Muhtaç olunan kudretin dayanağı hiç de öyle uzaklarda, “başka türlü bir şeylerde”, kendi varlığına yabancılaşmada değil. Kudret, işle ev arasında yaşama yabancılaşanları kendine ait bir yurdun, kendi için sınıfın imkanına inandırabilmekte gizli
Türkiye’nin siyasal krizi bugün üstyapıdan çok altyapıda cereyan ediyor. Devletin ülke tarihinde az rastlanır türdeki yekpare görünümüne ve muhalefetin pasifikasyonuna bakınca bir kriz tespit etmek zorlaşıyor. “Kutuplaşma” denen olgunun kadük bir sav olduğunu, bunun salt düşük yoğunluklu bir kültür çatışmasından ibaret kaldığını, mezkur çelişkinin de giderek silinmek üzere olduğunu daha önce defalarca yazdık. Zira bu türden memnuniyetsizlik ve tepkisellik siyasetinin doğal önderi olan burjuva muhalefeti hızla iktidarla benzeşiyor, onun tarafından belirleniyor. Haliyle siyaset yapmayı seçimden seçime oy vermek olarak okumaya alıştırılmış geniş kitleler de isteyerek veya istemeyerek bu hatla uyumlanıyorlar.
Birbirinden farklı olduğu, birer farklı kutup olduğu iddia edilen politik kümeler arasında fikri ve psikolojik yakınlığın en üst seviyede olduğu tuhaf bir dönemi tecrübe ediyoruz. Tarafların büyük ölçüde milliyetçi, (erke tapınma manasında) devletçi, itaatkar, pasif bir şekillenmeyle mahdut olduğu bizce açıktır. Ne ki birbirlerini dilerlerse can düşmanı ilan etsinler, bu can düşmanlarının yeri geldiğinde ortak bir kanaat ve aksiyon geliştirmeleri hiç de zor olmuyor. Elbette bu müşterek sevinci ve tasayı belirleyen itki milliyetçilik ortak paydasıdır.
Şu; on beş yaşında, Türk siyasi tarihine ilgi duyan bir apartman çocuğunun da kolayca yapabileceği alelade bir tespittir: Türkiye toplumunda milliyetçi refleksler, muhafazakar ya da seküler muhtelif görünümleriyle zaten her zaman belirleyici ve hakim olmuştur. Bunun illaki “öze dair” diye etiketlenebilecek kimi sebepleri de vardır, zira her millette neredeyse “irsi” açıdan karakterize olan bazı eğilimler olur. Örneğin, faşist diktatör Franco İspanyol milletinin anarşizme olan doğal meylinden şikayet ederdi. Bizde de milliyetçiliğe, muhafazakarlığa doğal bir meylin oluştuğu söylenebilir belki. Sultanlar deviren “Türkmen anarşizmi” bir veridir lakin “ebed müddet” devletin kuvvetli varlığının bunu bir tür Alevi ve Kürt yahut Ermeni asiliğine sıkıştırmayı başardığını teslim etmeliyiz.
1975-1980 arası dönem Türk Sünni kitlelerin de devrimci hareket saflarına akın akın katıldığı bir süreç olarak istisnadır. O devasa devrimci yığınsal birikimden geriye kalan yalnızca bazı Alevi mahalleleri veya yine istisnai olarak Laz, Hemşinli gibi etnik birimlerin kısmen sola meyyal olmasıydı. Kürt ulusu ise 1970’lerin ortalarından itibaren kendi siyasi hareketlerine intibak etmiş, PKK’nin 1980 başlarındaki temayüzüyle de hem diğer Kürt hareketleri silinmiş hem de bölgede önemli bir güce sahip olabilen Türkiyeli devrimci örgütler de (TİKKO, TDKP, TKEP, Devrimci Yol, Devrimci Sol) Dersim ve kimi başka Kürt-Alevi adacıkları dışında marjinalleşmişti. Solun Kürt anasırı dahilindeki bu geri çekilmesi 1990’ları takiben daha da belirginleşecekti üstelik.
Özetle, Türkiye solu adına yeşerilebilecek toprakta zaten bir verim sorunu olduğu evvela kabul edilebilir. Lakin istisnanın kaideyi sarstığı 1970’ler sürecini enseyi karartıp, mücadeleyi tatil etmemek adına bir motivasyon öğesi olarak hep akılda tutmak gerekiyor. Elbette o dönemki “başarı” sadece devrimcilerin kendi becerileriyle açıklanabilecek bir mefhum değildir, devletin içinde düştüğü siyasi kriz, ekonomik bunalım, can güvenliği sorunu ve tüm bunların kangren haline gelişi de solu besledi. Ama yine de o günlerin seyri “özcü”, “ezel ebedci” perspektifi boşa düşürmeye yetiyor. Gerçi o kadar eskiye gitmeye, illa radikal bir dönüşüm aramaya da gerek yok. Özcülüğün hatalı bir varsayım olduğunu son yerel seçim sonuçlarını inceleyerek de tespit etmek mümkün.
Bu “iyimser” okumayı bir köşeye özenle yerleştirip içinde bulunduğumuz karanlık tabloya dair birkaç kelam edebiliriz. Malum, “12 Eylül Kuşağı” veya “Özal Kuşağı” diye tanımlanan nesiller de ciddi bir politik zehirlenmeye maruz kalmışlardı ama ciddi bir kitle de direnç noktası oluşturuyordu. Yani o günlerde, evet, bir Televole kültürü vardı ama halka yönelik bu yozlaştırma saldırısı sebebiyle veya yoksullaşmaya tepki olarak, egemenlere “gecekondulardan gelip gırtlağımızı kesecekler” ya da “bu programlar insanları komünist yapar” dedirtecek bir halk kesimi ve örgütlülük de söz konusuydu. Yani egemen ideolojiyle denge kuracak güçte olmasa da onun gözünü korkutabilecek kudrette ve belli alansal varlığa haiz bir hakikatten bahsediyoruz.
1990’lar ve 2000 başlarındaki büyük kırım ve kırılmalara rağmen 2015-2016 kıstağına dek kimi mahalleler, üniversite yerleşkeleri ve meslek örgütlenmelerinde geleneksel etkinliğini sürdürebilmişti bu hakikat. Bakış açısına göre (örneğin Cephe’nin karşı iktidar pratiklerini düşünelim) ömrü belki de beklenenden uzun sürmüş sayılabilecek söz konusu dönem büyük gürültüler koparmadan şimdilik kapandı. Burada asıl düşündürücü olan nokta, kuşaklar arasında yakınlığa karşın bir birikimin aktarılamamış olması, “hiç yaşanmamış gibi” hissinin yerleşmesidir. Aynı hissiyat, malum, Gezi için de geçerli.
20 yılı aşkın süren AKP iktidarı, iltisaklı hale gelen basiretsiz, sinik muhalefet, örgütsüzleşmenin keskinleşmesi, solun siyasal alanda boşa düşüşü bugünleri hazırladı. En büyük mesele olan ekmek davası, işbu iklimde devrimciliği değil iktidara yamanmayı, tamahı ya da başka bir dünya hayali mümkünse de bunu ancak sınıf atlama iştiyakı üstünden kurabilen bir tipolojiyi, vasatı yerleştirdi. Tepkinin beslediği “alternatif” ideolojiler soldan değil sağdan yeşermeye başladı. İktidarın daha sağında konumlanan, pratik radikalliği su götürür ama düşünsel saldırganlıkta büyük merhaleler kateden faşizan düşüncenin yaygınlaştığı gün gibi ortada. Andığımız bu yönelim de kah önemli gündemleri ırkçılıkla, cehaletle, düşmanlaştırmayla manipüle ederek kah “devletim”, “polisim” nidalarıyla direkt hükümete eklemlenerek yine iktidara yarıyor.
Alışılageldik bir vaziyettir, Türkiye’de sağı solu durmadan iktidarın çıkarına iş yapmakla itham edenler bizzat iktidarın ekmeğine yağ sürenler olur. Bugün gündemdeki meselelere yaklaşımlara, eskiye göre, mesela 1990’lara göre, düşünsel irinin sirayet ettiği kitle daha geniş. Memleket faşizmin cangılı haline geldi.
Son bebek ölümleri skandalını dahi PKK’ye, Kürtlere bağlayıp meseleyi bulandıran, gerçeğin konuşulmasını engelleyen, tepkiyi sündüren bir cinnet var. Ya da polisin, devletin bile böyle bir iddiası yokken, Dilek Doğan’a terörist denen tweet’lerin binlerce beğeni aldığı bir dipsiz kuyu. Dilek Doğan katledildiğinde böyle bir toplumsal vasat yoktu örneğin. Öyleyse aldığı oya bakarak Zafer Partisi’yle alay edenlerin, üstelik kendileri elli yıllık geleneğe dayanan otuz yıllık yasal partilerken alabildikleri dramatik oylar ortada olmasına karşın, bir kere daha düşünmeleri gerekiyor.
Siyasal başıboşluk, açık ki faşizan bir başıbozukluğa genişleme olanağı sundu. Bunu sadece solun yokluğuna, AKP’ye yönelecek tepkileri oradan isyana doğru dönüştürebilecek bir devrimci kılavuzun eksikliğine bağlamak da hatalı olacaktır.
Bana kalırsa Türkiye’de bugün bir sol Kemalizm’in aydınlarıyla da, kitlesiyle de varlık gösteremiyor oluşu da toplumdaki, bilhassa yeni kuşak gençlikteki şovenizmi tırmandıran etkenlerden biri. Sol, liberal açılımlara ya da Kemalist tornistanlara meylederken, Mustafa Kemal figürü etrafında kendini tanımlayan kesimler de eskisinden daha sağda bir kulvara sokulmakla meşgul.
Sınırlı da olsa bir karşı ideolojik hegemonyanın, çekim merkezinin var olmadığı bu koşullarda işaret ettiğimiz toplumsal sağcılaşma neticesi moral bozucu bir olgu ama bir sürpriz olarak nitelendirilemez. Ülkeminizin 1950’ye kadarki konjonktürünü bir kenara bırakıp da düşünürsek eğer siyaset sahasında tebarüz eden bu çölleşmenin bir dengi tarihimizde yok.
Sade suya tirit algısıyla malul oluşundan “ne yapmalı?” önerileri günümüzde politik meselelere sosyalizm zaviyesinden bakan yazılarda hep en can sıkıcı bölümleri oluşturur. Bu yazıda da öyle olacak mı bilemiyoruz ancak sorunun apaçık tespit edildiği yerde çözümler de tatbiki karmaşık veya zor da olsa olanaklıdır. En azından bir çabayı hak eder.
Hangi görüşten olursa olsun insanlar bir sınıf bilincine şu veya bu düzeyde, o ya da bu biçimde sahiptir. Önemli olan nokta, hangi siyasal tarafın bu bilinci ne şekilde, ne tarafa bükebildiğiyle işaretlenmeli. Sağ, bu bilinci dinle, imanla, milliyetle, kutsal devletle, insan doğasıyla açıklayıp kendi ideolojik dünyası içinde soğurabilir. Sol da bu eksik bilme halini alıp, yıkıcı ideolojik donanımıyla bunu düzenin alnına doğrulmuş bir silaha dönüştürebilir.
Son birkaç yüzyılın savaşı, hikayesi en rafine haliyle bu çatışmadan, yarıştan, rekabetten ibaret tasavvur edilebilir. O halde, kimliklerin yumuşatılmış çelişkilerinin hafif harbine hasredilmiş, ipoteklenmiş bu alanda, bu vasatı darmadağın edebilecek yegane şey yine kendi için var olan sınıftır. Yani silah orta yerde duruyor ama kabzayı tutacak cesaret yok. Kanıksama, uyumlanma, uyuşuklaşma, giderek yılgınlık bir karakter görünümüne kavuşuyor. Yeni bir siyasetin yolu fazlasıyla tanıdık yerlerdeyken tüm gözler uzaklara dalmış, keşif, icat ya da mucize bekleniyor. Yahut kendi ideo-politik toprağından rücu edip, terk-i diyarla yabancı ideolojilerin kıyılarından hayır beklenmekte.
Halbuki, Türkiye’de kuru ekmeğin politikası sadece mümkün değil zaruridir de, alan açıcıdır hâlâ. Bölüşüm şokunun bu denli canavarlaştığı, özneliğin kaybedilip siyasetin sadece seçkin vekillerin temsiliyetine akdedildiği bu depresyon vasatında dayanıklı bir çıkış ancak mevcut sol politik kodları yeni döneme uyumlayarak geliştirmekle, tarihin volan kayışını el yordamıyla da olsa döndürmekle mümkün olacaktır.
İmkanı görmek için yurdun dört yanında yanıp sönen, kah kazanan kah yenilen işçi direnişlerine bakmak lazım. Elbette bunlara sadece bakmakla, bunları alkışlamakla yetinmek bir yere vardırmayacak. Bu kanala eklemlenip, zamanla ve ısrarla bu akımın öznesi, yani siyasal sahnesinin tapulu sahibi olmak gerekecek. İslami akımların sadece enternasyonalizm değil, “sınıfı örgütleme” hususunda da soldan yetkin olduğu aşikar. Demek ki yapısal bir problem var. Bu yapısal problemin aşılabilmesi üç beş formülle mümkün değil. Deneyip yanılmaya, yorulmaya, yenilmeye ve yeniden başlamaya ihtiyaç duyuyor bu zaaf.
Tek hamlede kolayca yutulabilecek kültürel gettolar, kendi içinde ciddi ekonomik ve sosyal farklar gösteren beyaz yakalıların dertleriyle haddinden fazla meşguliyet veya başkalarının uzmanlık alanlarında başkalarına benzeyerek var olma, büyüme çabası bir sonuç getirmeyecek.
Muhtaç olunan kudretin dayanağı hiç de öyle uzaklarda, “başka türlü bir şeylerde”, kendi varlığına yabancılaşmada değil. Kudret, işle ev arasında yaşama yabancılaşanları kendine ait bir yurdun, kendi için sınıfın imkanına inandırabilmekte gizli.
Suni denge darbelenmeden yeni bir denge kurmak mümkün değil.
Kaynak: Vesaire
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.