İnsana dair diye nitelendirdiğimiz demokrasi kavramı ve demokrasinin pratikleri liberal bir demokrasi arzusunun ve bu modelin sınırları içerisindeki insanlar için olan bir siyasal modeldir
Siyasetin yaşamımıza etki ettiğini fark ettiğimiz an toplumsal olan ve toplumsal olanın kurallarını, yönetimini dert edinmeye başlarız ve buna dair belli kavramları savunur bu kavramlar üzerinden politik bir taraf olur ve politik bir düşünce geliştiririz. Kavramları savunarak ya da onların karşısında durarak toplumsalın içerisinde yaşamak istediğimiz yaşamı savunduğumuzu düşünürüz. Örneğin, şeriat yerine laiklik istenmesinin bir sebebi henüz deneyimlenmese de başka yerlerde ya da başka zamanlarda deneyimlenen şeri kurallar ve yönetim içinde insanların gündelik yaşamda karşılaştıkları baskılardır. Nitekim, eğer şeriat düzenini bir baskı yönetimi olarak ele alıyorsak demek ki şerri yönetimin kültürel, sosyal ve siyasal değerlerinin dışında bir hayat yaşıyoruzdur. Oysa ki, beş vakit namazına giden, kapalı akrabaları olan, İslam inancına sıkı sıkıya bağlı olan bir insan için belki de şeriat o kadar hayatını kısıtlayan bir sistem olarak zihninde kodlanmaz. Buna karşı olarak ise genellikle şeriatı bir baskı rejimi olarak görenler, hem inanmayanların ya da inanç görevlerini yerine getirmek zorunda olmak istemeyenlerin hem de inançlıların ortak olarak yaşayabileceği bir sistem olarak “laiklik”, “sekülerizm” gibi biçimler savunulur. Yani, herkesin ortak yaşayabileceği bir payda asli kaygı olmaya başlar. Şeriat denilince Taliban’ın ya da İran rejiminin kadınların sosyal hayatına yönelik kısıtlamalarını, IŞİD’in şiddetini ortaya koyanlar çoğalır. Bu örneklerle şeriata karşı çıkmak “yaşamak istemediği” hayatı gösterme biçimidir aynı zamanda. Öte yandan, şeriatı savunan insanlar ise şeriata karşı olanları ikna etmek için IŞİD’den farklı bir düşünce çizgisini göstermeye çalışırlar. Sosyal adalet ve eşitlikten bahsederler ve herkesin yaşayabileceği bir dünya için etik ve siyasal bir yönerge olan kutsal kitabın evrensel bir ortak payda sağlayabileceğini savunurlar. Ne var ki, laikliği savunan kesimler kendilerinin şeriat içerisinde özgürce yaşayabileceğine pek ikna olmaz.
Öte yandan, şeriatı savunanların ise aklına gelen yine belli dini yaşama getirilen kısıtlamalar vardır. Örneğin, son derece “medeni” ve “ileri” olan Fransa’nın Cezayir topraklarını sömürürken Fransız askerlerinin Müslüman kadınların peçelerini zorla açmaları ve buna karşı artık o kadınların peçeyi bir direniş sembolü haline getirmesi kimi özgürlükçü kimi kısıtlamacı yapar? Bu elbette tarih ve mekan içerisinde değişen rollerle ilgilidir. Ancak, bu çatışmalar yalnızca deneyimlenmemiş ancak deneyimlenme tehlikesi olasılığını ortaya çıkaran “anlardan” ortaya çıkmaz. Örneğin, bir hakimin baş örtüsü takabilip takamaması laik ile şeriatı savunan arasında sonsuz bir güvensizlik ve çatışma halini beraberinde getirir. Türkiye’deki bir kanı laik olanın özgürlükçü, medeni, herkesi kapsayan bir düşünce biçimi olmasıdır. Öte yandan, 90’lı yıllarda başörtülü kadınların üniversitelere alınmaması, üniversitelerde ikna odaları kurulması bu kanının da “şu ana dair” siyasal bir pratik içinde büyüyen bir kanı olduğunu bize gösterir. Bu uzun örneği bir kenara bırakalım. Başka pek çok politik kavram belli bir sosyal yaşamı işaret eder: Daha kapsayıcı ya da dışlayıcı, ilerici ya da gerici, medeni ya da ilkel… Demokrasi kavramı da özellikle günümüzde dört elle sarıldığımız, yok olmasından endişelendiğimiz, herkesi kapsayan bir siyasal biçim olduğu için savunduğumuz bir kavramdır. Peki, demokrasinin de deneyimlemediğimiz diyarlarda insanları kısıtlayıcı pratikleri bulunur mu?
Bu soruya yanıt vermeden önce bir vurguyu gözden geçirmek gerekir. Kavramlara yüklediğimiz olumlu kavramların merkezinde hep insana dair olması vardır. Ne var ki, “insan nedir?” sorusu sorulduğunda siyasal alanda insanın yalnızca biyolojik açıklamayla tanınmayacağı açıktır. Örneğin, uzun süreler boyunca Afrikalı köleler bir insandan ziyade alınıp satılabilen bir üretim aracı, bir mülkiyet olarak tanınmıştır. 1685 yılında Afrika’daki kolonilerde köleliği yasal hale getiren Code Noir (Kara Kod) yasaları Afrikalı kölelerden bir mal gibi bahsetmiştir. Onların alınıp satılır olduğuna dair maddeler Code Noir’de mevcuttur. Öte yandan, her ne kadar siyasal alanda köleleri insan olmaktan çıkarsa da biyolojik olarak insan oldukları için isyan etme ve köleliği icra etmeme durumlarına karşı da çeşitli sorumluluklar tanımlamış ve yapmadıkları taktirde cezalarını da düzenlemiştir. Örneğin, bir bilgisayarın çalışmaması durumunda bu onun “sorumsuzluğu” olmaz. Bu onun bozulduğu anlamına gelir. Bunun üzerine bilgisayarın sahibi onu isterse çöpe atar, isterse tamir ettirir, isterse içini açıp keyfince parçalara ayırır. Ancak başka bir obje olarak tanımlanan kölede bunları serbestçe yapmak Code Noir yasalarında dahi mümkün olmamıştır. Çünkü amaç, insan olanı biyolojik alanda reddetmek değildir-reddedildiği taktirde zaten bu reddetme süreci mümkün olmazdı ve köleler büyük mücadelelerini olabildiğince hızlı bir biçimde başlatırlardı. Zira, artık ölüm kavramı dahi onların dışında kalan bir kavram ancak durmadan yaşadıkları bir gerçek olacaktı. Bu gerçeklik onlar için sonsuz bir yok oluş olacağı için yeni bir varlık alanı için varlık mücadelesi doğrudan başlayabilirdi. Code Noir’de kölelerin biyolojik olarak inkar edilmemesi onlara bir yaşam alanı diretmesidir de diyebiliriz: Onları sömürenlere sonsuza dek bağlı oldukları, yalnızca onların nesnesi olarak bir özne olabildikleri bir yaşam alanı. Bu sınırların ötesine çıkmak isteyen köle içinse ortada bir yaşam değil, bir yok oluş vardı. Kölenin başkaldırıp içinde bulunduğu varlık alanını kabul etme arasındaki tereddüt de burada başlar: Hayat yaşamı riske atarak mı var olacak? Yoksa bundan öte bir hayat yok mu?
İnsan olanı siyasal ve sosyal alanda tanımlayarak bazı “insan”ların insan olup olmadığına karar vermek yalnızca kölelik üzerinden de sübjektifliği ve iktidara bağlı olması açıklanamaz. Örneğin, herkesin (suç işlememek kaydıyla) istediğini yapabilme hürriyeti varsa niçin bir çocuk bir bakıcıya bırakılır ve bakıcı her hamlesini denetler? Yahut, herkesin yaşamaya hakkı varsa kürtaj her durumda insan hakkı ihlali midir? Dolayısıyla Costas Douzinas’ın (2017)[1] da belirttiği gibi “insan” sınırları çizilmiş, ideolojik bir aparattır. Kavramların insana dair ya da insan için olması da yine bu sınırlar çerçevesinde mümkündür. Demokrasi kavramında da insana dair ve insan için olan yönü demokrasiye katılım sağlayabilecek insanlar için ortak bir payda olabilir. Örneğin, Türkiye’de TC vatandaşı olmayan ya da 18 yaşını doldurmamış insanlar hukuken çoğu demokratik sürece katılamazlar. Öyleyse “demokratik” bir seçim talebi de her insan için deniliyorsa buradaki insan TC vatandaşı, 18 yaşını doldurmuşlar ve hatta bir de “akli dengesi yerinde olanlar” içindir. Öyleyse, demokrasi biyolojik dünyada bütün insanlar için değil Türkiye’deki siyasal alanda insan tanımları için ve bu sınırlarda tartışılan bir kavram olmuştur ve olacaktır. Her TC vatandaşının “özgürce” istediği partiye oy verebildiği bir denklemde ise işsizliğin, ülke içindeki güvensizliğin nedenini TC vatandaşı olamayan insanlara bağlayan ve bunların hayatlarını hiçe sayarak ülkeden kovacağını vaat eden bir parti eğer vatandaşları ikna edebilirse hükümet olabilir ve bu yönde politikalar üretebilir. O zaman demokrasi “herkes için” değil “her insan kabul edilen” için müthiş bir sistem olarak ortaya çıkar.
Başka bir yandan ise kavramların kökeni baskın bir politik kültürü egemen kılar. Chakrabarty Avrupa’yı Taşralaştırmak (2021)[2] isimli kitabında modern siyasal kavramların çoğunun kökeninin Avrupa’dan geldiğini savunmuştur. Avrupa orjinli bu kavramlar evrensel bir moderniteyi temsil etmesinden önce Avrupa-merkezli bir siyasi tarihin geldiği noktayı ve Avrupa-merkezli bir siyasal kültürü temsil edecektir. Dolayısıyla, modern siyasetin kavramları Avrupalı olduğu sürece öteki ülkeler her daim Avrupa’nın gerisinde onun siyasetini arzulayan bir konumda kalacaktır. Demokrasinin niteliğini Türkiye’de tartıştığımız zaman da aslında her daim Avrupa’nın demokrasisine dair bir tahayyül geliştirerek bu tahayyül ile Türkiye demokrasisini karşılaştırırız. Eğer Avrupa çözüm yolunu demokraside bulmuşsa Türkiye’nin de siyasal kurtuluşunun ve çözümünün Avrupa’dan çıkan liberal bir demokrasi olduğunu savunuruz. Hiç değilse bunu bir basamak olarak adlandırırız, ideal değilse de ona ulaşmak için zorunlu bir basamak… Demokrasiyi kabul etme ya da bizim kurtuluşumuz için gerekli olan bir kavram olup olmadığı tartışmasını bir kenara bırakalım “nasıl bir demokrasi?” sorusuna verilecek cevap bile ister siyasal bir arzu içeriyor isterse de zorunlu bir basamak olarak görülüyor olsun liberal demokrasi her daim bir siyasal ihtiyaç olarak gözükür. Böylelikle yeni bir demokrasi tahayyülünün, örgütlenmesinin ve inşasının da önüne geçilmiş olur.
Son olarak demokrasi aynı zamanda ifade ve örgütlenme özgürlüğü için gerekli bir siyasal model olduğu düşünülür. Ne var ki, bu durumda ifade etmenin ve özgürlüğün sınırları da liberal demokrasiye göre belirlenecektir. Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10 ve 11. maddelerinde ifade ve toplantı ya da dernek kurma özgürlüğünden bahseder. Hatta öyle ki başa gelecek hükümetler de bu temel insan haklarından sapmadan politikalar belirlemelidir. Ne var ki, bu çerçeve bir yandan bizim liberalizm çerçevesinde haklarımızı yaratır ve korurken diğer yandan da yeni bir sistem için kapitalizme karşı yıkıcı bir örgütlenme ve ifade pratiklerinin yaratılmasının önüne geçer. Hatta “yıkıcı” bir örgütlenme durumunda artık insana veya yurttaşlığa dair haklar o örgütlülük içinde olan bireylere karşı askıya alınır ve sistemin öteki yüzü olan “ceza” hukuku, rejimi, söylemi, politikaları kendisini gösterir. Dolayısıyla demokrasideki ifade ve örgütlenme gibi kapsayıcı gördüğümüz özgürlükler de bir sistemin çerçevesini çizme ve bir “politik insan modeli” yaratma amacı taşımaktadır.
Sonuç olarak, insana dair diye nitelendirdiğimiz demokrasi kavramı ve demokrasinin pratikleri liberal bir demokrasi arzusunun ve bu modelin sınırları içerisindeki insanlar için olan bir siyasal modeldir. Kavramlara sığınma reflekslerimiz genellikle karşımızda bizi kısıtlayan iktidarın büyümesinden dolayı hareket edebilecek, düşünebilecek bir alanımız kalmadığında ortaya çıkmaktadır. Kavramlara sığındığımızda onlar üzerine eleştirel bir düşünce yapma ya da bu kavramı kendi ideolojimiz kapsamında yeniden inşa etme sürecine girmeyiz. Onun yerine hızlıca baskıdan kurtulmak için genel kanılarla o kavramı benimseriz. Ne var ki, sığındığımız kavramı karşımızdaki baskıcı iktidar bir tür yapı-bozuma uğratarak o kavrama da egemen olabilir ya da başka bir baskıcı iktidarın tahayyülündeki kavrama sığınmış olabiliriz.
Yazıyı bitirirken yazının amacını biraz daha açmakta fayda olacak. Bu yazıyı, direnişlerle kapitalist sistem içerisinde elde edilmiş hakları ya da bu hakların tarihsel süreç boyunca tekrar tekrar uygulanmasını hedef alma amacıyla yazmadım. Zira, yazıda da belirttiğim üzere sorun bize mevzi kazandırabilecek haklar ya da kavramların kendileri olmayabilir her zaman. Tartışmaya çalıştığım sorun, bu kavram ve hakların egemen-olanın belirlenimleriyle bazen genişletilirken bazen de dar bir çerçeveye oturtulmasıdır. Örneğin, gösteri ve yürüyüş hakkının kanun maddeleriyle düzenlenmesi, bu hakkın egemenin tahakkümü altında tekrar tekrar yorumlanmasına neden olmaktadır. Ancak, bu durum karşısında önerdiğim şey, egemenin politikasının bir aparatı olan hukuk alanından tamamen çekilmek değildir. Elbette, mahkemelerde verilen hukuksal mücadelelerden alınan kazanımlar bugün bu sistemde bize önemli mevziler açar. Ancak, bu, esas hedefe varmak değil, hedefe varmak için açılan mevzilerdir. Politik olarak bir hedefe varmak demek ise tartıştığımız eşitlik, özgürlük gibi kavramları sistemin ve egemenin elinden topyekûn alıp onu kolektif bir biçimde tekrardan var etmekten geçer. Mevzi açmak, egemenin simgesel alanında boşluklar açmak ve bu boşlukları kendi politik tahayyülümüzü de ortaya koyarak yeniden doldurmaktır. Politik hedefe varma yolu ise açılan her mevziinin sonunda egemenin simgesel alanına rıza göstermenin ötesine geçerek bu simgesel alanı tamamen ortadan kaldırma tahayyülü ve iradesine sahip olmaktan geçecektir.
[1] Douzinas C., Akbaş K. (Çev), Sağlam R. (Çev.) (Ekim 2017), İnsan Hakları ve İmparatorluk Kozmopolitanizmin Siyasi Boyutu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
[2] Chakrabarty D., Cörüt İ. (Çev), (Kasım 2021), Avrupa’yı Taşralaştırmak, Dergah Yayınları
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.