabilecek bir tahminle yüzde 40’a kadar çıkmış durumda (2022-2023). Bu oran yalnızca 10 yıl öncesinde yüzde 20 civarındaydı. Yılda 200-250 bin civarında üniversite öğrencisi ekonomik zorunluluklar ve tam zamanlı çalışmaya geçiş gibi nedenlerle okulu bırakıyor. Genç işsizliği (15-24 yaş), yüzde 25. (TÜİK, 2024) Yükseköğretim mezunlarında işsizlik (diplomalı işsizlik) yüzde 20. İşletme, İktisat, Siyaset Bilimleri, Edebiyat, Tarih, Felsefe, Sosyoloji, Güzel Sanatlar, İletişim, Mimarlık ve Mühendislik, ve özellikle de son birkaç yılda İnşaat mühendisliği, yani yüksek öğretimin en temel ve kitlesel dallarının tamamı tarihlerinin en yüksek işsizlik oranlarını görüyor.
Ne okuyan ne çalışan kategorisi ise son 20 yılda iki kata yakın bir artışla yüzde 25’in üstüne çıkmış görünüyor. İngilizce’de NEET (eğitimde ve istihdamda olmayan, mesleki eğitimi de olmayan), Japonya ve Güney Kore’de Hikikomu (sosyal çekilme) olarak tanımlanan bu toplumsal kategori, Pandemi sonrası “sessiz istifa” dalgasıyla daha büyümüş, dünya çapında başlıbaşına bir toplumsal kriz etmenine dönüşmüş durumda. Bir tür “sessiz sosyal protesto” olarak da tanımlanabiliyor. Başlıca nedenleri genç işsizliği, despotik ve aşırı düşük ücretli, taşeron, güvencesiz ve gig çalışma rejimi, KPSS ve ALES gibi sınavlara takılıp kalma ve eğitim/yüksek öğretimden de beklentisizlik olan bu kategoride “çalışmama” görünümü de aslında yanıltıcı. Bu kategorideki gençlerin önemli bölümü en geçici, düzensiz, düşük ücretli, gig işlerde (bir kısmı gri ve kara ekonomide) ara ara çalışıyor, bu biçimiyle Marx’ın Kapital’deki nispi artık nüfus bölümündeki, işçi sınıfının en alt kesimlerini oluşturan “durgun artı-nüfus” tanımına giriyor.
Türkiye’de yalnızca rejiminin değil daha derin ve temelde kapitalizmin krizinin en ağır biçimde vurduğu toplumsal kesimlerden biri, tüm çeşitliliğiyle emekçi gençler. Gençliğin bu toplumsal-kültürel çeşitlenmesine karşın yine tek kalıba ve ucuz işgücü olma disiplinine sıkıştırılması bile gençlik krizinin bir nedeni. Pandemi ve hemen sonrasında yazılım ve freelance işlerin, internet ve platform işlerinin istihdam ve ücretlerinde belli bir genişleme yaşanmasının ardından, beyaz yakalı mesleklerde de daha keskin ücret ve çalışma koşulları düşüşleri, Şimşek programı ve yüksek enflasyonun daha fazla öğrenci genci çalışmak zorunda bırakması, genç ve öğrenci işleri ücret ve koşullarında daha keskin düşüşler, taşeron ve gig işler dışında iş bulamama, genç işsizliğinde artış, daha uzun ve daha yoğun despotik mesailer, hem okuma hem çalışmanın giderek daha zorlaşması, bunu sürdürmeye çalışanlarda tükenme sendromu, artan baskılar ve dizayn edilme sorunları; hem bir gençlik krizine hem de bir kriz gençliğine yol açıyor.
Emperyalist kapitalizmin “neoliberalizm” döneminde, Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkelerde de bir dönemki AB ve BM Kalkınma Programı yönergeleriyle, yoğun biçimde “gençliği sisteme içerdenleştirme ve anaakımlaştırma” programları uygulandı. Bu programlar gençliği meta ve teknoloji fetişizmiyle yeniden yoğurma konusunda belli bir yol aldılar, ama “sisteme içerdenleştirme ve anaakımlaştırma” konusunda hiçbir zaman tam başarılı olamadılar. Başarılı olmazlardı, çünkü “gençliği sisteme içerdenleştirme”, eğitim ve yüksek öğretimi ucuz ve despotik işgücü piyasasına dönüştürme, genç emekgücünü de metalaştırarak değersizleştirme; “gençliği anaakımlaştırma” ise gençliği imkansız biçimde, burjuva merkez siyaset, ideoloji, kültüre bağlama anlamına geliyordu.
Burjuva sosyolojisi gençliği, genellikle sosyo-biyolojik bir çerçevede “çocukluktan yetişkinliğe geçiş süreci” olarak tanımlar. Yani gençler tam birey, tam sorumluluk sahibi olarak kabul edilmedikleri için bu yaklaşıma her daim, doğrudan ya da dolaylı zor ve terbiye mekanizmaları eşlik eder. Günümüzde işçi sınıfı daha fazla gençleştiği, öğrenci gençler de daha fazla işçileştiği, eğitimle iş daha fazla iç içe geçtiği için, eğitim de bir dönemki burjuva yurttaşlık hak ve sorumlulukları bile bir yana bırakılarak, daha kaynağında ucuz işgücü olmaya indirgendiği için, daha yoğun bir işgücüleştirme disiplini; yani yalnızca devlet terbiyesi değil daha dolaysız sermaye bağımlılığı ve terbiyesi de buna eşlik ediyor.
2025 Bahar eylemlerinde, solun gençliğe dair değerlendirmeleri daha ziyade “geleceksizlik” vurgusuna dayanıyor. Doğru ama çok eksik. Kapitalizmde, özellikle de kriz dönemlerinde, gençliğin sorun ve yeni arayışlar karakteri, şu bütünlük içinde değerlendirilmeli: 1- Artan gelecek kaygısı, 2- Anlaşılmadığı, dışlandığı, adam/kadın yerine konmadığı düşünce ve duygusu, 3- Kendi yaşam ve geleceği üzerinde kendi kararlarını verebilme (özgürlük, öznesellik, özerklik, bağımsızlık) isteği ve özlemi.
Geleceksizlik sorununda, sistemin ve rejimin giderek daha beter bir çürüme ve cendereye dönüştüğü deneyimiyle, neo-geçmiş ütopizmlerinin gençliğin bir kesimini etkilediği de doğru. AB, liberalizm ve neoliberal ütopizmin çekim gücünün azalması, dinciliğin de iç yüzünün açığa çıkmış olmasıyla, sokaklardaki gençlerin belli kesimlerinin (tabii ki sermaye ve devletinin de çeşitli manipülasyon aygıtlarıyla) neo-atatürkçülük, neo-türkçülük gibi akımlardan etkilendikleri görülebiliyor. Gerçi bu toplumsal dayanaksızlık ve zemin kayması karşısında, geçmişe dönük bir “ahlaki üstünlük” boş inancıyla bunlara tutunma çabasının da bir sınıfsal yönü var. Eski Yeşilçam filmlerinden de bildiğimiz “fakir ama onurlu genç” hikayelerindeki gibi. E. P. Thompson’ın İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu yapıtında, işçi sınıfının oluşum sürecinde maddi koşulların yanı sıra, bazıları önceki/geleneksel ekonomi sisteminden alınarak idealize edilen, “ahlaki/adil ekonomi”, kültür, gelenek, deneyim ve bunlara yaslanan mücadele biçimlerine yapmış olduğu vurguyu burada not edelim. Nitekim bir tür Nasyonal Sosyalizm (Nazizm) gibi ayrıcalıkçı neo-şovenizm, cinsiyetçilik de gençliğin bir kesiminde tam da bu yıkıcı proleterleşme süreçleri çerçevesinde zemin buluyor, ama düzen aygıtlarının manipülasyonuyla asıl olarak gençliği emek/sınıf ekseni ve mücadelesinden, soldan ve devrimcileşmekten uzak tutmakta, bir yabancılaşmaya karşı başka bir yabancılaşmayı yemlemekte kullanılıyor.
Solun asıl kendine sorması gereken ise, gençlerin bu kapitalist sistem içinde artan gelecek kaygılarına karşı, geçmişe değil asıl üretici güçlerin bugünkü toplumsallaşmışlık düzleminden geleceğe dönük çok daha gelişkin bir gelecek ufkunu neden koyamadığı ve bu gelecek ufkunu gençlerle her günkü mücadele ve örgütlenme faaliyet ve ilişkileri içinde neden bir nebze bile kristalize edemediği. Çünkü kapitalizmde giderek bir gelecek kabusuna dönüşen gelecek kaygısı, sistemde iyi kötü bir yer tutabilmek için umutsuzca patinaj yapmaktan sistemi bir biçimde (geriye dönük olarak) “düzeltme” ütopizmi kadar, düzeltilemezliğini görme, kökten reddetme ve kendi geleceğini kendi sınıf gücüyle kurmaya dönük tohumları da içinde taşıyor.
Anlaşılmadığı ve dışlandığı duygusu, yalnızca bir kuşak kopukluğu, iletişim sorunu, değerler sisteminin değişmesi durumu değil. İnsan yerine konulmama, ilgi, sevgi, saygı, destek görmeme, engellenme, dizayn edilme, sermayeye, devletine ve aile dahil her türden düzen kurumuna artan bağımlılık ve koşullandırılma, istediği ve özlemini duyduğu konularda ekonomik, toplumsal, siyasal olarak artan bloklanma ve kısıtlamalar durumudur. “Anlaşılmadığı” duygusu, ne okuyan ne çalışan geniş gençlik kesimlerinde daha belirginleşebilen “toplumsal anlamsızlık” duygusuyla (okusam n’olacak, çalışsam n’olacak, vd) bitişiktir. Gerçekten günümüz kapitalizmi açısından gençler dahil, emekçi bireylerin ve kitlelerin yaşamlarının, onlar bir araya gelip eyleme geçmedikçe, kolayca yağmalanabilirlikten başka bir anlamı yok. Gençlerin mevcut ekonomik-siyasal sistem ve kurumları içinde “anlaşılma veya toplumsal anlam” kırıntısı bulamayınca kendini ve geleceğini daha fazla metalaştırarak gerçekleştirebileceği, özgürlüğü piyasada arayıp bulabilecekleri sanısı da giderek geri tepiyor, zayıflıyor. Sonuçta gençlerin şu evrensel anlaşılmama sorunu da, bugün çok daha ağırlaşmış biçimiyle, kendini gerçekleştirme ve kendi kararlarını kendi verme çabasını engelleyen her türlü kurum, otorite ve düzen ilişkisini reddetmeye dönük bir dinamiği de içinde taşıyor.
Kendi toplumsal-bireysel ihtiyaçlarını kendi belirleyememe, kendi kararlarını kendi verememe ve gerçekleştirememe, kendi ilişkilerini kendi kurumama, kendi hayallerini bile kendi kuramama, kendini piyasalaştırmayla bunu yapabileceğini sandığı durumda ise daha fazla kendine ve emeğine yabancılaşma, tatminsizlik, hayal kırıklığı ile karşılaşma… Büyüyen toplumsallaşma, toplumsallaşarak özneleşme, özgürleşme, toplumsallaşmış bireyler olarak kendini gerçekleştirme ihtiyacına karşın, nefret edilen baskıcı eğitim, sınav, iş yarışlarında kendini tüketmeye zorlanmak ya da yarıştan ve anaakım toplumdan çekilip kendini tecrit etmek; her düzeyde şiddetlenen çelişkiler…
Kendi toplumsal ihtiyaçlarını, kararlarını, hareketlerini, geleceğini kendi belirleyebilmek, bunun için mevcut ekonomik, toplumsal, siyasal düzeneklere etkide bulanabilmek istem ve özleminin ufku kapitalizmi de, burjuva demokrasisini de aşar. Günümüzde iki tarihsel dönüşüm etmeni, bu çelişkiyi derinleştirmektedir: Birincisi günümüz kriz kapitalizmi, artan ölçüde fiili ve güce dayalı bir birikim ve yönetim düzeneği oluşturma yönelimiyle, burjuvazi dışındaki toplumsal sınıf ve (gençlik dahil) kesimlerin biçimsel (burjuva demokratik) hak ve temsiliyet mekanizmalarını bile ortadan kaldırmaktadır. İkincisi işçi sınıfının gençleşmesi ve öğrenci gençliğin de işçileşmesiyle, gençliğin kendi ihtiyaç, karar, etkinlik ve geleceğini belirleyememe çelişkisi, ya da daha genel planda özgürlük, demokrasi, hak ve temsiliyet sorunları, daha sınıfsal bir eksen kazanmaktadır.
Marksistsek, genel geçer ve soyut bir demokrasiden bahsedemeyiz. “Kimin için kime karşı” (hangi sınıf için hangi sınıfa karşı) özgürlük, demokrasi, hak ve temsiliyet diye sorarız. Faşizmin karşısına da bugün içi büsbütün boşalmış, faşizmle iç içe geçmiş, burjuva neoliberal veya ulusalcı despotik demokrasiyi değil, proleter devrimci demokrasiyi koyarız. Dahası fiili ve güce dayalı bir sermaye birikim ve diktatörlük sistemi karşısında, taban demokrasisi ve iradesinin de fiili ve güce dayalı olarak, sokak, eylem, grev, işgal, boykot, taban örgütlenmesi ve inisiyatifi demokrasisi olarak tohumlanabileceğini biliriz. En sonu bizim özgürlük ve demokrasi anlayışımız, geriye dönük, yani ütopik, yani çoktan çözülmüş ve çürümüş şu eski burjuva liberal dolandırıcılık temsili demokrasisini geri getirmek değildir. Geleceğe dönük; üretimin ve emeğin günümüz dev çaplı toplumsallaşması temeli ve ekseninden, yönetimin de toplumsallaştırılmasına dönük; sınıfsal temsiliyeti sınıfsal eylem doğrudanlığıyla birleştiren bir demokrasidir.
Ne yazık ki günümüz solunun büyük bölümü böyle bir ufuktan, çünkü bunun olabilirliği umudundan, çünkü böyle bir gelecek ufkunun günümüz kitle hareketleri içerisindeki tohum ve potansiyellerini görmekten yoksun. Burjuva biçimsel temsili demokrasinin kalıntılarını savunma ve geri getirmeyle sınırlı bir çabanın, bunun küçük burjuva ve ara sınıfsal halkçı eklektik biçimlerinin pek ötesine geçilemiyor.
Kapitalist sistemin “düzeltilmiş kapitalizm/demokrasi/temsiliyet” ütopik reformizmi tarzındaki muhalif bileşeni olan böyle bir “düzeltilmiş sol” anlayışın, gençliğe vaat edebileceği esinleyici bir gelecek yok. Sol, gençlik hareketinin bu sistemin içinde gençliğin geleceksizliğiyle bağlantısını zorlanmadan kuruyor; ama kendi siyaset tarzının geleceksizliğinin de pek farkında değil.
Üniversite öğrencilerinin sınıfsal dönüşümüne vurgu yapanlar var. Ancak bu da soyut bir tespit olarak kalıyor; gençlik hareketine proleterleşme süreçleri temel ve ekseninden somut taktik politika üretmeye dönüşmüyor. Hatta sınıfa karşı sınıf ekseninden bir ajitasyon ve propagandaya bile dönüştürülemiyor. Bu sonuçları ağır olabilecek bir boşluk; çünkü gençlik hareketi içinde kök salıp yaygınlaştırılmaya çalışılan ırkçı-faşist akımlar, asıl olarak gençlerin bu yıkıcı proleterleşmeye karşı korku ve reaksiyonlarına oynayıp, gençlik içinde zemin bulabiliyor. Irkçı-faşist akımları işçi-öğrenci tabanından tecrit edebilmek, tam da gençliğin bu yıkıcı, öğütücü, gigleştirici, yağmacı proleterleşme dalgalarına, sınıfa karşı sınıf ekseninden somut politika ve örgütlenmeler üretebilmekle mümkün. Ne yazık ki sol, yazının girişinde değindiğimiz 2020-24 dönemindeki bir dizi işçi-öğrenci hareket ve dayanışmasının bizzat örgütleyicisi, ya da öncü inisiyatifleri arasında olduğunu da, 2025 Bahar gençlik eylemlerinde unutmuş görünüyor. Öğrenci gençlerin ağırlıkta olduğu kitlesel eylem, yürüyüş ve mitinglere, bir grup baretli işçiyle katılmak, mevcut işçi direnişleriyle öğrenci eylemleri arasında bir etkileşim ve dayanışma örgütlemek, eylemlerde işçi-öğrenci taleplerini dile getiren pankart, döviz ve sloganlar gibi atılabilecek en basit adımlar bile atılmıyor.
Genel grev çağrıları, aynı zamanda, öğrenci gençlik ile işçi sınıfı arasında çoktan çözülmüş eski katı işbölümü ayrımları, yani asıl kafadaki sınırlar aşılamadığı için de sınıfa dışsal kalıyor. Oysa AKP’nin eylem yapan üniversite öğrencilerini “elitler”, “ayrıcalık isteyenler” diye sınıftan dışlama söylemlerinin etkisi de epey zayıflamış durumda. Bugün birçok işçi ailesinin üniversitede çocukları, dahası hem okuyup hem çalışan çocukları, artan sayıda işyerinde çalışan işçi-öğrenciler var. Orta yaş ve üstü işçilerin, bugün gençler en düşük ücretli, güvencesiz, taşeron ve gig işlerin saflarını doldurmak zorunda kaldıkları için, gençlik hareketine kuşkulu bir bakışı olabilir belki, ama bu da, işçi sınıfının hızla gençleştiği, öğrenci gençlerin hızla işçileştiği koşullarda aşılamaz bir duvar değil.
Sonuç olarak ihtiyar kapitalizmin çözemeyeceği gibi giderek derinleştirdiği bir gençlik krizinden ve aynı zamanda bir kriz gençliğinden bahsedebiliriz. Gençlik krizi ve kriz gençliği, kapitalizmin uzlaşmaz iç çelişkilerinin tarihsel gelişim sürecinin biçimlerinden biridir. Çünkü kapitalizm bir yandan sermaye birikimine taze kan, enerji, girişimcilik, yaratıcılık, inovasyon vb diye gençliğe her zamankinden fazla ihtiyaç duyarken, diğer yandan onun enerjisini, yaratıcılığını, inisiyatifini boğmak ve zombileştirmek için elinden geleni ardına koymaz. Gençlik krizi bir ve aynı zamanda, (soldaki abi ve ablalar dahil) yetişkinlik krizidir. Gençlik ve yetişkinliğin sosyolojik tanımları içinde, günümüz gençlerinin artan bölümünün 30’lu yaşlara kadar bile bir türlü “yetişkin” olamaması, yani ev bark çor çocuk ve doğru dürüst iş güç sahibi olamaması, diplomaların, askerliğin, evliliğin, oyların, temsiliyetin hiçbir anlamının kalmaması; 30’lu yaşlardan sonra da bu kez yağmalanacak daha az enerjisi kaldı diye daha düşük ücretli ve daha beter işlere doğru kayılması, bu krizin yalnızca başka görüngüleridir.
Gençlik krizinin en derindeki temelinde, kapitalizmin krizi ve gençliğin işçileşmesi vardır. Bu yalnızca hegemonya, yönetememe, rejim, hatta devlet krizi değil, bir bütün olarak kapitalizmin kriz ve çürümesinin bir ifadesidir. Üretici güçlerin dev çaplı toplumsallaşması ile, kapitalist özel üretim ve egemenlik ilişkilerinin (sermaye diktatörlüğünün) derinleşen bağdaşmazlığı ve bu çelişkinin sıklaşan ve şiddetlenen üstyapı sarsıntılarıyla da kendisini göstermesidir. Bu çelişkinin gençlik bağlamındaki ifadesi, gençliğin toplumsallaşarak özgürleşmesi ve özneleşmesi ihtiyacı yakıcılaşırken ve bunun toplumsal-maddi koşulları da oluşmuşken, durmaksızın daha dar bir kapitalist despotik cendereye sıkıştırılmasıdır. İkincisi, gençlerin çoğunluğunun, öğrenci ve beyaz yakalı gençler dahil işçileşmesi, gençlik sorun ve krizini alabildiğine derinleştirmekte, fakat çözümünü de içinde taşımaktadır. Proleterleşme tek biçimli, düz çizgisel ya da bir çırpıda olup biten değil, çok biçimli, karmaşık, sarmal bir tarihsel-toplumsal süreçtir. Öfkeli parlamalar, sıçramalar, kesintiler, burjuva küçük burjuva ara sınıf eklektizm ve ütopizmleri, reaksiyoner biçimler, merkez kaç eğilimler, zikzaklar da içerir. Fakat proleterleşme/sınıf oluşumu süreçlerinin en temel yapı taşı, kitlesel, kolektif, soluklu mücadele süreçleridir.
Günümüz solu bu çelişkilere, dar olgusal ve sınırlı üstyapısal görünümleri içinde “anti-faşizm, seçme-seçilme, temsiliyet ve temsili sistem, yurttaşlık hakları, irade gaspı” gibi yaklaşımlarla müdahil olmaya çalışsa da, bu yaklaşımların kapitalist sistemin uzlaşmaz çelişkilerinin tarihsel gelişme süreç ve doğrultusundan kopuk olması; gençliğe yaklaşımın da gençliğin yeni toplumsallaşma, siyasallaşma ve işçileşme süreçlerinden kopuk olması; burjuva, küçük burjuva, ara sınıfçı eklektik ve ütopik biçimlerden kopulamamasına, ve bunlara yörüngeleşmeye yol açıyor. Kuşkusuz görüngüler de son derece önemlidir, ama görüngülerin iç yüzündeki uzlaşmaz çelişkiler ile, tarihsel-sınıfsal süreç ve eğilimlerle bağı kurulabilmelidir.
Yazıyı, 12 yıl önce yazmış olduğum, bir dizi yönüyle bugüne de ışık tuttuğunu düşündüğüm “Bir Gençlik Çözümlemesine Doğru” yazısından bir alıntıyla bitireyim:
“Genç işçi kuşaklarında, ister yıkıcı bir işçileşme sürecinde olan eğitimli kesimlerinde, ister kol işçilerinde olsun, ister sanayi veya hizmet sektöründe, henüz halen ara sınıf bilinci formunda da olsun, işçileşme bilinci yeni yeni gelişmeye başlamıştır. Ama başlamıştır ve geri çevrilemez bir durumdur. Ne kadar sancılı ve ağır da olsa, tarihsel-diyalektik materyalizmde esas olan çözülenden çok gelişmekte olanı görmek, buna göre konumlanmaktır.”
1 Nisan 2025
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.