Dünya ve Kürtler değişirken Öcalan’ın fikirlerinin radikallikten liberalliğe doğru değişmemesi söz konusu olamazdı. Fakat değişimi, yapısal etkenlerin belirleyiciliği altında Kürtleri özneleştiren süreçlerin çeşitli etkileri dışında okumak bize bir şey kazandırmaz
Bu yazıyı yazmaya başlamadan bir gün önce Suriye geçici yönetimi lideri Ahmet eş-Şera ile Suriye Demokratik Güçleri komutanı Mazlum Abdi arasında bir anlaşmanın imzalandığı tüm ajanslar tarafından duyurulmuştu. Haberin odak noktası, Kürt güçlerinin yeni Suriye hükümetine entegre olmayı kabul ettiği şeklindeydi. Anlaşma sekiz maddeyi içeriyordu. Özetle, tüm Suriyelilerin siyasi süreç ve devlet kurumlarındaki temsil ve katılımlarının, etnik ve dini kimliklerine bakılmaksızın garanti altına alındığı ifade edilirken Kürt toplumu, Suriye devletinin ayrılmaz bir parçası olarak tanımlanıyor ve vatandaşlık hakları dahil tüm anayasal hakların güvence altına alındığı belirtiliyordu. Ne var ki bu anlaşmayla Kürt bölgesinde yer alan zengin petrol ve gaz sahalarının kontrolü de merkezi devlete geçecek, Kürtler de Suriye’nin güvenliği ve birliğine yönelik her türlü tehditle mücadelede hükümete yardımcı olacaktı. Anlaşmayla Suriyelilerin evlerine geri dönebilmesi güvence altına alınırken Suriyeliler arasında anlaşmazlık tohumları ekmeyi amaçlayan nefte söylemi ve ayrılık çağrılarının reddedileceği açıklanıyordu. Kurulacak komitelerle bu anlaşmanın 2025 sonuna değin hayata geçirilmesi amaçlanmaktadır. Kürt komutan Mazlum Abdi’ye göre bu anlaşma, yeni Suriye’nin inşası için gerçek bir fırsat sunmaktadır.
Rojava Kürtleri ile Suriye merkezi hükümeti arasındaki bu anlaşma ile 1999’dan bu yana Türkiye’de gündelik hayata kapalı izole bir adada hapishanede mahkum olarak tutulan Abdullah Öcalan’ın, 1978’de kurduğu PKK’yi hapishaneden yaptığı açıklamayla feshettiğini açıklamasının peş peşe gelmesi bir rastlantı olamaz. Zira Rojava’daki özerk yönetimi kuran Suriye Kürtlerinin gizli, gerçek ve sembolik lideri hala Abdullah Öcalan’dır. Gerek PKK’nin feshinin istenilmesi gerekse Suriye’deki anlaşmanın amaçladığı hedef aynı: Silahlı bir savaş yerine barışçıl bir demokratik sistemin kurulması. Tüm bu süreç üzerinde dış dinamiklerinin etkisi kuşkusuz inkâr edilemez: İsrail’in Gazze’den sonra Suriye’ye girmesi, ABD’nin bölgede İran’ı vurmak için hazırlıklara başlaması, Esat sonrası Şam’da yeni bir hükümet kurulması vb. Ancak tüm yazı boyunca belirttiğim gibi savaştan siyasete geçişte Öcalan’ın fikirlerini değiştiren hapishane okumalarının perde arkasında bulunan asıl etken, aslında bir zamanlar “namlunun ucunda olan özgürlük”ün artık barışçıl sivil etkinliklerle mümkün olduğuna dair fikir veren bir yığın Batılı yeni sol külliyatın da yarattığı etkileyici bir sosyolojik auradır. Öcalan’ın savaştan ziyade sivil alandaki kurumsal mücadele, kimlik iddiaları ve kültürel tezlerinin peşinden gidilmesi gerektiği talebini en iyi anlayan kesim, legal Kürt siyasi ve sivil dinamiklerdir.
1990’ların başlarından bu yana kurdukları her siyasi parti Türkiye devleti tarafından kapatılmış olsa da Kürtler, siyasal alandaki mücadeleden hiç vazgeçmediler. Anadilinde eğitim (resmi okullarda Kürtçe öğretim), yerel yönetimlerde çokdilli belediyecilik, kendi siyasi partilerinde eş başkanlık (bir erkek ve bir kadının parti başkanlığını birlikte yürütmesi), parlamentoda Kürtçe hitabın serbest bırakılması, anayasal vatandaşlık ve eşit temsil, anayasada ve siyasette Kürtlere resmi bir statü verilmesi gibi pek çok talep, aslında Kürtlerin siyasi partileri ve sivil toplum örgütleri tarafından sık sık dile getirildi. “Silahlı savaş”tan “sivil mücadele”ye bu geçişte aslında Kürtlere dair sosyolojik gerçekliğin değişmesinin rolünün de olduğu söylenebilir. Kürtler artık eski Kürtler değil; şöyle ki birçok uzmanın dile getirdiği gibi Türkiye’de en çok Kürt’ün yaşadığı il, Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da bir il değil, aksine İstanbul’dur. Bu da bir göç gerçekliği olduğunu göstermektedir. 1990’ların başlarında Kürt silahlı güçleri (PKK) ile devlet kuvvetleri arasındaki amansız savaştan dolayı bölgedeki pek çok Kürt köyü boşaltıldı, yakıldı ve köy sakinleri göçe zorlandı. Bu köylerdeki topraklarından olan Kürtler, neredeyse sıfır sermayeyle ve hatta Türkçeyi bilmeksizin İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve Mersin gibi metropollere göç etmek zorunda kaldılar. Bu şehirlerin yoksul mahalleleri olan gecekondulara yerleşen bu köy kökenli Kürtler, şehirlerde Kürt siyasi partilerin hem militanı haline geldiler hem de oy deposunu oluşturdular. Yanı sıra bu kesimler, radikal ölçüde politikleşirken aynı oranda Türk toplumu ve kapitalist sistemiyle entegre olmaya da zorlandılar. Bunun çeşitli sonuçları oldu: Metropollerde daha fazla Kürt genci üniversitelerde okumaya başladı, anadilleri olan Kürtçeyi korkmadan her ortamda kullandılar ve fakat Türkçe öğrenme oranı da arttı, bu büyük şehirlerin cadde ve sokaklarında gerekirse Türk güvenlik güçleriyle taşlı-sopalı çatışmalara girdiler ancak bazıları da sanat, kültür ve eğitimin yanı sıra iş dünyasına girip küçük sermayeye dayalı işler kurdular. Yine bu süreçte köyden göç etmiş okumaz-yazmaz Kürt kadınları da politikleştiler ve kendi partilerine oy vermenin dışında çeşitli sivil etkinliklere katıldılar.
Son otuz yılda Kürtler başta Kürtçe olmak üzere Kürt kimliğiyle ilgili pek çok dernek, vakıf ve oluşum kurdular. Bütün bu sivil hayattaki “yaşam-dünyası” (Habermas, Lebenswelt), egemen “sistem”in sömürgeleştirmesine karşı kimlik iddiasını kuvveden fiile çıkardı. Bu “Kürdi yaşam-dünyası”, köylerin yanı sıra metropol şehirlerde kendi anadili, türküleri, giyim-kuşamı, sembolik renkleri, düğünleri, çeşitli dayanışma ağları ve işbirliği etkinliklerinin hayat bulup yeniden üretildiği asıl mecra oldu. Bu “Kürdi yaşam-dünyası”nda çeşitli alanlarda önder figür olarak yol açıcı etkinliklerde bulunan politikacı, aydın, entelektüel, sanatçı ve eğitimciler, “Kürt Sorunu”nun siyasal alanda barışçıl ve demokratik etkinliklerle çözülmesi yönünde önemli roller oynadılar. Dolayısıyla bir yandan sivil toplum alanında legal sosyo-kültürel etkinliklerle kimlik iddialarının canlı tutulması, öte yandan meşru siyasi alanda kurumsal yapılanmalarla (siyasi parti olarak parlamentoda, belediye olarak yerel yönetimlerde vb.) muhalif politik mecraların hayata geçirilmesi, Kürtleri silahlı savaştan barışçıl demokratik mücadeleye doğru geçişte kendiliğinden bir sosyolojik süreç olarak önemli ölçüde etkiledi. Bu süreçte PKK’nin artık dağlardaki silahlı savaşa eskisine göre daha kolay militan devşirememesinin ardında bu sosyolojik gerçekliğin etkisi yok sayılamaz.
Köylerden kentlere olan göçle Kürtlerin kentleşme düzeyi, bilinci ve duygusu arttı. Politikayı artık oldukça rasyonel zeminlerde yapmasını öğrendiler. Ve bir şey daha öğrendiler: Egemen, resmi ve baskıcı modernist kurumlara karşı kendi alternatif kurumlarını inşa etmek. Örneğin devlet katında resmî ideoloji olan Türk milliyetçiliği retoriğinin cami içinde vaazlarda kullanılması Kürtleri sürekli terörize eden bir söylemin içine soktuğu için, Müslüman Kürtler, “sivil Cuma” denilen bir gelenek inşa ettiler: İslam için kutsal olan Cuma namazını devletin bir camisinde kılmak yerine sokakta, herhangi bir mekânda topluca kılmak. Öte yandan “sivil Cuma”nın yanı sıra Kürtçe dilinde İslami vaaz vermek ve dinlemek, Kürt medrese geleneğini canlandırmak, Mele ve Sofi adı verilen geleneksel İslami figürleri kanaat önderi olarak yeniden canlandırmak, bölgeye has yarı-feodal aşiret ve ağalık kurumlarını Kürt davası paralelinde yeniden kullanıma sokmak, geleneksel Kürt Dengbej sanatçılarını ve şarkıcılarını popülerleştirmek vb.
Kürt siyaseti, egemen çevreler tarafından yöneltilen bir eleştiriyi boşa çıkarmak için de etkili bir başka modern mekanizmayı kullanıma soktu: Demokratik Kürt Siyaseti şemsiyesi altında Türkiye solunun “marjinal siyasi oluşumları”na (partiler başta olmak üzere) yer verip onların parlamentoda temsili imkanını sağlamak. Bu durum, zamanla Kürt siyasi partilerinin “Türkiyelileşmesi” tezinin veya talebinin bir gereği olarak çeşitli demokratik çevreler tarafından alkışlandı. Böylece Türkiye solunun bazı unsurları Kürt siyasi şemsiyesi altında parlamentoda ve sivil alanda pek çok “çağdaş” problemin (çevre, kadın, LGBTİ+, doğanın talan edilmesi, madenlerin yabancı şirketlere peşkeş çekilmesi, sınıf hareketi, toplumsal talepler, laiklik vb.) dile getirilmesinde katkı sundular ancak kimi Türkiye solcusu ise “Kürtlerin kuyruğuna takılarak bağımsız bir sosyalizm hareketinin gelişemeyeceği” tezini işledi (Sol Parti, Türkiye Komünist Partisi vd.). Fakat Türkiye feminist hareketinin en güçlü bileşenlerinden biri de Kürt kadın hareketi oldu. Kürt kadın hareketi, kadın hak ve özgürlükleri mücadelesini Kürtlükle dolayımlayarak demokratik alana sürerken ataerkil olan her türlü iktidar, kimlik ve pratiği yoğun biçimde eleştirdi. Bunun pozitif etkilerinden biri de yarı-feodal Kürt ailelerdeki kadınların daha bilinçlenip demokratik hak ve özgürlükler yönünde farkındalık kazanmalarıdır. Türk orta sınıf aydın kadınların Kürt kadınlarla ortak yapı kurup mücadeleye girişmeleri de metropollerde önemli sonuçlara yol açtı: Örneğin Kürt siyasi partilerinde kadın kotası ve temsilinin artması ve güçlenmesi.
Sonuç olarak şu söylenebilir: Dünya ve Kürtler değişirken Öcalan’ın fikirlerinin radikallikten liberalliğe doğru değişmemesi söz konusu olamazdı. Fakat değişimi, yapısal etkenlerin belirleyiciliği altında Kürtleri özneleştiren süreçlerin çeşitli etkileri dışında okumak bize bir şey kazandırmaz. Dolayısıyla komplo teorileri ve emperyalizmin etkisi (Suriye’deki Kürt hareketini tümüyle ABD’ye bağlamak gibi) türünden makro etkenleri baz alıp, Kürt aktörlerin sosyolojik gerçekliklerini uluslararası yapısal etkenlere indirgeyen açıklamalar hiçbir şeyi açıklayamaz. Türkiye’de dinamik bir nüfus katmanı, kimlik ve kültüre sahip olan Kürtler, giderek modernleşirken kendi iddia ve taleplerini rasyonelleştirebilecek bilgi birikimi, moral motivasyon ve tarihsel deneyimleri de işe koşarak demokratik bir geleneği inşa edebilme yetisi geliştirebildiler. O yüzden Ortadoğu’da Kürtler kadar seküler, demokratik ve hoşgörülü bir ikinci halk daha yok. Suriye’deki anlaşma hayata geçer mi ve ne kadar, nasıl sürer bilinmez ama Kürt demokrasi kartının bölge halkları için geçerliliğini rayiç değeri üzerinden ölçmek, yapılabilecek en akılcı iş olacaktır. Kürtler tarihlerinde çok büyük acılar çektiler, kimlikleri yadsındı ve devletler tarafından imha ve inkar edildiler. Konuştukları dilleri bile işe yarmaz görüldü. Siyasette kendilerine rol verilmezken kimlikleri folklorik unsur olarak sadece müzeleştirildi. Ama Kürtler gerçek bir halk ve kendi “Kürdi yaşam-dünyası” da gerçek. Bu gerçekliği doğru okumak lazım. Öcalan sanırım bu sosyolojik gerçeklikleri hesaba katıp kendinde yeni bir açılım geliştirdi. Zaman, bu hesabın tutup tutmadığını gösterecektir.
Önceki yazı
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.