Bu yazıyı yazarken aklıma Akbelen’de direnen, hayatlarını Akbelen’i holdingilere karşı savunmaya adayan Nejla ve Esra Işık geldi. Esra ile direnen, mücadele içinde olan bir annenin çocuğu olmak üzerine sohbet etmiştik. Kendisi de Akbelen’in öncü kadınlarından olan Esra’nın annesiyle kurduğu bağ bana güç vermişti bu sohbetten sonra. Anneliğin bu düzenin tariflediği sınırlar dışında biçimleri olduğuna dair hikayelerimiz çok, daha fazlasına talibiz
12.Kalkınma Planı, Orta Vadeli Plan, Ulusal İstihdam Stratejisi, Ailenin Korunması Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı… İktidarın elindeki insan malzemesini sermayenin faydasına nasıl kullanacağına dair pek çok metni var. Bu metinlerde “kadının adı” var, temelde iki başlıkta: aile ve istihdam. Kadınlar “işgücüne katılımda güçlük yaşayan kesimler” ve “potansiyellerini yeterince gerçekleştirmeyen kesimler” kategorilerinde ele alınıyor. İlkinde hedef daha fazla kadını üretim çarklarına dahil etmek, ikincisinde de hem istihdamda hem de ailede rolleri devreye giriyor.
Bu tür metinlerin en önemli özelliklerinden biri niyetini en açık biçimde yazarken bir yandan da rahatsız edici bir politik doğrucu dil kullanmalarıdır. Bu sebeple aileyle ilgili maddelerde, örneğin bakım emeği konusunda biz hep “anne ve baba” ifadesini okuyoruz. Hani bu hayatı bizzat kendimiz yaşamıyor olsak dünyada pürüzsüz bir eşitlik var sanabiliriz.
Kadınların yaşadıkları sorunları hem kendi yaşamlarımızdan hem de tanıştığımız pek çok kadından dinlediklerimizle iyi biliyoruz. Dolayısıyla bu metinlerin dolandırıcı dilinin arkasında inşa edilmek istenen şeye odaklanmaya çalışıyoruz. Bütün planlar bize kreşler ve gündüz bakım evleri vaat ediyor. Hatta 0- 72 ay çocuklar için kreş ve gündüz bakım evi bile var “Ailenin Korunması Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı” metninde. Burada iki önemli nokta var: Birincisi bunların gerçek karşılığı ve erişilebilirliği sorunu, ikincisi de inşa edilmek istenen annelikle bu metinler arasındaki çelişki.
Özel sektörün sunduğu “çalışma hayatına uyumlu” saatleri olan kreşler ya da çocuk bakımı için ücretli emek seçeneği pek çok kadın için bir hayalden de uzak. Kreşlerin yıllık ücretleri asgari ücret bandının üzerinde bir maaş alabilen ve azınlık sayabileceğimiz kadınlar için dahi bir senelik ücretlerinin üstüne çıkıyor çoğu zaman. Çalışmak için bakım emeği satın almak çalışmanın getirisinden fazla olduğunda bu bir seçenek olmuyor takdir edersiniz ki. Kamusal hizmet kısmında ise her şey daha zor olmaya başlıyor. Ücretsiz kreş ve gündüz bakım evleri tüm kadınların ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak. TÜİK verilerine göre, 5 yaş grubu çocukların okullaşma oranı yüzde 85. Bu oranı şöyle yorumlayalım: Yüzde 85 içinde her şeyin sorunsuz olduğunu kabul etsek dahi yüzde 15 için okul öncesi eğitime erişim yok ki burada bakım emeğinin en yoğun olduğu 5 yaş öncesi dönemden bahsetmiyoruz. Yüzde 85’e dönersek, burada eğitim veren kurumların çoğunlukla 09.00-17.00 arası, bu da en geniş zaman aralığı olarak, hizmet verdiğini düşünürsek çalışan kadınların sabahın köründe servislere binip 16 saate varan mesailer yaptığı bir durumda bu oranın da gerçek bir oran olmadığı sonucuna varmak zor olmaz. Kamuda çalışan ve 8 saat mesai yapan kadınlar için dahi bu okul saatleri dahilinde çocuğu okula bırakmak, işe gitmek, akşam çocuğu okuldan almak döngüsü çile gibi iken 8 saatin “lüks” olduğu çoğunluk için her gün bu meseleye bir çözüm bulmak zorunluluğu ortada duruyor.
Yine aynı metinde tespit edilen sorunlardan bir tanesi çekirdek ailenin yaygınlaşması ve nesiller arası bağın kopması. İktidarın istihdam stratejisi geniş aileyi geri çağırıyor. Bu kısımda da bireycilik, yalnızlaşma gibi kavramları da devreye sokarak ilerliyor. Malum, ülkenin bir de yaşlı nüfus “problemi” var. 2017’de Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın devreye soktuğu “Büyükanne Projesini” hatırlayanlarınız varsa bu noktada hane “en az bir çekirdek aile ve diğer kişilerden oluşan” şeklinde tanımlamanın da hinlikleri olduğunu hissedebilir. Büyükannelere asgari ücretin yüzde 30’una tekabül eden bir ödeme karşılığında, hiçbir kamusal yatırım yapmadan çocuk bakım emeğini aile içinde ve yine kadınlarla “çözmek” iktidarın projelerinden yalnızca biri. Emekliler Dayanışma Sendikası Mahinur Şahbaz ile yaptığımız yayında kendisi yaşlı kadınların torun bakarken psikolojik ve fiziksel açıdan ne kadar zorlandıklarını dinliyoruz. Bunlardan bahsetmek önemli çünkü kadınların bakım emeğinden şikayetçi olması günahla e değer bir durum ve bu iktidar çevreleriyle de kısıtlı değil maalesef.
Bakım emeği kısmına yeniden dönmek üzere rapor ve metinlerde geçen bir başka başlığa bakalım: Boşanma. “Aile Yılı” ile daha belirginleşen boşanma karşıtı söylem tabii ki yeni değil. Fakat bu metinde bir arabulucuk kurumun devreye sokulması daha net şekilde ifade ediliyor. Aile Yılı üzerine yaptığımız yayında Avukat Sevda Karataş arabuluculuk kurumunun işçi ve patron arasındaki işlevini de hatırlatarak bu kişilerin kadınları ikna edip eve gönderme işlevi göreceğini ifade ediyor. Bunlarla birlikte Aile Okulu Projesi, Aile ve Dini Rehberlik Büroları, Kuran kursları ve camilerde ailenin önemini anlatan vaazlar, üniversitelerde Aile Enstitüleri gibi pek çok araç tanımlanıyor. Kadın ve erkeğin evlilik bağına zarar verecek her türlü eğilimle mücadele edileceği de vurgulanıyor.
12.Kalkınma Planı’nda vurgulanan “iş ve aile yaşamının uyumlulaştırılmasına yönelik çalışmalar” bu metinde “uzaktan, esnek ve hibrit çalışma gibi yeni nesil çalışma modelleri ve ebeveynlerin istihdama katılımı” şeklinde netleşiyor. Nasıl ki bakım emeği konusunda “anne ve baba” denildiğinde biz “anne” olarak okuyorsak, “ebeveynler” dendiğinde de “anne” olarak okuyoruz. İş ve aile yaşamı uzaktan, esnek ve hibrit çalışma modelleri ile uyumlulaştırılacak, yani kadınlar ev içi emekle birlikte üretime dahil edilecek. Burada kadınların bakım emeği yükünü azaltmaya dair bir hamle beklemek naiflikten de öte olur. Pandemi dönemini hatırlarsak, ki anneler hiçbir zaman unutamayacaktır, kreşlerin kapalı olduğu ama kadınlar için işyerinden ya da evden çalışmanın devam ettiği bu cehennem sermayenin çok hoşuna gitmiş belli ki. Burada ofis çalışanlarının evden çalışmaya dair rahatlık anlatıları varsa bile ancak erkekler için ya da çocuksuz bekar kadınlar için mümkün olabilir. Zira çocuklu kadınlar, evli kadınlar 24 saate uzayan bir emek sömürüsü cenderesine mahkum olmuşlardı. Gündüz çocuk uyanıkken bilgisayar başına geçip herhangi bir iş yapabilmek imkansız olduğundan çoğu kadın gece çocuk uyuduktan sonra yapmıştı mesaisini. Ama ikisine de mecburdu ve yaptı. Patronlar bu cevheri görmeyi ıskalamadı. Kadınların istihdama katılması için bakım hizmeti vermek o kadar da “hayati” bir ihtiyaç olmayabilir diye düşünmüş olacaklar ki 90’lardan bu yana zaten kadınlara yaptırıyor oldukları bu modeli yaygınlaştırmak ve kurumsallaştırmak istediler.
Kadınların ev içi emekle birlikte haftada ortalama 100 saat mesai yaptığı bir cehennemin ateşini daha çok harlayacak “potansiyelin” sınırları zorlanacak. Tüm bunlar içerisinde pek tabii kadının tüm ihtiyaçlarının aile çinde tanımlandığını söylemek lazım. Bir insan olarak sağlık başlığında dahi sadece “normal doğumun özendirilmesi” ile hatırlanabilmiş durumdalar. Şimdi bu noktada yazının ikinci kısmında, bakım emeği ve annelik inşasını daha kapsamlı ele almaya ve belki biraz da çuvaldızı kendimize batırmaya geçelim.
1980 sonrası diye kabaca tanımladığımız neoliberalleşme döneminin alametifarikası olan özelleştirmelerin en büyük etkilerinden birinin sağlık ve eğitim hizmetlerinin çöküşü olduğunu biliyoruz. Bu IMF ve Dünya Bankası’nın el attığı tüm ülkelerde benzer biçimde işleyen bir süreç. Bu konuya dair daha önce söylenmiş şeyleri tekrar etmeyeceğim, ben burada doğum başlığına odaklanacağım. Anneliğin inşası pek tabi dünyaya gözümüzü açtığımız an başlıyor ancak hamilelik ve doğum sürecinde düzen kadını çetin bir tedrisattan geçiriyor, bu odaklanmanın sebebi de bu gerçeklik. Hiç detaya girmeden “normal” diye tarif edilen doğumun tıbbi tarifinin “vajinal doğum” olduğunu ve 1881’de bulunan sezaryen doğumun yaygınlaşması ile 1890 sonrasına doğru anne ölümleri oranının yüzde 85’ten yüzde 10’a düşmüş olduğunu hatırlatacağım. Peki 1980’ler, özelleştirmeler ve Aile Yılı ile bunun ne ilgisi var?
Şöyle ki, özelleştirme dalgası yaşamımızı ilgilendiren her şeyi yuta yuta ilerlerken öncelikle tıbbi hizmetleri ele geçirmek istedi. Bunlar paralı olduğunda zenginlerin faydalanmaya devam edebilecekleri ama işçi sınıfının hakkı olmaktan çıkacak hizmetler olarak ilk elden gasp edildi. IMF yapısal uyumlarının daha erken ziyaret ettiği ülkelerde 70’lere kadar gitmek mümkün, Türkiye’de ise 80 sonrası, 90’larda sertleşerek ve 2000’li yıllarda en berrak biçimine gelerek sürmüş oldu. Sağlık hizmetleri özelleşirken sezaryenin bundan nasibini almaması mümkün olamazdı.
1990’lar ve 2000’lerin başında kadınları para için yok yere kesip biçiyorlar eleştirileri duyulmaya başlandı. Belki başka bir kategori olsa çok daha kapsamlı ele alınırdı, üzerine yüzlerce sayfa eleştiri yapılırdı, ekonomi politiği değerlendirilirdi. Ama öyle olmadı. Kadınlara kendilerine en uygun biçimde doğurma imkanına eşit erişimi tartışma aralığı tanınmadan konu kadınların zaten “doğal” olarak yapabildiği bir şeyin ticarete dönüşmüş olduğuna kilitlendi. Bununla da kalmadı, eskiden analarımız tarlada doğurup çalışmaya devam ediyordu, bizim bu şımarıklığımız da neydi? Ve işin kötüsü bunlar “sağ mahallede” de kalmadı. Hızla ve coşkuyla “muhalif mahalleyi” de büyüledi. Terapi odalarında çarmıha gerilen annelerden doğum anında göz göze bakmazsan, ten tene temas etmezsen anneliği baştan kaybedeceğine dair mitlerle anneliğin dönüşü oldukça muhteşem oldu.
Henüz KADEM “normal doğum” billboardları kurmaya yakın bile değilken en kentli, en okumuş, en muhalif olanlar sezaryeni lanetledi ve “doğalarına” dönüşü kutladı. Yüzde 85 ölüm oranı çoktan unutulmuş gibiydi. Tıp tarihinde kadınlara bir hayır istinasıdır ve bu operasyon kadınları üremek uğruna ölmekten kurtarmıştı. Ama sanki sorun sezaryenin varoluşuydu. Hastanelerin beyaz ışıkları doğumun doğasına aykırı bulundu. Evde doğum, ebeler, suya doğurmalar derken gözümüzün önünde dev bir piyasa oluştu. Bir anda “doğal doğumcu” doktorlar 2-3 kat ücretler almaya başladı ama kadının doğasına dönüşü uğruna bu bedeller ödenebilir görüldü. Şimdilik kimse bu doğal doğumdan para kırma işine çok somak sokuyor gibi değil. Pek gündem olmasa da pek çok çocuk ölümü duyduk “doğal doğum” ısrarı sırasında, pek çok annede kalıcı fiziksel hasarlar yaşadı. Bunlar da “özümüze dönüşün bedelleri” oldu. Oysa insanın kendine özgü doğası kendi ihtiyacı doğrultusunda sezaryeni icat etmeyi de içeriyordu ve annesini öldürerek doğacak çocukları tıbbi bir operasyon ile dünyaya getirmekte “doğal olmayan” bir şey yoktu.
12.Kalkınma Planı ve Aile Yılı diye başlayıp doğumu neden konuştuk peki? Bu süreçte bir annelik inşa edildi ya da yeniden inşa edildi. Tarihin çok kısa bir dönemine tekabül eden anne dışında bir insan olabilme hakkına saldırı “doğamız” diyerek geldi. Bu sürecin sonundan da AKP’nin yasa tasarısındaki “biyolojik cinsiyete aykırı davranma” TCK’da tanımlı bir suç oldu. Doğal doğum, en az iki sene emzirme, çocukla iki yaşına kadar ayrılmama akımları öyle sadece AKP’den gelmedi hayatımıza, daha evrensel bir projenin parçası olarak ve en yakınlarımızı da ikna ederek geldi, bunu not düşerek, AKP’nin esnek çalışmasına dönelim. Kadının kendi potansiyelini gerçekleştirmesinin “annelik” olduğuna dair uzlaşının ne kadar geniş olduğunu bir miktar anlamış olduk. Bu öyle sinsi bir fikirdi ki herkesi etkisi altına almakta mahir olmuştu. Dolayısıyla biz kadının annelik sıfatını sorgulamaya biraz yaklaştığımız bir tarihsel süreçte Instagram hikayelerini en iyi doğuran, en iyi emziren anneler yarışı kapladı. Çocuklar annelere bir kez daha yapıştırıldı, çok daha “incelikli” ve “şık” biçimlerde. Anne çocuk bağı kadınların kurucu hikayesine dönüştürüldü, yeniden. Oysa ki nasıl büyükanneler sandığımız kadar torun bakmak istemiyorsa anneler de sandığımız ya da sanmak istediğimiz kadar çocuk bakmak istemiyor. Direniş alanları da bu gündelik gerçekle karşılaştığımız alanlardan birisi. Kadınların anne, eş olma sıfatları dışında bir varoluşla temas ettiği o büyülü alanda “potansiyelini gerçekleştirme” iddiası hakikatine kavuşuyor. Ayşe Irmak Şen’in yazısı direniş alanlarının kadınlar üzerindeki etkisini çok iyi şekilde anlatmıştı. Aynı cümleleri tekrar etmeden onun açtığı bir kapıdan girerek derdimi anlatma işini bitireceğim.
“Direniş anlarında işlemez hale gelen çarklar, sonrasında yine bildiğini okumaya devam ediyor. Mücadelemiz Gülhan gibi yolu direnişten geçmiş bir kadını saracak ve onu yaşatacak ağları kuracak güçte değil henüz.”
Bir kadın olarak direniş alanını ziyarete gittiğinizde kadınlarla aranızda başka bir sohbet oluşur her zaman. Türlü işyerinde çalışan, çeşit çeşit kadınla sohbetlerin ortaklığı bir derdin ortaklığının gücünü de hissettirir insana. Bu sohbetlerde annelik her zaman masadadır. Hassas bir meseledir, kolay açılmaz. Çocuğu olmayan kadınlarla da konuşmaya çekinilen bir konu olur yer yer. Ancak alanda hemhal oldukça karşılıklı bir güven ilişkisi kuruldukça dökülür anneliğe dair fikirler. Anne olmayı seven de vardır sevmeyen de, ama her ikisi de muhakkak anne olmak dışında insan olabilmeye hasret olduğunu ifade eder. Buralarda alıntılar veremeyecek olma sebebim bunların gerçekten sohbetin en samimi anlarında açılan gündemler olmasından kaynaklı ve kamera aramıza girdiği anda biz o hakikati bir anda kaybederiz. Anne olan her kadın toplumda var olmasına izin verilen alanın bu olduğunu bilir, ajitasyonunu da neredeyse eksiksiz buradan kurar. Bunda ne şaşırılacak bir şey vardır ne de yargılanacak.
Bu işin “mahallesi” de yoktur. İstisnasız her kesim sokakta yalnız gördüğü bir anneye “çocuk nerede” diye sorar. Bu refleksin kendisi de bizzat yargılanamaz, bu öylesine güçlü bir toplumsal dinamiktir ki çoğu zaman farkına varmayız. En okumuşu, en kentlisi… Çocuklu bir kadınla konuşuyorsa konuyu mutlaka buna bağlayacaktır. Sıradan bir insana sağlığına dikkat et denirken çocuklu kadına “çocuğunu düşün bak” denir. Sıradan bir insan siyaset içinde ise belki pek bir şey denmeyecekken çocuklu kadına mutlaka “çocuk var” denir. Sanki çocuklu bir kadının çocuğunu düşünmemesi, çocuğunun var olduğunu unutmak için bir şansı varmış gibi bunlar söylenir. Dolayısıyla bir saniye önce gemileri yakmış jandarma ile konuşan direnişçi kadın muhakkak videolara analığını, çocuklarını anlatır. Kaçınılmaz olarak bunlar annelerin zihninde temel motivasyonlardır. Ancak yine daha yakın sohbetlerde bu kadınların çok daha kapsamlı politik tahlilleri olduğunu görürüz. Yaptıkları şeyi anne oldukları için yapmadıklarını anlarız, gerçekten bir düşmanı tahlil edip ona karşı onurunu, haysiyetini savunan ya da kendisini doğrudan işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası olarak gören kadınlar alanlarda öncüleşir.
Fakat toplumsal işbölümünde kendisine düşmeyen bir işin, kavganın peşine düşen kadınlar için “analık” bir bayrak da olur, daha meşru yapar o alandaki varlığını. Nasıl ki her işçi birebir konuşurken çok daha kapsamlı bir öfkeden bahsedip kamera açıldığında “bizim zamdan başka derdimiz yok, kimseye bir zararımız yok” deme ihtiyacı duyuyorsa, çocuklu kadın da “evden çıktım ama bu da analığımın bir parçası” mesajını verme ihtiyacı duyar. Bu işler böyledir, insanın “ben anneyim” diyesi gelir. O noktalarda anne olmayan kadınlar “Daha mı az haklıyız?” da der şakayla karışık. Ama bir yanları da anlar o bayrağı kuşanma refleksini. Bu toplum, her mahallesiyle kadından annelik bekler. En “solcularımız” dahi “tüh, sezaryen mi, üzülme” diyebilir. Oysa neden üzülelim?
Sezaryeni bulan insan doğasına şükür ki belki milyonlarca kadın hayattadır. Ama annelik doğumda bu hayattan koparılmaktan kurtarmış olsak da bir ömür “bayrağımız” oluyor. Aynı doğumda olduğu gibi, başka pek çok şeyde olduğu gibi, “doğamıza”, biyolojik cinsiyetimize” ve tabi “toplumsal cinsiyetimize” aykırı halimizin çelişkileri ortaya dökülür. Ayşe’nin bahsettiği çarklar hep döner, kadınların hayatı o çarkların arasında başka bir imkanı var etme mücadelesiyle sürer. Direniş alanında evden tamamen çıkan, olabilecek en kamusal biçimde var olan, karşısına koskoca sermayeyi alan kadınların çocukları, ev işleri onları alanda da yalnız bırakmaz. Çocuklardan görüntülü aramalar gelir. Küçük çocuklar daha kolaydır, bir şekilde idare edilir. Büyük ve aslında bakım emeğine muhtaç olmayan çocuklar ise annelerinin evde olmamasına daha dirençlidir. 3-4 yaşında bir çocuğun kimin nerede olması gerektiğine dair fikirlerinden çok daha fazlasına sahip olmuş, toplumsal hayatın çok daha içinde olan koskoca çocuklar en zorudur. Destekleyen de çıkar, köstek olan da. Ama “anne ne zaman eve döneceksin?” sorusu her gün günceldir. “Kazanana kadar buradayım” der kadınlar. Emeği için mücadele ettiği direniş alanı çarkların dönüşünü askıya almıştır ama süre uzadıkça ev daha güçlü çağırmaya başlar.
Aslında direniş alanında bir kadın anne olduğunu bir saniye dahi unutamaz. Vicdan yüküyle, sorumluluk yüküyle defalarca vazgeçip yeniden ikna eder kendisini mücadeleyi sürdürmeye. Annelik böyle bir şeydir. Sıradan bir insan olmadığın da sana her biçimde hatırlatılır: Ya anne olarak bir şeyler yaptığın için aldığın övgülerle, ya anne olarak “bu işlerle uğraştığın” için aldığın yergilerle. Ve hepsi aynı kapıya çıkarak, sana ait olmadığın bir yerde olduğun hissini vererek. Zaman hep eve doğru geri sayar. Kavga gürültü direnişi kabul ettirsen de “e hadi” demekten hiç vazgeçmez ev. Bugün emeği, onuru, tarlası için bir saniye düşünmeden kollukla kavgayı göze alan kadınların ayağına sarılıp eve çeken şey salt AKP’nin yazdığı metinler değildir. Anneliği yeniden üreten, başka biçimlerde süslü kılıflara sara sara önümüze yeniden koyan her şeydir… AKP var olan bir metni iyi okuyup lehine çeviren ve “beşeri sermayesini” holdingci güçlere” en efektif şekilde peşkeş çekmeyi bilen bir iktidar. Görevi bu ve iyi yapıyor. Ayşe’nin “direniş anına işlemez hale gelen çarklar” dediği o momenti büyütecek, bir kadının çocuklu olmak dışında bir varoluşu tadıp artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bir durumda o yolda yürümeye devam etmesinin yolunu açacak tek şey anneliği her birimizin zihninde sorgulamamız olacak.
Bugün pek çok kadının düzen tarafından katledilen çocukları için bir başına dahi olsa mücadele etmek zorunda kaldığı bir dünyada annelere anneliklerini hatırlatmaktan vazgeçen, ama bu hakikatlerini de görmezden gelmeyen bir yoldaşlık biçimi mümkün olduğunda düzenin çarkları kırılmaya devam edebilir, kendi işini savunmaktan ötesine adım atılabilir, annelik bayrağı olmadan bir insan olarak devrimcileşmesi mümkün olabilir. Pedagojik açıdan doğru mudur bilemem ama devrimciliğin gereği çocuğumuza hakikati anlatmak ve hakikatle yaşatmak da anneliğin bir parçası olabilir. Çocuklarımız direniş alanlarında, yoldaşlarla büyüyebilir, hanemiz böyle genişleyebilir. Ancak böyle bir durumda yetişkin çocukların da her yemek tarifi için annelerini aramaları, biraz ateşi çıksa annelerine koşmaları gibi konfor alanlarının yok olması durumu ortaya çıkacaktır. Sonuçta annelik çok geniş bir uzlaşıyla var olur, çok geniş kesimlerin işine gelir.
Peki bu durumda bizler annelerimizin işleyen çarkları kırıp evlerden çıkmasına hazır mıyız? Büyükanne toruna bakmak istemediğinde annemize sitem etmemizdeki çelişkiyi görebilecek miyiz? Instagram’da yetişkin insanların anneleri hakkında “şakalar” yaptığı bir reels janrı vardır, herkes görmüştür. Anneler hep evdedir, hep sitemlidir, “triplidir” ve bu “komiktir”. Bir o kadar da “torun bakmıyorum, hayatımı yaşıyorum” videosu paylaşan emekli kadın reelsleri vardır. Bunlar sapmadır, hakikati olabileceği bile kuşkuludur. Evlilik videoları kadar da boşandım, kafam rahat diyen kadın videosu da vardır. Çocuk bakmanın karanlık tüm yanlarını anlatan binlerce kadın da vardır.
Kadın yoksulluğunun bunca artışına rağmen bunca kadın cinayetine rağmen artan boşanma oranları vardır, çağırıp duran evi de karşısına alıp direnişleri sırtlayan büyüten onlarca öncü kadın işçi vardır. Kadınların anne olmak, eş olmak dışında bir hayat arayışı gerçektir, yaşadıkları çelişkiler komik değildir, özgürlüğü zorlamak çetin bir kavgadır ve güçlenerek sürmektedir. Her gün öldürülme riskiyle hayatını kotaran ve çarkları kırmayı göze alan tüm çocuklu ve çocuksuz kadınlar devrimci kadrolar olabilir. Bunu uzak görüyorsak kendi annemizi evde görmek istediğimiz için olabilir. Her direnişten sonra içinde bir şeyler dönüşen tüm “analar” anamız, teyzemiz olmanın ötesinde yoldaşlarımız olabilir. Peki, en fazla “kadın anneden fazlasıdır” diyenimiz dahil olmak üzere, biz “anaların” evden çıkmasına gerçekten hazır mıyız?
Kaynak: e-komite
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.