Uğur, mütevazı yaşamı, kurduğu ilişkilerle tanıyan herkes üzerinde istisnasız etkide bulunan yoldaşlardandı. Ümraniye Cezaevi’nden özgürlüğe açılacak yolun sadece neferi olmayıp planlayıcısı ve mühendislerindendi. Üniversite yıllarında edindiği ziraat mühendisliği bilgisini Ümraniye özgürlük tünelinde test yaparcasına dalardı yerin altına…
Yirmi yılı aşkın geriye doğru düşündüğümde o dönemin mahpusluk koşullarında Uğur yoldaşı bizden usulca alan, geçtiğimiz yıllarda dünyayı yakıp kavuran COVID-19 virüsüyle aynı familyadandı. Şu günlerde zindanlarda acil tedaviye ihtiyacı olan tutsakları ölüme terk eden faşist intikamcı mantık o yıllardan birikerek bu günlere geldi. Tel örgülerin arkasında devletin zulmüne onurluca direnenlerin çığlığı idi Uğur ve onlarca devrimci, yurtsever, komünist… Hepsi de geleceğimiz için elimizde kayıp giden yoldaşlarımızdı. Nerden bilecektik o güzel insanla serin bir bahar akşamı içtiğimiz çayın son olup sabahın ilk ışıklarında gelip boğazımızda düğümleneceğini. Yaşamımızdan Çukurovalı bir komünist geçti dediğimizde Uğur’un adı en başa konulur. Geleneğimizin harcını atan Fatih yoldaşın mirasıydı Çukurova’nın kavruk, kara yağız devrimcileri.
Bazı anılar vardır ki tekerrür etmesi diyalektiğe aykırıdır. Yaşanmış güzellik insanın içini ısıtıverir hatırladıkça… Hayatımızdan çıkması ya da unutulması mümkün olmayan kesitlerdir onlar… Birçok yoldaşımızla, kavga dostumuzla yaşarız… Bizi biz yapan, berrak anılardır bunlar benliğimize kazınan… “İyi ki yaşamışız” deriz.
Uğur, mütevazı yaşamı, kurduğu ilişkilerle tanıyan herkes üzerinde istisnasız etkide bulunan yoldaşlardandı. Ümraniye Cezaevi’nden özgürlüğe açılacak yolun sadece neferi olmayıp planlayıcısı ve mühendislerindendi. Üniversite yıllarında edindiği ziraat mühendisliği bilgisini Ümraniye özgürlük tünelinde test yaparcasına dalardı yerin altına…
Uyanır uyanmaz ‘en büyük zevkim’ dediği çay ve sigaraya vururdu bütün gece yaşadığı yorgunluğu. Onun o tenor sesiyle ranzasından doğrulup “La France çay var mı” sorusu koğuşu inletirdi.
Komünist yaşamın içselleştirilmesi açısından seçkin örneklerdendi.
Uğur defalarca düşmanın eline düşmesine rağmen daima başı dik bir komünistin yapması gerekeni tereddütsüz yaparak çıkar sorgulardan. Merkezi operasyonda onu tanımayan İstanbul işkencecileri acımazsızca yüklenirler. Ama nafile… Dokuz beyaz sayfanın Don Kişot’uydu. Zebanilerin karşısında eğilmezdi. Niye severdi ki Don Kişot’u? Onda, mazlumları korumayı, ısrar ve inadına kazanmayı görürdü.
Uğur’un yaşamında bencillik, bireycilik yoktur. Her şeyini paylaşır. Onun özel’e takıntısı olmaz. Anti Faşist Mücadele Komiteleri (AFMK) eylemleri sonrası tutsak düşen semt gençlerinin eğitimiyle zaman zaman o ilgilenirdi. Ümraniye Cezaevi’nde yürüttüğümüz ağır ve eziyetli tünel çalışmasından fırsat buldukça kültürel faaliyetleri örgütlerdi. Süresiz açlık grevinde ölümsüzleşen yoldaşlarımızın anma etkinliğinde maestromuzdu. Adnan Yücel’in Direniş Senfonisi nehir şiirini ezberletirken, “Cezaevinde bir ilki sergileyelim…” derdi, “kolektif düşünme, komünal yaşamın başlangıcı olsun bu sloganımız!..”
Biz kazanacağız…Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin ilk aşamaları ve İspanya İç Savaşı’na tereddütsüz katılan anti-faşist enternasyonal tugayların 5. Alay’ını canlandıracaktık zindanda.
“Bir koridor gibi çın çın öten daracık sokaktan ayaklarını vura vura uluslararası birlikler geçiyordu.
Kimler yoktu ki aralarında
Uzun saçlı aydınlar, inatçı komünistler,
Nietzsche bıyıklarıyla yaşlı, Sovyet filmlerindeki jönleri andıran yüzleriyle genç Polonyalılar,
Kafası tıraşlı Almanlar,
Cezayirliler,
bunların arasına yanlışlıkla karışmış İspanyollar denebilecek İtalyanlar,
hiç kimselere benzemeyen İngilizler,
Moris Tores’e ya da Moris şövalyeye benzeyen Fransızlar…
Hepsi de çelikleşmiş dimdik!
Kışlalarına yaklaşıyorlardı ya
birden marş söylemeye başladılar.
Ve yeryüzünde ilk defa olarak savaş düzeninde yürüyen her ulustan karmakarışık bir sürü adam
Enternasyonal’i bir ağızdan söylemiş oluyordu…
Kimselere nasip olmayan böylesi bir kardeşleşmenin görkeminden titredi Madrid.
Coşkuyla fısıldadı tek bir ağız gibi:
Ve Madrid konuştu;
“bizimle savaşmaya, bizimle ölmeye gelmişler!”
onların dil sorunu yoktu,
dünyayı yaratan ellerinden tanırlardı birbirlerini.
No Pasaran sır değildi onlar için.
Ve hangi dilde verilirse verilsin anlarlardı “hücum!” komutunu.
Yüzlerini bile görmedikleri İspanya işçi ve köylüleri için aynı kahramanlık ve sadelikte öldü onlar.
Öldüler haykırarak! Diz çökerek yaşamaktansa, ayakta ölmek yeğdir!
No Pasaran![1]
O yıl bayraklaşan yoldaşlarımıza layık bir anma gerçekleştirmiştik. Kısıtlı olanaklarımıza, eleman yetersizliğine rağmen diğer yapıların da takdirini almıştık. Uğur ayrı bir kumaştan dokunmuştu sanki. Herkesle ilişkileri devrimci ilkeler temelinde saygı ve sevgi bazındaydı. O kahrolacası grip salgınına yakalandığında nereden bilecektik bütün koğuşu hüzne boğacağını… Ellerimizden kayıp giden yaşamı Uğur’un…
10 Nisan’da mahkeme başkanı Şerafettin İste’nin karşısındaydık. Devrimcilere idamı verip Allah’a havale eden tarikatçı… Bir önceki duruşmamızda salon tam bir curcunaydı. Faşist Nihat Uygun’un ailesinin bedduaları, itirafçı hain Ergül Çelik’in tehditleri… Hiçbiri sökmemişti. Salonda Uğur’un “Sen bittin şerefsiz!” haykırışından başka ses böylesine çınlamamıştı. Mahkeme heyeti, ama özellikle de Şerafettin İste panikten ne diyeceğini şaşırıp hıncını hainden almıştı.
Sonraki günlerde, MHP’lileşmiş hain Ergül Çelik’in gönderdiği tehdit mektuplarını okuyup nasıl da gülüp geçerdik. Gribal salgın ağır gelmişti. Yıllarca pis ve kirli sularda, havasız ortamda özgürlük ışığına kazımıştı toprağı. Hipokrat yeminli insanlıktan çıkmış cezaevi doktoru zamanında teşhisi koysaydı belki bir umudumuz olurdu. O akşam havalandırmada nisanın serinliğinde yudumlarken son çayımızı, içimde burukluk vardı doğrusu…
Gece PKK’li doktor Levent kontrol ettiğinde umudumuz giderek azalacaktı. İdareyle kavga dövüş, zar zor sevkini yaptırabildik. Öyle zamanlarda insanın çaresiz kalması ne kadar acı, yaşamayınca bilemiyormuş doğrusu… “Döndüğümde yarım kalan satranç hamlesini yapacağız…” Son sözün böyle mi olacaktı…
Ey acılara tat veren güzellik
Yüreğimize hoş geldin
Geldin de
Çiçekli dallara döndürdün öfkemizi
Artık ister dolu yağsın ömrümüze
İsterse kar
Biz ki bildikten sonra sevmeyi
Bütün sabahlar
Acı renginde olsa ne çıkar
Adnan Yücel
Sabahın ilk ışıklarında yıkılmıştı başımıza zindan. “Kara haber tez ulaşır” derler ya aynen öyle oldu. Uğur yoldaş ölmüş!
Başımız dik, hıncımız doruktaydı. Hani bazı ölümler vardır kuş tüyü kadar hafif, bendine sığmayan nehirler gibi taşkın…
Cezaevi koridorunda Uğur’a yakışır törenle onu Çukurova’nın kavruk topraklarına yollamıştık. İşte böyleydi içimizde bir dal karanfilin sessiz, sakince hüzünlü kopuşu. Nisan sabahı da bizim için.
[1] Şiir. Grup Kutup Yıldızı. Durma yok albümünde “No Pasaran” parçasından.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.