Film patriyarkal kapitalizmin, yani ataerkil sistem ile kapitalizmin kesişim noktası olan kadın bedeni üzerindeki etkisi, kadının kendi bedeni üzerinde iradesini yitirmesi ve bu “bedene yabancılaşmanın” getirdiği korku duygusunu güzel bir şekilde işlemeye başlıyor
İçinde bulunduğumuz yılın Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan Substance (Cevher) filmi, festivalden “en iyi senaryo” ödülü alarak ismini duyurmuş oldu ve “feminist body horror” tanımlamasıyla da dolaşıma girdi. Feminist body horror belki biraz abartılı kaçmış olsa da korku sinemasının bir türü olan body horror türünde feminist bir yaklaşımı yansıttığını ve kazandırdığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Filmin yönetmeni Coralie Fargeat da özellikle erkek yönetmenlerin ağırlıklı olduğu bu türde, Mary Shelley’nin “Frankenstein” ile bir kadın yazar olarak dünya edebiyatına iz kazıması gibi body horror türüne de ismi ve tarzıyla eklenmiş oldu.
Film, kameraların yukarıdan çekimiyle ismi kaldırım taşındaki yıldız içerisinde yazılmış Elizabeth Sparkle’ı (Demi Moore) ve etrafında hayranlarının hayranlıklarını göstermesiyle başlıyor. Devamında ise Elizabeth’i televizyonda bir sabah programını sunmasıyla görüyoruz, çekimler bitiyor ve renkli uzun bir koridorda yürürken duvarlarda yıllardır kendisini üne kavuşturan programlarının ve gençlik hallerinin afişleri yer alıyor. Aynı zamanda kendisinin doğum günü olduğunu da öğreniyoruz ve film en baştan kahramanın yaşlılık problemiyle karşı karşıya kalacağının sinyalini veriyor. Hemen ardından da zaten kanalın yönetmeni kendisine hiç bakmadan Elizabeth’in artık yaşlandığını, şov dünyası ve sinema endüstrisinin kriterlerini karşılayamadığını söyleyip işine son veriyor. Ömrü boyunca ekranların aranan yüzü olan ve arzu edilen konumdayken bedeninin artık yeteri kadar estetik olmaması gerekçesiyle bir anda kenara itilmenin yıkımının üzerine bir trafik kazası geçiriyor ve kendisini hastanede buluyor.
Hastaneden çıktığında cebinde kağıda sarılı reklam oynatıcısı bulur. Sloganı “Kendinin daha iyi versiyonu ol!” olan “Substance” isimli bu ürün, genetik müdahalelerle kendinden, kendinin daha iyi bir halini yaratabileceğini iddia eder. Elizabeth, içine düştüğü yaşlılık ve işe yaramazlık duygusunun ağırlığıyla başta ilgilenmese de sonrasında üründen sipariş verir. Ürünün içinden üç adet enjektör çıkar; sabitleyici, değişim kiti, dengeleyici. Enjektörlerle birlikte ürünün içinden aynı zamanda bazı uyarılar çıkar. Ürünü kullandığında kendisinin en iyi versiyonu ortaya çıkacaktır ancak bu sonsuza kadar değil; yedi günde bir eski vücuduna dönmesi gerekir. En iyi versiyon, asıl bedenin omurilik sıvısıyla ancak tazeliğini korur. Asıl beden yedi gün boyunca gerekli sıvıyı üretir, sonrasında en iyi bedene sıvı enjekte edilir ve böyle devam eder. Uyarılar şu şekildedir: “Sen ve o diye bir ayrım yok, bir kişinin kullandığı şeyi diğeri kaybeder, dengeye saygı gösterirsen başka sorun yaşamazsın.” Elizabeth ürünü kendine uyguladığında sırtında bir yarık açılır ve kanlar içindeki bu yarıktan yeni bir beden çıkar. İşte bu beden genç, vücudu sıkı, tüm organları yerli yerinde ve sarkmamış bir haldeki Elizabeth’in belki de televizyon sektöründeki ilk girdiği haldeki genç versiyonudur. Beyaz fayansın üzerinde sırtı yarık halde ve kanlar içinde, bedeni tamamen sarkmış halde yatan ise Elizabeth’tir.
Yeni beden hemen Elizabeth’in kovulduğu televizyon programının seçmelerine katılır ve seçmeleri kazanır; ismi ise Sue’dur. Sue, Elizabeth’in tekrar arzuladığı ancak mevcut bedeninden dolayı kaybettiği; aranan, arzulanan bir formu hızlı bir şekilde yakalar. Ne var ki yedi günün sonrasında değişim günü geldiğinde eski bedene dönmeyi istemez, yavaş yavaş değişim günlerini sarkıtmaya başlar. Bir vadede artık değişim gününü tamamen uzattığında Sue fenalaşır ve zar zor eski bedenine dönebilir. Eski beden, yani Elizabeth uyandığında ise kendisinin tamamen yaşlandığını fark eder. İşte burada şu sorunun cevabı ortaya çıkar: Değişim kuralı uygulanmazsa ne olur? Bu durumda her iki beden de çürümeye başlıyor. Substance, programdan çıkma hakkı verse de programdan çıkıldığında ürün kullanılmadan önceki hale dönemiyorsunuz, asıl beden yaşlanmış ve çürümüşse o halden yaşama devam ediliyor. Sue, başarı merdivenlerini çıktıkça hırslanıyor ve değişim zorunluluğundan dolayı eski bedene nefret duymaya başlıyor; nefret arttıkça da değişim kuralını uygulamıyor. Sue bu şekilde devam ettikçe Elizabeth ise çürümeye devam ediyor ve artık medyada Sue’nun varlığı ve kendisinin esamesinin okunmaması nefretini kamçılıyor. Bir cevher, töz veya varlıktaki iki ayrı bedenin birbiriyle kavgasını izlemeye başlıyoruz.
Filmin yaklaşık son yarım saatinde kantarın topuzu kaçar ve Sue değişim programını uygulamaz. Elizabeth çürüdükçe çürür, küçüldükçe küçülür. Yılbaşı programına Sue, artık tamamen deforme olmuş bir yaratık halde çıkar, izleyiciler kendisine saldırır. Artık Elizabeth veya Sue, sokakta yaratık formunda kaçarken pelteleşmiş bedeni tel tel dökülmeye başlar ve sadece Elizabeth’in yüzü filmin başında isminin yazılı olduğu yaldızlı parke taşının üzerine düşer. Ertesi sabah tel tel dökülen organlar ve vücut parçaları temizlik görevlileri tarafından temizlenir.
Bu noktada body horror’ın ne olduğu, nasıl kullanıldığı ve örneklerine bakmakta fayda var. Bedenimiz, hayatımızın her evresinde, değişim ve gelişim döneminde korku yaratan bir nesne halini alabilmektedir. Örneğin bir hastalık halinde ölüm korkusu bedenimize yabancılaşmamızı ve neye dönüşebileceğinin korkusunu yaratabilir. Bedenin alışılmışın dışında veya kendisine uygulanan ve sınırlarının dışında olan zorlamalarına karşı tepkisel geri dönüşleri sinemada da body horror tarzının malzemesini oluşturur. Çoğunlukla bu durum bir virüsün veya başka bir melanetin bedende yarattığı bozulmalar, deforme olmuş organlar, pelteleşmiş bedenler ve mide bulandırıcı sıvılar şeklinde görselleşir. Bu durum her zaman maddi bir korku unsurunun malzemesi olmak zorunda da değildir. Mesela David Lynch’in Eraserhead filminde yavru bir uzaylı yaratık şeklinde doğan bebek, istenmeyen ve beklenmeyen bir bebeğin sürrealist bir metaforu olabilir.
Bu tarzın en bilinen ve belki de kurucusu denebilecek ismi ise David Crononberg’tir. Shivers filminde bir profesörün parazitler üzerinde yaptığı genetik deneyler sonrası ortaya çıkan virüsler bir sitede yaşayan insanlarda cinsel ilişki arzusunu arttırmakta ve bu yolla da virüsün yayılmasına neden olmakta, The Fly filminde ışınlanmayı icat etmeye çalışan bir bilim insanı bir sinekle aynı kabinde ışınlanarak sineğe dönüşmektedir. Örneğin Existenz veya Videodrome filminde insan ve teknolojik aygıtlar arasındaki bağımlılık ilişkisi, organik anlamda alet ile organ arasında göbekten bağlı bir birliktelik ilişkisine dönebilir. John Carpenter’in The Thing filminde, insan dnasını kopyalayıp onlar gibi hareket eden, beden içerisinden bir anda göbeği yararak çıkan yaratık 80’lerin Amerikan toplumunda komünizim korkusunun mütecessim yansıması olabilir. Bu örneklere Andrej Zulawski’nin “Possesion”, yine David Lynch’in “Elephant Man” filmleri de eklenebilir. Özellikle bedene yönelik korku duygusunun anlatabilme olağanın bu kadar yüksek olduğu ve pek çok malzeme veren bir türde Substance filmi de sınırları sonuna kadar kullanıyor.
Günümüzde estetik anlamda sınırların ve değer yargılarının gayet daraltıldığını ve bedene yatırım yapılmasının pompalandığını söyleyebiliriz. Her köşe başına açılan spor salonları, ayağa düşen güzellik salonları, yaygınlaşan estetik operasyon imkanları insanlara sistem tarafından dikte edilen yaşlılığın engellenmesi, bedende sarkan tarafların toparlanması ve en nihayetinde de bedenin metalaştırılarak işe yarar formun ancak ve ancak genç, sıkı bedenlerde olduğunun vaazı… Aynı zamanda, insanın ancak “güzel” bir bedende işe yarar olduğu ve toplumsal anlamda kabul edilebilirliğinin bu şartı, sürekli olarak bireyciliği ve sorunun çözümünde metafizik bir kişisel potansiyelini ortaya çıkarma efsanesini salık veriyor. Belli bir noktadan sonra çıtaya yetişemeyen, potansiyelini ortaya çıkaramayan veya başarısız olarak damgalanan kişi sorunu yine kendisinde görüyor çünkü yeteri kadar çalışmamış, yeteri kadar inanmamıştır. Kapitalizmin meta mübadelesi esası insan ilişkilerine sızarken her hareketimizin bir yatırım olduğu ve maddi anlamda bir karşılık yaratacağı inancı bedenin de pazarda satışa çıkarılmasına neden oluyor; karşılığını alamayan başarısız ise teşebbüs aşamasında kalmış bir müteşebbise dönüyor.
Ne var ki Paul Valery’nin de dediği gibi; “Hayatta en hızlı eskiyen şey, yeniliktir.” Bugün moda olan dolgun dudak yarın ince dudak olarak belirlenebilir ve bu belirleme dıştan gelen bir direktif halinde kişinin kendi tercihiymiş gibi tedavüle girer. Aynaya baktığımızda artık kendimizi değil, başkalarının bizi nasıl gördüğünü görürüz. Filme dönecek olursak, aslında Elizabeth gayet başarılı ve iyi bir oyuncudur ve anladığımız üzere kendi bedenine dair bir huzursuzluğu da yoktur. Huzursuzluk, erkek patronunun artık bedeninin yeterli kriterleri sağlamadığını söylediğinde başlar. Bu noktada film patriyarkal kapitalizmin, yani ataerkil sistem ile kapitalizmin kesişim noktası olan kadın bedeni üzerindeki etkisi, kadının kendi bedeni üzerinde iradesini yitirmesi ve bu “bedene yabancılaşmanın” getirdiği korku duygusunu güzel bir şekilde işlemeye başlıyor. Elizabeth, Substance’ı kullanarak kendisinin estetik ameliyatını gerçekleştirmiş oluyor. Sue ise kanlar içinde sırtındaki yarıktan çıkıyor; bir nevi Elizabeth Sue’yu doğuruyor. Kapitalizmin yeşermeye başladığı ilk modern şehirlerde toplumsal üretimden dışlanan kadınlara, üretime katılabilecek yeni bireylerin üretilmesi, yani çocuk yapmaları makbul kılınırken buna katılmayanlar veya katılamayanlar cadı veya fahişe olarak dışlanmışlardı.
Sue’nun güzel vücudu da belli bir noktadan sonra yetersiz kalıyor ama, sürekli olarak aynı formunu koruması gerekiyor. Burada Substance tarafından bir ahlak öğretisi olarak “dengeyi” sağlama, dengeye saygı gösterme kuralı kendini gösteriyor. Hazzın da ölçülü olması gerekir, gülerken bile aşırıya kaçmadan gülünmesi gerekir. Örneğin oburluk erkekler için kınanacak bir durum olmazken kadınlardan çok yemek yemesi beklenmez. Sue’nun dengeleme periyodunu kaçırdığı bir aralıkta yaşlanmış haldeki Elizabeth, televizyonda Sue’yu görür. Sue, eski oyuncu Elizabeth Sparkle’ın artık yaşlandığını söyleyince intikam mahiyetinde Elizabeth de kendisine bir yemek ziyafeti verir. Bu olaydan sonra beden değişimde sıra Sue’ya gelince çekimler esnasındayken Elizabeth’in yemiş olduğu bir tavuk butu, kalçasında tek parça halinde çıkıntı oluşturur. Elizabeth’in bir öfke patlaması halinde, saçları dağılmış ve yüzü çökmüş halde mutfakta kendisine yemek hazırladığı sahne ise biraz sonra gençleşmek için kaçırdığı çocukları yemeye hazırlanan bir cadı motifini anımsatır.
Filmi veya Elizabeth’i bir erkeğin gözünden izliyor olmak bazı sahneleri daha iyi anlamamızda yardımcı olabilir. Aynı zamanda Sue’nun Elizabeth’e, Elizabeth’in de Sue’ye nefretinde de kendilerine bir erkeğin kadrajından bakıyor olmalarıyla açıklanabilir. Bakılmak- izlenmek ve görünmek- göstermeye çalışmak bu noktada bir şizofreni yaratır. Agnes Varda’nın “Cleo de 5 a 7” filminde Cleo, filmin ilk yarısında sürekli olarak erkek bakışlarının altında güzelliğini tanımlar, kıyafetlerini seçer, güzel kaldıkça yaşıyor olduğunu düşünür. İkinci yarısında ise olmak istediği ile mevcuttaki durumunun şizofrenisini kırıp atarak güzelliğini tanımlamaktan veya peruk takmaktan vazgeçer. Substance filminin sonlarında ise Sue Elizabeth’i öldürerek aslında kendisinin varlık nedenini öldürmüş olur; dolayısıyla ortada yine yaşlı haldeki Elizabeth kalır. Sahneye Elizabeth çıkar, baştan sona pelte halinde, biçimsiz bir yaratık olarak görünür. Kendisine saldırıldıktan sonra bedeninden etrafa kanlar sıçratmaya başlar, aslında zaten pis bir yaratık olarak gören erkek seyirciler gözünde artık regl olmuş bir pis yaratık temsili gibidir. Sokakta koşar halde bedeni tel tel dökülürken sona sadece bedeninden ayrılmış Elizabeth’in kafası kalır; Medusa gibi.
Tüm bunlarla birlikte her ne kadar kadın bedeni üzerinden body horror tarzı iyi tutturulmuş olsa da filmin bazı aksayan yönleri izlemeyi de zorlaştırıyor. Örneğin filmin geneline hakim olan parlak renk seçimleri -metamorforzun yaşandığı beyaz fayanslı banyo hariç- body horror’dan beklenen tekinsizlik ve gerilim duygusunu düşürüyor. Aynı zamanda uzunca bir süre yaşlılık-gençlik karşıtlığında takılı kalınması Candan Erçetin’in “Geri döndüren gördün mü geçmişi, boşa soldurdun o nazlı gençliği” şarkı sözlerinin klişe seviyesindeki temsili olarak kalıp politik arka planın da daha da arkada kalmasına neden oluyor, sanki dengeye saygı gösterilseydi her şey yolunda gidebilirdi gibi. Tüm bunlara rağmen korku ve alt türü olan body horror tarzında böyle bir filmin yer alması kendisini değerli bir konuma yükseltiyor.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.