Şu anda devrimciler önderlik edemiyorlar diye, baş düşmandan kurtulma meselesini maksimalist burun kıvırmalarla gölgelemeyi haklı çıkarmaz. Bir yandan ortak mücadeleyi güçlendirmeye, Mart’tan tarihsel anlamlarla yüklü Mayıs’a kadar uzatmaya çalışırken, bir yandan da devrimci, sosyalist müdahaleyi güçlendirme görevi yükler
İkinci binyıla girişte Latin Amerika ülkelerinden başlayıp, Tunus ve Mısır’daki “Arap Baharı”na kadar uzanan, ardından Cezayir’de ve Lübnan’da, Honkong’da, İran’da ve daha pek çok ülkede peş peşe patlak veren halk isyanları, Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra geçici olarak duralayan toplumsal kurtuluş mücadelelerinin geri dönüşüne işaretti. Bunlar emperyalist ideologlar tarafından “tarihin sonu” adıyla kapitalizmin nihai zaferi olarak ilan edilen sınıf kavgalarının ve devrimlerin ilelebet sona erdiğine dair manipülatif teorilerin bizzat sosyal pratik tarafından çürütülmesiydi.
Bu ülkelerde fırtına etkisi yaratan, artçı sarsıntıları haftalar, aylar boyu süren isyanların ortak özelliği, süreklilikleri, aşağıdanlıkları, kitlesellikleri, halkçı ve demokratik muhteva taşımalarıdır. Burada asıl üzerinde durulması gereken, bunların neden kalıcı sonuçlar yaratamadıkları, 20.yüzyıl devrimlerini kaldıkları yerden devralarak siyasal iktidarın fethi ve sosyalizm yönelimli anti-kapitalist dönüşümlerle sonuçlanmadıklarıdır. Nasıl oluyordu da gittikçe daha eşitsiz, daha adaletsiz, daha acımasız, daha yaşanamaz hale gelen bir dünya düzeninde bu gerçekleşemeyebiliyordu?
Herhalde ilk akla gelecek olan Berlin Duvarı’nın yıkılışından itibaren dünya devrim cephesinde meydana gelen ağır yenilginin yarattığı krizin, devrimci perspektifte ve pratikte yarattığı tahribatın henüz aşılamaması ve yanı sıra, dünya karşıdevrim cephesinin hem baskı aygıtları hem ideolojik, siyasi, psikolojik manipülasyon araçları hem de deneyimi bakımından daha donanımlı, dolayısıyla saldırı ve savunma mekanizmalarının eskisinden güçlü olmasıdır.
Bu durumdan nasıl çıkılacağının cevabı, 20.yüzyıl devrimlerinin tarih yazımında cisimleşen hafızasında kayıtlıdır:
***
Sadece dünyada meydana gelen halk isyanlarının değil, Gezi’nin ve henüz o kıvama ulaşamamış 19 Mart patlamasının en göze çarpan eksikliği budur. Büyük halk hareketlerini derinleştirip dönüştürerek faşizmi alt edecek sosyalizm yönelimli bir rotaya çevirmek başka türlü olamaz.
Hegemonya kavramı, bugünkü karmaşık durumda yönümüzü bulmamıza yardımcı olabilir. Temelleri Marx ve Lenin tarafından atılan bu kavram, en genel anlamda proletaryanın siyasi iktidar mücadelesinde ezilenleri ve sömürülenleri kendi önderliği altında birleştirerek egemen sınıfa karşı sevk ve idare etmesini ifade eder. Sınıfın “kendinde” bir sınıf olmaktan çıkıp, “kendisi için” bir sınıfa, dolayısıyla devrimci bir sınıfa dönüşmesi ancak bu yoldan, ideolojik ve siyasi önderlikle mümkündür. Lenin, “hegemonya fikri… Marksizmin temel ilkeleri”nden biridir derken anlatmak istediği budur. Proleter sınıf, hegemonyasını gerçekleştirmeden ne kapitalizmi yıkabilir ne de sosyalizmi kurabilir. Ancak dar sınıf egoizmini aşarak sömürülenlerin ve ezilenlerin ortak çıkarlarını savunmaya başlar ve bunun gereklerini yerine getirirse sosyalist devrim yapabilir.
Gramsci daha ileri gider. Egemen sınıfın topluma kendi dünya görüşünü, ideallerini, değerlerini doğal, kendiliğinden var olan şeylermiş gibi algılatmasını ifade edecek kültürel hegemonyayı, yani zoru rızayla örten bir mekanizmaya doğru genişleterek, özgül bir bileşim şeklinde bütünselleştirir. Hegemonyayı alt sınıf proletaryayla sınırlamaz, egemen sınıf burjuvaziye de uygular. Yani hem kapitalist sistemde temel üretim araçlarını elinde tutan hükümran sınıfın kendi dünya görüşünü (değerlerini, adalet, doğruluk vb. fikirlerini) tüm topluma dayatıp benimsetmesi hem de halk kitlelerinin başını çekebilecek yıkıcı ve yapıcı özelliklere sahip proletaryanın kurabileceği karşı hegemonya[1] anlamında.
**
Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının tetiklemesiyle sele dönüşen kendiliğinden kabarışa ne işçi sınıfının ne de cılız ve bölük pörçük durumdaki sosyalist solun damgasını vurduğunu söyleyebiliyoruz. Gezi’deki gibi hazırlıksız yakalanılan 19 Mart yargı darbesi süreci, sosyalistlerin baş çekecek durumdan uzak olup, arka sıralarda figüran rolü oynamaya razı olduklarının tam boy fotoğrafını vermiştir. O halde bu böyle diye, baş çekmeyi uzak geleceğin meselesi görüp bunu dert edinmeyecek miyiz ya da kendimizi CHP organizasyonlarını desteklemek ve kitlelerin protestolarına katılmakla mı yetineceğiz? Böyle düşünüp gidişata ayak uydurmakla yetinmeyip, “Cumhuriyet devrimi”nin kalesi gözüyle baktıkları CHP’nin hegemonyasına hayranlık besleyenler az değil.
Oysaki bu muazzam öfkenin içinde edilgen bir katılımcı olmakla yetinmenin ve bununla tatmin olmanın adı kuyrukçuluktur. Doğru tutum bir yandan uzlaşıcılıkla mücadele edip kitle hareketini olabildiğince ileriye itmeye ve ona derinlik kazandırmaya çalışırken, öte yandan eldeki güçleri ve ulaşılabilecek kesimleri mücadelenin akışı içerisinde hegemonya perspektifiyle eğitmektir. Öncülük ve hegemonya, donmuş, birkaç hamlede veya devrim günlerinde elde edilecek bir şey değil, aksine, inişli çıkışlı, dolambaçlı ve uzun vadeli bir süreçtir. Kadrolar kadar kitleleri de kendi deneyimleri temelinde eğitmek, dalgalı sularda yüzmeyi öğrenmekle mümkündür. Teoriden öğrenilenleri ve söylemsel düzeyde kalanları adım adım hayata geçirmenin şimdi tam zamanıdır.
***
Günümüzde sadece emperyalist dünya sistemi değil, Türkiye’deki rejim de gittikçe derinleşip çeşitlenen bir hegemonya krizi yaşıyor. Ekonomik kriz, Saray’ın yönetememe krizini derinleştirmiştir. AKP, 2013 yılındaki Gezi’den itibaren mağdur rolü oynayarak seçim galibiyetleri elde edemez duruma gelince, siyaset alanını sopa, hile ve yargı eliyle dizayn ederek sonuç almaya yöneldi. Şimdilerdeyse çoktan rıza üretme yeteneğini kaybetmiş, baskı ve terörü arttırmaktan başka seçeneği kalmamış durumdadır. Umudu her şeyi seçim sandığından kendisi çıkacak şekilde ayarlamaya kalmıştır.
Cumhur İttifakı ile CHP başta olmak üzere muhalefet partileri arasındaki hegemonya rekabetinin kızışması bu çerçevede gelişiyor. Ana muhalefet partisi Saray’ı bir erken seçime zorlamaya yöneldiğinde, Gezi’den beri kendi dünya görüşünü topluma benimsetme, onaylatma demek olan kültürel hegemonyasının, yani rızayı örgütleme gücünün yıl yıldan gerileyip tükendiğinin farkında olduğundan, devletin baskı aygıtlarının silahsız ucunu oluşturan yargı eliyle üst üste hamleler yaptı. Ekrem İmamoğlu’nun diplomasını iptal edip hemen arkasından hapse atarak önünde en büyük tehlike olarak gördüğü cumhurbaşkanı adayını saf dışı etmeye yeltenmesi bardağı taşıran son hamle oldu. Ağır yoksulluk, işsizlik, çaresizlik, hukuksuzluk içinde burnundan soluyan ezilenlerin öfkesinin fitilini kendi eliyle ateşleyerek kaldırdığı taşı ayağına düşüreceğini hesaplayamamıştır. Saraçhane ve İstanbul Üniversitesi öğrencilerden başlayarak tüm ülkeye yayılan protestolar, CHP’nin gücünün ve niyetinin ötesindedir.
Kayyum atamaları ve rakip belediye yönetimlerinin hapse atılmaları, hatta İmralı süreci, iktidarın ileriki cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan’ın tekrar kazanacağı şekilde muhalefeti adım adım hadım ederek düzenleme girişiminden başka bir şey değildi. Aşırı sağ bloku temsil eden Cumhur İttifakı ortaklarının desteğiyle devleti elinde tutan AKP, zorlama zırhıyla korunan hegemonyasını, ana muhalefet partisi CHP’yi iç çatışmalarıyla boğuşan iğdiş edilmiş bir parti haline getirerek Erdoğan’ın geleceğini garanti altına almak istemiştir.
Gezi iktidara muhalif toplumsal katmanların kendiliğinden patlak veren geniş bir kitle hareketiydi. Sırf sosyalistlerin ve sokağa inmeden dışarıdan destekleyen CHP’nin hegemonya kuramadığı, öznesi heterojen kitlesi olan bu isyan sönümlenmeye mahkumdu. 19 Mart çıkışının Gezi’den farkı ikili niteliğidir. O da devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun kendiliğinden bir patlamadır, ancak bu defa hegemonyayı elinde tutmakta ısrarlı, kendi solundakilerin, liberal aydınların, sağındaki ve solundaki muhalefet partilerinin de desteğini almış CHP gibi bir öznesi vardır artık. Şimdi hegemonya CHP’nin elindedir. Bıçak kemiğe dayanıp varlık yokluk sorunu haline gelince, daha açıkçası iktidarın seçimleri ne yapıp yapıp kendisine vermeyeceğini anlayınca, başta öğrenci gençlik olmak üzere, alttan gelen dalganın itmesiyle, o zamana kadar dilinden düşürmediği “normalleşme”, “Bizi sokağa çekmek istiyorlar” söyleminden vazgeçerek meydanlara inmeye mecbur kalmıştır. Muhalefetini kitlesel patlamayı yasal sınırlar içinde tutarak kontrollü bir şekilde yavaşlatıp, giderek sandık siyasetinin eklentisi haline getireceğini tahmin etmek zor değildir. Sokağa inmesinin sınırlarını belirleyen budur. CHP merkezinin başarısı; faşizmi tahkim etmek için peş peşe vuruşlar yapan Saray’ın elinden inisiyatifi alması, hiziplere bölünmüş partisini bütünleştirmesi ve korku çemberini yırtarak meydanlara çıkan ezilenlerin hegemonyasını elinde tutmasıdır.
***
Saraçhane düzeni, daha soldaki öğrenci eylemlerine pek uygun düşmese de, öteki kentlerdeki miting ve gösterilere rol model olarak tasarlanmıştır. Özgür Özel’in, kürsü konuşmalarında kendisinin yanı sıra, İmamoğlu’nun eşini, Mansur Yavaş’ı ve Özgür Çelik’i konuşturması kontrolü elinde tutarak sandık siyasetine bağlama amaçlıydı. Konuşmaların içeriği, kürsüden yönlendirilen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganlar, CHP ve Türk bayrakları, Atatürk posterleri, “Özel’in iftar sofraları, namaz gösterileri, yasalara bağlı kalın uyarıları, CHP’nin hegemonyasını sosyalistlere ve solundaki öğrenci gençliğe karşı sağlama almak için bilinçli ve planlı bir şekilde uyguladığını gösterir. İmamoğlu’nun “benim diplomama çökenler yarın da sizin malınıza, bankalardaki paranıza çökerler”, “iyi sermaye-kötü sermaye” ayrımı, yabancı gazetelere yazdığı yazılar ve Özel’in “hukuk olmayan yere yabancı yatırım gelmez”, “NATO’ya bağlıyız” söylemleri de bunu tamamlıyordu.
Özgür Özel’in başında bulunduğu CHP merkezi iktidarla rekabet ederken, hegemonyayı kendi soluna ve sağına kaptırmamaya çalışıyor. Mansurcular, ulusalcılar, Kılıçdaroğlucular, sol Kemalistler alttan alta kendi içlerinde kıyasıya bir yarış yürütüyorlar. Ne Mansur’un Kürt hareketine “pamuk helva” “paçavra” dokundurması bir dil sürçmesiydi ne bozkurt işaretleri ne Ümit Özdağ’ın mağdurların ilk sıralarında anılması, Yılmaz Özdil türü faşizan yazarların dışarıdan müdahaleleri tesadüftür.
Öyleyse bunlardan hareketle sokağa inen CHP’nin direnişini desteklememek, iktidarın belediyelere kayyum atamasına ve Ekrem İmamoğlu’na yaptığı haksızlıklara karşı çıkmamak mı gerekiyor? Tam tersine, doğru tutum devrimci etkiyi genişletmeye ve derinleştirmeye çalışarak, neyi destekleyeceğini, neyi desteklemeyeceğini bilerek koşullu bir şekilde desteklemektir; bazıları gibi ne şiş yansın ne kebap tavrı takınmak değil. Zira, toplumsal muhalefetin tabanını oluşturan kitleleri asıl motive eden; Erdoğan’la diskalifiye edilen İmamoğlu arasındaki mücadele değil, halkla, onu benzeri az görülür bir yoksulluğa, adaletsizliğe, işsizliğe, geleceksizliğe, rüşvet ve ahlaki çürüme düzenine mahkûm etmekle kalmayıp, elini kolunu faşizmle bağlamaya çalışan siyasi iktidar arasındadır.
Dolayısıyla şu ya da bu gerekçeyle dışarıdan seyretmek ne kadar yanlışsa, kendini onun çizdiği çerçeveyle sınırlamak da o kadar yanlıştır. CHP nihayetinde ne emperyalizmle ne de kapitalist sistemle bir derdi, alıp vereceği olmayan, iktidarı sandıkta seçim yarışıyla alt edip onun yerini alarak 2002 öncesi benzeri kolu kanadı budanmış kısıtlı burjuva demokrasisine razı olan bir üst sınıf partisidir. İktidara geldiğinde demokratik haklarda çerçevesi dar tutulmuş bir genişlemeyle yetinecek, buna karşılık yoksullar üzerindeki sömürü değişmeyecek, “Her şey çok güzel olacak” vaadinin dişe dokunur bir karşılığı olmayacaktır.
O halde mevcut iktidar gitsin demek yetmez, yerine ana muhalefetin gelmesinin çok şey değiştirmeyeceğini göstermek, hem kitlelerin ileride hayal kırıklığı yaşamamaları, hem de sola çekilerek mücadeleyi derinleştirmeleri ve uzun vadeye yaymaları bakımından gereklidir. Elbette bu, şu anda devrimciler önderlik edemiyorlar diye, baş düşmandan kurtulma meselesini maksimalist burun kıvırmalarla gölgelemeyi haklı çıkarmaz. Bir yandan ortak mücadeleyi güçlendirmeye, Mart’tan tarihsel anlamlarla yüklü Mayıs’a kadar uzatmaya çalışırken, bir yandan da devrimci, sosyalist müdahaleyi güçlendirme görevi yükler. “Faşizme karşı omuz omuza”, “susma sustukça sıra sana gelecek”, “Kurtuluş yok, ya tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz”, “birleşe birleşe kazanacağız” gibi sloganları daha geniş kesimlere benimsetmek, Erdoğan gitsin Özel gelsinden ziyade asıl mevcut sistemi ve onun yerini neyin alması gerektiğini tartışmak ve tartıştırmak gerekir.
Dolambaçlı, uzun ve zorlu bir yol olan iktidar mücadelesinde hegemonik konum kazanmanın yolları bellidir:
**
Son on beş yılda AKP’nin “milli irade” kisvesi altında meşruiyet devşirdiği seçimleri halkın serbest iradesiyle değil, hile, rüşvet, baskı ve katakulliyle kazandıklarını failleri senden benden daha iyi bilirler. Birkaç aydır önümüzdeki seçim hazırlıklarının geçmiştekilere rahmet okutacağı belliydi. Halkların mücadelesinin ve uyanışının zor yoluyla bastırılmasını, Gezi ve Kobanê olayları gibi kitlesel şahlanışlara kalkışanların akıbetinin Osman Kavalalar, Tayfun Kahramanlar, Selahattin Demirtaşlar gibi olacağı mesajı verilmesini, yargı ve yürütme aygıtının şimdiden seçim hazırlıklarının hizmetine koşulmasını saymıyoruz bile. Arkasının nasıl geleceğini kestirebilmek için, son birkaç ayda Erdoğan’ın yürürlüğe koyduğu 2028 seçimlerini kazanma stratejisinin ana hatlarına bakmak yeterlidir: Rakip partileri kriminalleştirmek, belediyelerini ellerinden alıp itibarsızlaştırarak halkı etkileme imkânlarını sınırlamak ve egemenlerin ezeli ve ebedi “böl ve yönet” politikasını uygulamak. Amaç muhalefetin bileşenlerinin ortaklaşmasını ya da yardımlaşmasını önlemek, çarkı tersine çevirerek koparabildiği kişi ve partileri kendi müttefikleri arasına katmak, değilse kendi deyişleriyle fitne, fesatla aralarını bozmaktır.
İmralı’dan başlayarak kapalı diplomasi yoluyla yürütülen “Terörsüz Türkiye” turları, Erdoğan’ın baş rakibi İmamoğlu’nun diplomasını iptal edip ardından hapse atması, tutturamayıp ıskaladığı Özgür Özel’in başkan seçildiği CHP kurultayını geçersiz sayıp partiye kayyum atayarak parti içinde kaos yaratma planı ve DEM Parti ile CHP arasında gerçekleşmiş “kent uzlaşısı”nı kriminalize ederek aralarındaki ittifak ihtimalini berhava etmeye çalışmak son ayın gündemini oluşturan ana başlıklardır. Bu yol ve yöntemlerle önümüzdeki seçimlerin, senaryosunu Erdoğan’ın yazdığı sonucu baştan belli bir oyun haline getirilmek istendiği açıktır. Böylece parlamentonun (yasamanın), yürütme ve emrindeki yargı karşısında sıfırlanması projesi tamamlanmış olacak ve ardından faşizm kurumsallaştırılıp pekiştirilerek geri dönüş yolları kapalı bir sürece girilmiş olacaktır.
Ne var ki 19 Mart patlaması, bu oyunu büyük ölçüde bozmuş ve iktidarı patlak lastikle ilerlemeye mahkûm etmiştir. Şimdi Erdoğan’ın elinde, dış politika dayatmasa pek de gönüllüsü olmayacağı, olsa bile en az tavizle en çok kazançlı çıkmayı amaçladığı barış süreci kalmıştır. Bu konuda, fazla ihtimal vermesek de AKP ile MHP arasında çatlak olduğu söylentilerinin doğru olup olmadığını da zaman gösterecektir.
Önceden kotarılıp Bahçeli ve Öcalan’ın çağrısıyla start alan barış süreci ayrı bir yazının konusu olacak kapsamda hayati ve hassas bir konudur. Bu süreçte barış talebinin fiyaskoyla sonuçlanmasına sebep olacak tehdit yalnız AKP kanadından gelmiyor; Erdoğan’ın böl ve yönet politikasının dolaylı yardımcıları arasında CHP içindeki sağ kanat, muhafazakâr Kemalistler ve muhalif partiler içerisindeki ırkçı, neo-faşistleri de hesaba katmak gerekir. Başka bir endişe kaynağı da sınırlı bazı kazanımlar karşılığında, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını bir dönem daha kazanmasına fit olmaya razı uzlaşıcıların ağır basmasıyla dağın fare doğurmasıdır. Ancak, Kürt hareketinin bileşenlerinin 40 yıllık mücadeleyi ucuz hesaplar ve sınırlı kazanımlarla heba etmeyeceklerini, Saray’ın ayak oyunlarına gelmeyip direneceklerini düşünüyor, umuyor ve bekliyoruz. Bundan dolayı şimdiden öyle olacakmışçasına, olasılıklardan birinin zorunlulukmuş gibi gösterilmesine katılmıyoruz. Eleştiriye açık çok şey olmasına karşın, sonuç netleşmeden peşin karar vermek doğru olmayacaktır.
CHP’nin Kürt ulusal mücadelesi karşısındaki eski katı devletçi tutumunu yumuşatarak barışın önüne set çekmemesi yetersiz ama olumlu bir adımdır. Burada iş, fazla da güvenilemeyecek, ama sürecin dışına da itilip dışlanmaması gereken CHP’den çok, daha ileri bir demokrasi anlayışına sahip DEM tarafına düşüyor. Demokrasi ya da her iki halkın yararına kazanımlar tek ayak üzerinde yürünerek elde edilemez. “Böl ve yönet” politikasının mütemmim yüzünün “Böl ve ez” olduğunu aklımızın bir köşesine yazmamız gerekir. Kürt hareketinin onlarca yıl boyunca kanıyla canıyla kat ettiği mesafe, AKP-MHP ve karşısındaki CHP liderliklerinin ihsanına terk edilmemeli, daha da önemlisi iktidara umut bağlayıp Türk ve Kürt halkları arasındaki yakınlaşmayı bozacak davranışlardan kaçınılmalıdır. Şimdi “Geçmişte neredeydin” demenin zamanı değildir.
Her iki halkın kaderi birbirlerine bağlıdır; ne Türk tarafı tek başına Kürtlere demokrasi getirebilir, ne de Kürt tarafı Türkiye’yi demokratlaştırabilir. Türkiye’de faşizmin kökleşmesinin önünü ancak iki halkın birleşik ve örgütlü mücadelesi alabilir. Konjonktür Cumhur İttifakının değil, direnen halkların lehine gelişiyor. Buna zarar verecek adım kimden gelirse gelsin, tarihe büyük harflerle hata olarak yazılacaktır.
[1] Burada, Gramsci’yi kendi mezhebince yorumlayarak, proletaryanın kültürel hegemonyayı kapitalizm koşulları altında ele geçirerek devrimsiz sosyalizme geçebileceği tezine doğru genişleten sivil toplumculara katılmadığımı belirteyim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.