Adaletin sesi artık mahkeme salonlarının duvarlarında değil; sokağın nabzında, bir annenin tuttuğu adalet nöbetinde, gözaltına alınan bir gencin bakışlarında yankı buluyor. Bu ses, kırılganlığını umuda dönüştüren bir ses; edilgen bir bekleyişin değil, dirençle yoğrulmuş aktif bir eylemin ifadesi
2013 Haziran’ında Gezi Parkı’nda filizlenen toplumsal direniş ruhu, bugün üniversite koridorlarında, kampüslerde ve liselilerin yükselen itirazında yaşamaya devam ediyor. Zaman akıp giderken mekânlar değişse de mücadelenin özü sabit kalıyor: İktidarın dayattığı “normalleşme” söylemine karşı hakikatin ısrarlı direnişi. Tam da bu nedenle, 19 Mart’ta yeniden yankılanan adalet talebi, yalnızca güncel bir tepkinin değil; Türkiye’nin toplumsal hafızasında yer etmiş, siyasal tarihe sirayet eden kolektif bir yankının bugüne yansımasıdır.
Şimdi hâlâ sesimizi duyurabiliyorsak, bu Gezi’den bugüne taşınan müşterek bir öfkenin direnişle yoğrulan sürekliliğindendir. Sosyal medyada sıkça rastlanan “Yeni gelmedik, geri geldik” ifadesi, Walter Benjamin’in “tarihin mağlupları” kavramıyla örtüşür. Zira tarih çoğu zaman galiplerin kaleminden yazılır; kaybedenlerin hikâyeleri bastırılır ya da unutturulmak istenir. Oysa bu bastırılan sesin yankısı, geçmişe olduğu kadar geleceğe de müdahale etmenin bir biçimidir. Tıpkı dünya tarihinde adaletsizlik karşısında yükselen diğer ezilen direnişlerinde olduğu gibi…
Adaletsizlik, yalnızca hukuki süreçlerle sınırlı bir mesele değil; bireyin varoluşsal düzeyde kırılmalar yaşamasına neden olan çok katmanlı bir krizdir. Sistematik bir şekilde haksızlığa maruz kalmak, insanın “dünya adil bir yerdir” inancını sarsar; yerini derin bir güvensizlik, kökleşmiş bir öfke ve katmanlaşan bir umutsuzluğa bırakır. Bu duygularla baş etmeye çalışan birey ya hissizleşerek içe kapanır ya da öfkenin istilasına açık hale gelir. Psikolojik düzeyde bir savunma mekanizması gibi işleyen bu hissizleşme, bastırılmış duyguların birikmesine ve sonunda kitlesel patlamalara zemin hazırlar.
Adalet duygusunun aşındığı, hukukun yerini keyfiliğe bıraktığı bir dönemden geçiyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, sağlık sorunları nedeniyle ev hapsine alınmasını “iyi haber” olarak karşılamak zorunda bırakılmamız, adaletin nasıl bir karikatüre dönüştüğünün çarpıcı göstergesi. Burada trajik olan yalnızca hukuki düzenin çöküşü değil; toplumun bu çöküşü bir “lütuf” gibi kabullenmeye zorlanmasıdır. Artık adalet bir hak değil, iktidarın lütfuna kalmış bir jest haline getiriliyor. Bu keyfilik, mahkeme salonlarını aşarak kamusal alana yayılıyor. Sanatçılara, gazetecilere yönelen sistematik saldırılar; sansürün ulaştığı boyut, yalnızca bir denetim mekanizması değil, aynı zamanda iktidarın kendi anlatısı dışındaki tüm gerçeklikleri yok sayma arzusunun dışavurumudur. Ancak tarih gösterir ki hakikat bastırıldıkça, direnişin dili derinleşir. Susturulmak istenen sesler, başka yerden ve biçimlerde geri döner.
Gezi Parkı, kamusal alanın yalnızca fiziksel bir mekân değil; karşılaşmanın, dayanışmanın ve müşterek üretimin mümkün olduğu bir direniş sahası olabileceğini göstermişti. Bugünkü protestolar da bu mirası devralarak, adaletsizliğin yalnızca evrensel bir sorun değil, yerel mücadelelerle aşılabilecek somut bir gerçeklik olduğunu hatırlatıyor. Adaletin sesi artık mahkeme salonlarının duvarlarında değil; sokağın nabzında, bir annenin tuttuğu adalet nöbetinde, gözaltına alınan bir gencin bakışlarında yankı buluyor. Bu ses, kırılganlığını umuda dönüştüren bir ses; edilgen bir bekleyişin değil, dirençle yoğrulmuş aktif bir eylemin ifadesi.
Bu direnişin en görünür biçimlerinden biri de beden politikaları üzerinden şekilleniyor. İktidarın kadın bedeni üzerindeki denetim çabaları (futbol sahalarında “normal doğum” söylemleri gibi) aslında direnişin de odağı haline geliyor. Tarih boyunca beden, özellikle kadın bedeni, yalnızca iktidarın hedefi değil; aynı zamanda en güçlü direniş alanlarından biri olmuştur. Kadınlar, üzerlerindeki tahakküme yalnızca tepkiyle değil, kendilerine özgü bir varoluş biçimiyle karşılık veriyor.
İktidarın giderek otoriterleşen yöntemleri ve söylemleri ile toplumun özgürlük ve adalet talebi arasındaki gerilim, yeni bir siyasal tahayyülün doğum sancısı olarak okunabilir. Kampüslerde, mahkemelerde ve sosyal medyada filizlenen direniş, yalnızca bir itiraz değil; yeni bir yaşam imkanının inşasına yönelik kolektif bir çabadır.
Bu süreçte düşüncenin, sözün, duygunun, varoluşun gücüne olan inancımız, bizi ayakta tutan temel dayanaklardan biridir. Çünkü biliyoruz ki, tarih geriye doğru işlemez; baskı arttıkça özgürlük talebi de keskinleşir. Ve biz, bu talebin hem öznesi hem taşıyıcısı olarak, yeni bir dilin, yeni bir zamanın ve yeni bir mekanın mümkün olduğunu her fırsatta hatırlatmaya devam edeceğiz.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.