Kısaca, Öcalan bütün bu bilim, teknoloji ve sosyal alanlardaki değişimleri dikkate alıp Kürtlere yeni bir çıkış yolu göstermeye çalıştı. Silahlı savaş yerine demokratik mücadele çağrısı, aslında kapitalizmin altyapısına ve sermayeye karşı bir şey söylemeden sosyo-kültürel ve politik bir çözüm içeriyor. Bu bakış açısı, kuşkusuz eleştirilebilir ama Kürtlerin ve de Türklerin çektikleri acılar düşünüldüğünde, her barış çağrısının, aslında fikirleri bir maddi güç haline getirme ve mücadelenin daha rasyonel tarzlarda yapılma potansiyeli içermesi nedeniyle değerli olduğunu düşünüyorum
Öcalan’ın 1978’de kurduğunda PKK (Partiya Karkerên Kurdistanê) ismini verdiği silahlı örgütte vurgu iki nokta üzerindeydi: “Kürdistan” ve “İşçi”. “Kürdistan”, özyönetime dayalı bir bağımsız ve özerk toprak parçasını (yurt), çeşitli tarihsel iddialara eşlik eden kadim bir rüyanın ve ütopyanın gerçekleşmesi anlamında yeni bir ülkeyi ifade ediyordu ve bu anlamda aslında Kürdi milliyetçi bir projeyi anlatıyordu. “İşçi”, ağırlıkla kırsal bölgelerde (sosyalist) bir sınıf mücadelesiyle silahlı devrimi yapacak tarihsel özne rolünde öngörülen bir emekçi kesimi ifade ediyordu. Fakat şimdi yani günümüzde, Öcalan’ın PKK’yi feshetme/lağvetme emri vermesiyle hedefte ne “bağımsız Kürdistan” kaldı ne de “işçi sınıfı”na yönelik siyasal bir perspektif. Şöyle diyelim: PKK, kırsalda ağırlıkla Maocu perspektifte hareket eden sosyalizm ülküsünü terk edip zamanla liberal-demokratik yazında bolca kullanılan kavram ve hedeflerin olduğu bir “demokratikleşme” noktasına geldi ancak sosyalizmden milliyetçiliğe doğru evrilen bu çizgiye birkaç yılda gelinmedi. Öcalan ve ona inanan Kürtlerin kullanmayı sevdiği “paradigma”nın değişiminde pek çok yapısal etken mevcut. Bu yapısal etkenlere değinmeden önce, paradigma kavramından bahsedeyim biraz.
***
Amerikalı bilim felsefecisi Thomas Samuel Kuhn, 1970’lerin ortasında yayınladığı ve alanında çığır açan “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabında, bilim tarihinin, kesintisiz bir bilimsel birikimin sonucu değil, bilgiyi büyük kesinti ve hatta kopmalara uğratan devrimci gelişmelere maruz kaldığını “paradigma” kavramını kullanarak göstermişti. Paradigmayı, en genelde, egemen bir bilim geleneği içindeki teoriler, bilim insanları, bilim yapma biçimleri, metodoloji, kanıtlama yolları, eğitim/öğretim tarzı gibi pek çok unsurun şekillendirdiği bir büyük bilim geleneği olarak tanımlamıştı. Yani paradigma, belli bir bilim modelini ifade ediyordu. Bu modeller de tarih içinde devrimci değişimlere uğrayarak farklı bir hal alıyordu. Buna göre tarihteki en önemli bilimsel devrim buydu: Zaman ve mekânda belli bir şeyi neredeyse mutlak ve kesin doğrulukla bilmek için, akıl kullanılmak suretiyle doğa yasalarının ortaya çıkarılmasıyla evrenin mekanik işleyiş biçiminin nesnel olarak anlaşılabileceğini iddia eden Newton fiziği, bütün bir modern bilim geleneğinin temelini atmıştır. Bu bilimsel gelenek içinde bir yığın teori, model ve varsayım üretilmiş, pek çok bilimsel icat yapılmıştı. Newton, evreni, gök cisimlerinin işleyişini çekim, kuvvet gibi açılardan inceleyerek salt/mutlak bir zaman ve mekâna/uzama dayalı mekanik bir yapı olarak ele almıştı. Ona göre gök cisimleri parçacıklar olarak birbirlerini iter ve çekerken zaman ve uzam, bu parçacıklardan bağımsız ve onların üstünde yer alır. Fakat çekime odaklanan Newton, ivmeyi yani birim zamandaki hız değişimini pek de dikkate almamıştı. 1900’lerin başlarında Einstein ise “görelilik kuramı”nı fizikte ortaya attığı zaman bir gerçekliği zaman ve mekân koşulları içinde aşkın/evrensel olarak bilebilmenin mümkün olmadığını iddia ederek sürekli hareket halinde olan evrende belli bir konumun nesnel, doğru ve kesin olarak ölçülemeyeceğini ifade etmişti. Çünkü her şey, gözlemcinin bulunduğu yer ve zamana göre “relativ” bir hal almaktaydı. O halde mutlak/salt bir uzam ve zamandan bahsetmek mümkün değildi. Kuantum felsefesi de bu görüş üzerine kuruldu ama en baba antipozitivizm şuna yaslanmıştı: Heisenberg’in “belirsizlik/belirlenemezlik” ilkesine yani “bir cismin belirli bir andaki konumu ile momentumunun (Kütlesiyle hızının çarpımının) aynı anda ve kesin değerlerle kuramsal olarak bile ölçülemeyeceğini öne süren ilke”sine. Kısaca Newton daha sabit, mutlak ve belirli bir evren tasarımı sunarken Einstein, hareketi/ivmeyi vurgulayarak değişen pozisyonlara ve “Tanrı zar atmaz” ifadesiyle de kesinliklerden ziyade olasılıklara dikkat çekmişti. Olasılık da birden fazla bilme yolu, farklı doğrular, değişik gerçeklikler gibi daha sonra postmodernizmde bol bol kullanılan kavramlara ilham vermişti.
***
Einstein fiziği, Heisenberg’in “belirlenemezlik ilkesi” ve Kuantum Felsefesi’nin ivmelendirdiği paradigmatik değişim, başta çeşitli doğa bilimleri olmak üzere sosyal ve beşeri bilimleri de derinden etkiledi. Doğrusal (linear), determinist, tekçi, indirgemeci olarak suçlanan ampirizm kaynaklı çeşitli pozitivist felsefe ve yaklaşımlara (örneğin Davranışçılık, Yapısal-İşlevselcilik, Pragmatizm vb.) karşı olasılıkçı, çok yönlü nedensellikçi ve eğilimsel, hatta esnek ve değişken sosyal bilim yaklaşımları önerildi. Buradaki temel önerme, evrenin mekanik bir saat düzeneği gibi şaşmaz doğrulukta, kesin ve mutlak olarak işlemediği, aksine karmaşık koşullara uyum sağlayan esnek, değişken ve olumsal (contingent) bir sistemin olduğu ileri sürüldü. Bu noktaya gelinmesinde Kuantum fiziği, kaos matematiği, bulanık mantık, evrimci biyoloji, sinirbilim ve sistem teorileri alanlarında önerilen teorilerin, doğal dünyanın yanı sıra insanın öğrenmesiyle ilgili görüşleri de değiştirdiği iddia edildi. Bu da beyin gibi organik bir organın yukarıdan programlama, planlama ve şartlandırmayla istenilen yönde çalıştırılabileceği görüşlerine karşı çıkacaktır. Oysa beyin dinamiktir ve dışarıdan müdahaleden ziyade kendi kendini örgütleyebilen bir sinir ağına sahip olduğu için onu mekanik bir şekilde yönlendirmek mümkün değildir. Dolayısıyla sosyal alanlarda (örneğin eğitimde) mutlak, kesin ve tekyönlü/birörnek yapılanmalar yerine hayatta yaşanan şey, çeşitli olasılık, risk, yenilik, deneyim ve yaratıcılıkların koşullandırdığı öngörülemez ve çeşitli alternatif ve seçeneklere açık bir alandır. Mekanik ilişkiler yerine dinamik ilişkiler göz önüne alınmalıdır. Kabaca olan şey, paradigmatik bir değişimdir. Mekanik düzen anlayışından organik sistem görüşüne doğru bu değişim, örneğin Yapay Zeka gibi programların bulunmasını da belirledi.
***
Bilimsel alandaki bu paradigmatik değişim siyasal alanı da etkiledi. 1970’lere değin sosyal bilimler alanında Marksizmin teorik egemenliği, aslında gücünü pratikten alıyordu: SSCB liderliğindeki reel sosyalist kampın gücü, kadın hareketi/feminizm, 68 gençliği, ulusal kurtuluş mücadeleleri, cinsel devrim, Afrika’nın ayağa kalkması, Vietnam savaşında ABD’nin yenilgisi, Türkiye gibi ülkelerde sol ideolojilerin etkisi vb. Fakat 1980’li yıllarla birlikte refah devletinin askıya alınıp her sosyal hizmeti metalaştıran, özelleştirmeyle devlete ait şirketleri sermayeye devreden, bireyin girişimciliğini kutsayan neoliberal kapitalizmin ortaya çıkmasının yanı sıra Berlin Duvarı’nın ve SSCB türü reel sosyalizmin yıkılmasıyla Francis Fukuyama, “tarihin sonu” teziyle liberalizmin zaferini ilan etti ve Samuel Huntington da bundan böyle dünyada sınıf mücadelesi değil (Hıristiyan Batı ile İslami Doğu arasında) “medeniyetler savaşı”nın yaşanacağını ileri sürdü. 1980’li yıllarla birlikte işçi sınıfının sendikal zayıflamasıyla birlikte mücadelesinin ivmesinin düşmesinin yanı sıra sosyal alanda çeşitli etkenler (kitle medyasının, kültür endüstrisinin ve çeşitli popülerlik biçimlerinin bireyleri atomize ederek onları kendi özgürlüklerini düşünemez hale getirmesi gibi) sosyalliği, işbirliğini ve dayanışma formlarını paramparça etti. Toplumsal kaygılar gerilerken bireysel çıkarlar ön plana çıkarıldı. Kapitalist küreselleşme de piyasa değerleri, ulus-ötesi birlikler ve otantik kültürlerin yok edilmesiyle yerel ve ulusal yapılara zarar verdi; örneğin kapitalizm küreselleşirken bölgesel (mikro) milliyetçi savaşlar da patlak verdi. Bütün bunlarla paralel biçimde bilim alanında da teorik önemini ve tekel konumunu kaybetmeye başlayan Marksizm ve onun formları (Yapısalcılık gibi), sınıf hareketi ve işçilerin tarihsel özne olmaklığını sorgulayan hatta eleştiren “post” ekli teorik yaklaşımlar tarafından sorgulandı, hatta karalandı. Yeni toplumsal hareketler, etnik yapılanmalar, bölgesel güçler zamanla yerellerde ideolojik ve politik güç kazandıkça akademide de “sınıf” yerine “kimlik” eksenli politikalar önem kazandı. Yerellerde çeşitli emperyalist ve ulusal güçler tarafından ezilen, baskılanan, horlanan, dışlanan, imha ve inkâr edilen yerel kimlikler ve yerliler, “büyük anlatı”ların tekelini elinde tutan egemen ulusal ve emperyalist güçlere karşı “tikel hikayeleri”ni öne çıkardılar. Tikel hikayelerin içinde geçmiş, tarih, gelenek, din, dil, sanat, edebiyat gibi birçok unsur, pozitivizmin tek, mutlak ve kesin doğrucu, tekel ve birörnek söylemlerine karşı kendi doğrularıyla meydan okumaya çalıştı. Sosyal ve siyasal alandaki paradigma, tekçilikten çoğulculuğa, kesinlikten olasılıkçılığa doğru kayarken siyasetin hemen tüm kavramları (anayasa, vatandaşlık, temsil, yerel yönetim, federalizm, hukuk, dini inanç, anadili hakkı vb.) da yeniden tanımlanmaya çalışıldı. Kısaca, dünya çok hızlı biçimde değişirken son 50 yılda Hegelyen aşkıncı tarihsel “bir”in (mutlak, Geist/Tin) yerine “çok”un konulmaya çalışmasının yarattığı diyalektik gerilimler hayatın her alanında hissedildi, yaşandı. Sınıf şemsiyesinin altında yer almayı reddeden kimlikler kendi güzergahlarını çeşitli parametreler (ulus, cinsiyet, ekoloji vb.) altında çizmeye yöneldiler.
***
PKK, yola bir işçi iktidarına dayalı sosyalist düzen kurma amacıyla çıktı ama 1980’lerin sonlarına doğru ana eksen olarak “sosyalist mücadele” yerine “ulusal kurtuluş”u koyarken “Kürt” kategorisini genişletip içine kimlikçe baskılanan herkesi (iş insanından köylüsüne, cahilinden entelektüeline, köylüsünden kentlisine) koydu. Dolayısıyla “işçi” kategorisi isimde kalırken Kürdistan ifadesi de “sistem içi” çözümler için “Kürt hakları” içinde yeniden formüle edildi. Ancak zamanla sosyalist devrimden vazgeçilince yerine talep edilecek hedefler sürekli değiştirildi (demokratik konfederalizm, yerel iktidar, statü, eşit yurttaşlık vb.). Sosyalizmden milliyetçiliğe doğru bu kayış, liberal (sol) insan hak ve özgürlüklerini “demokratikleşme” programlarıyla desteklemeye çalıştı. PKK’nin çizgi, hedef ve konum değiştirmesinde Öcalan’ın 1999 sonrası hapishanedeki okumalarının mutlaka etkisi oldu. Öcalan’ın yazdıklarına bakılırsa, savaştan barış içinde uzlaşmaya dönük daha reformist Batılı teorisyenlerin görüşlerinden etkilendiği söylenebilir. Bunların arasında birçok Batılı, eski Marksist kuramcı var ancak en fazla etkilendiği, Murray Bookchin’in “komünalizm”e dair fikirleri, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un “radikal demokrasi” teorisi; yanı sıra ekoloji ve bir tür feminizm olan jineoloji-kadın bilimi, Ortadoğu’da çokkültürlü konfederal ulusal birlikler vb. Kendince ürettiği kavramlar arasında öne çıkanlardan biri de “demokratik modernite”dir. Bu kavramdan anladığı şey, egemen ulus milliyetçiliğine karşı moderniteyi ilerici bir güç olarak çoğul, eşitlikçi ve öznel biçimde yeniden düşünmektir. Demokratik modernitede hukuki taleplerin ardında sosyolojik gerçeklik ve taleplerin yattığı açık. Dolayısıyla kimlik iddiası ve talebi, ezilen bir ulus üyelerine sistem içinde (Türkiye sistemi ama aynı zamanda diğer Kürt nüfusların yaşadığı ülkelerde) eşit bir yasal konum sunacak şekilde siyasete dahil olmakta ve modernitenin dışlayıcı pratikleri (tekçi eğitim, resmi dil, laiklik vb.) kabul edilmeyip bunların yeniden gözden geçirilmesi istenmektedir. Nitekim “Mele” kültürüyle de desteklenen “Sivil Cuma”, devletçi/resmi laiklik anlayışına karşı icat edildi fakat bunun Kürt siyasi hareketinin sekülerleşmesini engellemediği görüldü.
***
Türkiye Cumhuriyeti devleti, PKK’yi üniter yapıya karşı bir ayrılıkçı terör örgütü ve tehdidi olarak görse de Öcalan, bunu en azından 1993’ten itibaren reddetmiş ve Türkiye’nin reformdan geçirilmiş sistemi içinde yer almak istediğini vurgulamıştır. Yani zamanla radikal taleplerinden vazgeçmiş, reformdan geçirilmiş bir sistemde kendine bir yer verilmesini talep etmiştir. Öcalan’ın son İmralı metni de bu açıdan paradigmanın değişmiş olduğunu bir kez daha teyit etti. Öncelikle metinde dikkat çeken noktalar arasında şunlar var: Örgütü doğuran nedenlerin (reel sosyalizm, Kürt realitesinin inkârı, özgürlükler konusunda yasaklar) zamanla ortadan kalkması (reel sosyalizmin çökmesi, kimlik inkarına son verilmesi, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler), örgütü “anlam yoksunluğu” ve “aşırı tekrar”a itmiştir. Bu nedenle örgüt, benzerleri gibi ömrünü tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır. Metinde anlamlı bir diğer nokta da bin yıllık Türk ve Kürt kardeşliği vurgusudur. Her iki ulusun varlığını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalabilmek için gönüllü ittifaklara girdiklerini söyledikten sonra “kapitalist modernite”nin bu ittifakı son iki yüz yıl içinde parçalamak için çalıştığını, “Cumhuriyet”in tek tipçi yorumlarının da bu parçalanma sürecini hızlandırdığını iddia etmiştir. Dolayısıyla kardeşlik ruhunun yeniden tesisi için inançlar da göz ardı edilmeden yeniden düzenleme esastır. Hedef ise “demokratik toplum”dur. Çünkü PKK, demokratik siyaset kanalları kapalı olduğu için taban ve zemin bulmuştur. Örgütünün “aşırı milliyetçi savruluşa” maruz kalmasının sonucu formüle ettiği talepleri (ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler) ülkenin sosyolojik yapısına cevap olmadığını söyleyen Öcalan, savunduğu “kimlik politikası”nı şöyle belirtmiştir: “Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.” Kısaca metin, tarafları uzlaşma, barış ve ittifak yapmaya çağırmaktadır.
***
Kabaca, Öcalan, Newton fiziğinin yerini Einstein’ın görelilik kuramının almasıyla doğal ve sosyal bilimsel alanlarda üretilen kavram ve teorilerin siyasal ve toplumsal alanı yeniden düşünmeyi gerektirdiğini anlamış gibi görünmektedir. Burada modernist “meta-anlatılar” (sosyalizm) yerine “tikel hikayeler”e dayalı mikro, yerel ve otantik kimlik iddialarının sunulması gerektiğine dair okumalar, Öcalan’ın hızla sosyalizmden milliyetçiliğe kaymasına neden olmuştur. Modernitenin demokratikleştirilmesi önerisi, aslında birkaç noktayı içermektedir: 1) Bir ülkedeki “farklı” nüfusları “kardeşlik” gibi feodal ve de belirsiz nitelemeler yerine daha somut ve siyasal olan “ortak/eşit yurttaşlık”la niteleme. 2) Ülkeyi kurucu olan her unsura, demokratik siyaset hakkı vererek, kimlik iddialarının başta en büyük toplumsal sözleşme olan anayasada anlam, zemin ve işlev bulması. 3) “Toplum”un “topluluklar” üzerinde yükselmesi. 4) Kadim, otantik ve yerel değerlerin (anadili, inançlar, medrese gibi) ulusal düzeyde tanınması. 5) “Özdeşlik” ilkesi yerine “diyalektik gerilim”lere daha fazla yer verilerek herhangi bir egemen ve üst-anlatının tek doğru, linear ve determinist pozisyonuna son verilerek her türlü ilişkinin ucu açık, esnek ve eğilimsel/olumsal olmasına izin verilmesi. Öcalan’ın modernitenin demokratikleştirilmesinde her yurttaşı, yukarıdan belirleyici ve örgütleyici güçler yerine “kendini örgütleme” fikri etrafında birer özne olmaya çağırması, aslında devrimi yapacak tarihsel özne olarak işçi sınıfından vazgeçip yerel, farklı ve olumsal birey gruplarına (komünal yapılar, ekolojik gruplar, kadın hareketi vb.) bel bağladığı görülmektedir. Burada “kendini örgütleme” fikrinin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren biyoloji, kaos teorisi, sinirbilim, termodinamik gibi çeşitli alanlarda formüle edildiği hatırlanmalı. Bunun nihai noktası, çeşitli algoritmalar temelinde insanın organik zekasını taklit eden yapay zekadır. Kısaca, Öcalan bütün bu bilim, teknoloji ve sosyal alanlardaki değişimleri dikkate alıp Kürtlere yeni bir çıkış yolu göstermeye çalıştı. Silahlı savaş yerine demokratik mücadele çağrısı, aslında kapitalizmin altyapısına ve sermayeye karşı bir şey söylemeden sosyo-kültürel ve politik bir çözüm içeriyor. Bu bakış açısı, kuşkusuz eleştirilebilir ama Kürtlerin ve de Türklerin çektikleri acılar düşünüldüğünde, her barış çağrısının, aslında fikirleri bir maddi güç haline getirme ve mücadelenin daha rasyonel tarzlarda yapılma potansiyeli içermesi nedeniyle değerli olduğunu düşünüyorum. Sürecin ne tür müzakerelerle nereye doğru evrilme potansiyeli taşıyabileceğini ikinci yazımda ele alacağım.
Diğer yazı:
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.