Feminist hareketin ve kadın hareketinin büyük bölümü (keza sosyalist hareketin de), İsrail’in soykırım politikaları karşısında Lübnan ve Filistin halklarıyla dayanışmayı yükseltirken, öncelikle AKP iktidarının söylemde Filistin’i destekler görünüp İsrail’e her türlü askeri lojistik destek veren sermaye ilişkilerini sürdürmesini, hatta artırmasını, teşhir ediyor. Ancak Hamas’ın en etkin aktörü olduğu El Aksa Tufanı Harekâtı’nın haklılığı ve soykırıma karşı direnişin meşruluğu nedeniyle, fiilen Hamas ve Lübnan Hizbullah’ının, İsrail ve aslında bir bütün olarak emperyalizme karşı verdikleri mücadeleyi desteklemek, feminist hareketin Türkiye’deki herhangi bir siyasal İslamcı akımla Filistin direnişi üzerinden yan yana gelmesini gerektirir mi, tartışmak gerek
Hamas’ın öne çıktığı, Filistin direnişinin tarihsel olarak en önemli adımlarından biri olan 7 Ekim 2023’teki El Aksa Tufanı Harekâtı ile birlikte, Türkiye’de siyasal İslam’ın farklı veçheleri ile toplumsal hareketin Filistin konusunda nasıl ilişkileneceği üzerine tartışmalar başladı. İslamcı ideolojik hegemonya ile faşizmi inşa eden, kadınlara adeta savaş açan bir AKP iktidarında; Şengal’de, Rojava’da ve bizzat Türkiye’de katliamlar yapan IŞİD’e ilişkin hafıza bu kadar canlıyken; Hamas’ın merkezinde olduğu bir Filistin mücadelesine destek mümkün mü sorusu gündeme geldi. Lübnan’da Hizbullah’ın Filistin direnişine destek vermesiyle İsrail’in Lübnan’a da saldırmaya başlaması ve Nasrallah’ın öldürülmesi ile birlikte, İslamcı bir örgüte İsrail’e karşı bile olsa destek verilmesi, özellikle kadınlara ilişkin politikaları göz önünde bulundurulduğunda mümkün mü, sorusu da tartışılmaya devam ediyor.
Feminist hareketin ve kadın hareketinin büyük bölümü (keza sosyalist hareketin de), İsrail’in soykırım politikaları karşısında Lübnan ve Filistin halklarıyla dayanışmayı yükseltirken, öncelikle AKP iktidarının söylemde Filistin’i destekler görünüp İsrail’e her türlü askeri lojistik destek veren sermaye ilişkilerini sürdürmesini, hatta artırmasını, teşhir ediyor. Ancak Hamas’ın en etkin aktörü olduğu El Aksa Tufanı Harekâtı’nın haklılığı ve soykırıma karşı direnişin meşruluğu nedeniyle, fiilen Hamas ve Lübnan Hizbullah’ının, İsrail ve aslında bir bütün olarak emperyalizme karşı verdikleri mücadeleyi desteklemek, feminist hareketin Türkiye’deki herhangi bir siyasal İslamcı akımla Filistin direnişi üzerinden yan yana gelmesini gerektirir mi, tartışmak gerek.
Türkiye’de İslamcı hareketin resmi tarih yazımı özellikle son 30 yıldır, antiemperyalist ve Batı karşıtı oldukları üzerinden şekilleniyor. Oysa Türkiye’de Komünizmle Mücadele Derneği’nin NATO destekçiliğinin en somut eylemlerinden biri, 69 yılında ABD’nin 6. Filo’suna karşı yapılan gençlik eylemine saldırdıkları Kanlı Pazar’dı. 1950’lerde NATO konseptiyle örgütlenmeye başlayan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Erzurum’daki kurucuları arasında Fetullah Gülen de vardı. Özellikle Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’ne savaş açan İslamcı örgütlere savaşmaları için verilen destekle başlayan, sonrasında Pakistan ve Türkiye’deki İslamcı hareketleri güçlendirerek devam eden anti- komünist ABD projesinin adıydı Yeşil Kuşak. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün Türk-İslam sentezi politikası da tam olarak bu politikanın devamıydı. Kuşkusuz İslamcı hareket, MHP- faşist hareket gibi sadece bir paramiliter örgütlenme hiçbir zaman olmadı, reel bir toplumsal- sınıfsal taban üzerinde yükseldi.
70’lerde merkez sağın ‘esas olarak’ tekelci burjuvazi büyük toprak ağaları ittifakının temsilcisi haline gelmesiyle, özellikle Orta Anadolu esnaflarının ve küçük işletmelerinin muhafazakâr- dindar sahiplerinin, “adil düzen” söylemiyle ortak bir çatı altına toplanmasıyla ortaya çıktı MSP- Milli Görüş çizgisi. 80’lerde sınıf hareketinin tümüyle bastırılması, Özal iktidarındaki neoliberal politikaların bir sonucu olarak, ihracata dayalı büyüme adı altında güvencesizliğin ve düşük ücretlerin sağladığı sermaye birikimi ile Anadolu Kaplanları olarak anılan sermaye kesimi haline geldi Milli Görüş tabanı. Bu grup Özal iktidarının ardından 90’larda Refah Partisi’ne daha doğrudan destek verirken, İslamcı sermaye MÜSİAD içinde ayrı bir blok oluşturarak, iktidara ve devlete ortak olma hedefini açıkça ortaya koyan bir sermaye fraksiyonu oldu. Refah Partisi’nin henüz bölünmediği, hükümette olduğu dönemde ve ele geçirdikleri belediyelerde, dizginsiz bir işçi düşmanlığı politikası önceki DYP-Çiller iktidarından farksız biçimde devam etti. Refah Yol iktidarında 1996’da İsrail ile Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması imzalanırken, muhalefetteyken bir işgal gücü olduğunu söylediği Çekiç Güç’ün süresi de aynı şekilde uzatıldı. 2000’lere gelindiğinde ise TÜSİAD’da cisimleşen tekelci burjuvazi ile MÜSİAD’da temsil edilen yeni burjuvazi, AKP nezdinde AB’ye ve neoliberalizme tam uyum ekseninde bir şekil uzlaştığında, Tayyip Erdoğan da kendini ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı ilan etti. Arada “van minüt” şovları olsa da İsrail ve ABD ile herhangi bir uyum sorunu yaşamadı. Yaklaşık 20 yıl boyunca İslamcı hareketin herhangi bir kanadından bu politik çizgiyi, ciddi ve sistematik olarak eleştiren herhangi bir İslamcı fraksiyon, grup da olmadı. Şimdi kendilerini ‘muhalif İslamcı’ olarak ortalara atanlar dâhil.
Diğer yandan İslamcı hareketin Kürdistan kanadında Hizbulkontra 90’lı yıllardaki kirli savaşta, aynı MHP’nin 70’lerde ifa ettiği paramiliter örgütlenme görevini üstlenerek, Kürt özgürlük hareketine ve Kürt halkına saldırıyordu. İhtiyaç hâsıl olduğuna karar verildiğinde ise Hüda-Par ile yasal alana çıkan Hizbullah’ın, önce Kobane sürecinde ve en son da 2023 seçimleriyle birlikte yeniden sahaya sürüldüğünü gördük. Bugün de yine Filistin bahanesi ile Amed’de gövde gösterisine dönüşen yürüyüşler yapıyor Hüda-Par.
Ezcümle Türkiye’de siyasal İslamcılık 1950’lerden itibaren her daim işçi sınıfının ve demokrasi mücadelesinin düşmanı bir sermaye fraksiyonunun çıkarları temelinde örgütlenmiş, ABD ve İsrail muhibbi, devlete ortak olma mücadelesi veren bir hareket olageldi. 90’ların başında Beyazıt Camii önünde başladıkları Filistin ile dayanışma eylemlerinde İsrail ve ABD bayrakları yakarken, gerek Refah Yol döneminde gerekse AKP iktidarının gücünü koruduğu dönemlerde, İsrail ve ABD işbirlikleri karşısında herhangi bir siyasal yol ayrımına gitmeyi düşünmediler. Bugün ise AKP’nin neoliberal, işçi ve halk düşmanı iktidarını, açık zor-faşizm ile sürdürmeye çalıştığı koşullarda, siyasal İslamcıların parça parça AKP’den kop’muş’ gibi yaptıklarını görüyoruz. Yeniden Refah’ın işçi havzalarındaki oy oranı ve Filistin’i öne çıkararak girdiği seçimlerde aldığı oyların da bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor. Ki Yeniden Refah’ın son yerel seçimlerde AKP’ye ittifak şartı olarak İsrail ile her türlü anlaşmanın ve ticaretin iptalinin yanı sıra, 6284’ün kaldırılması ve LGBTİ+ hareketin yasaklanması üzerinden yaptığı pazarlık, Filistin ‘dostluklarının’ kadın düşmanlığını gidermediğinin göstergesi. Türkiye’deki tarihsel gelenekleri itibarıyla her daim sol, sekülarizm, işçi ve kadın düşmanı politikalardan mülhem çizgisiyle var olan siyasal İslamcı grupların, Filistin mücadelesine anti -kapitalist ve anti -emperyalist saiklerle katıldıklarına ikna olmamak için yeterince politik deneyim söz konusu.
1979’da başta petrol olmak üzere, büyük sanayinin kontrolünün emperyalist metropollerde oluşu nedeniyle, işçi sınıfının, yoksul köylülüğün, esnafın ve küçük işletme sahiplerinin, siyasal olarak komünistlerin, küçük burjuva milliyetçilerin ve İslamcıların ittifakıyla şekillenen, antiemperyalist bir halk hareketi yaratmasıyla, İran Devrimi gerçekleşti. Devrimden hemen önce kurulan işçi konseylerinin örgütlediği grevlerin, devrim sonrasına yansıması şuraların kurulması oldu. İslamcıların devrimden kısa bir süre sonra, şuralardan komünistleri tasfiyesiyle başlayan süreç 1982’ye gelindiğinde Humeyni rejiminin tüm muhaliflerinin zor yoluyla siyasal ve fiziksel olarak tasfiyesiyle sonuçlandı. Tarihsel olarak güçlü bir sınıf hareketi deneyimine sahip olunmasına rağmen komünist hareket İslamcılara yenildi. Ancak kuşkusuz petrol üretimi ve sanayi işletmeleri kamulaştırılırken ideolojik tahkimat da anti emperyalizm- Amerika düşmanlığı ile inşa edildi.
İran’da yaşanan anti-emperyalist İslam devrimi, emperyalizme biat eden Suudi Arabistan’ın başını çektiği Sünni ittifak ile hegemonya mücadelesine girdi. Devrimin yarattığı hava Lübnan’da iç savaş sırasında Şii toplumu içinde Hizbullah’ın örgütlenmesiyle sonuçlandı. Ortadoğu’da (ve dünyanın geri kalanında) antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadeleleri desteklerini esas olarak Sovyetlerden alıyorlardı. Sovyetlerin Afganistan’da İslamcı çetelerle yürüttüğü savaşın yanı sıra İran devriminin emperyalizmi yenilgiye uğratmaktaki başarısı ve Şii örgütlere verdiği destek, Hizbullah’ın adım adım Lübnan siyasetinde belirleyici güçlerden biri olmasını sağladı. Hamas ise yine 80’lerde örgütlenmeye başladı ve 90 sonrasında Sovyetlerin desteğinden mahrum kalan FKÖ’nün Oslo’da iki devletli çözüme teslim olmasının ardından, yükselttiği mücadeleyle adım adım Filistin direnişinin en etkili örgütlerinden biri haline geldi. Hamas’ın da Hizbullah’ın da boy verdiği topraklar, emperyalizmin sermaye ilişkileri aracılığıyla siyasi hegemonya kurduğu yarı sömürgelerden farklı siyasal koşullara sahipti. En bilinen deyimle “ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki jandarması” olma görevi biçilen İsrail devletinin sömürgeciliği, sistematik fiili işgallerle yayılmaya devam ediyor. Bu koşullarda Hamas’ın ve Hizbullah’ın bulundukları topraklardaki sosyalistlerle (Lübnan Komünist Partisi, FHKC vd.) İsrail karşısında yükselttikleri her mücadele, emperyalist politikalarda açılmış bir gedik olurken, ABD’nin 20 yıl önce yürürlüğe soktuğu BOP’un çökmesinin de ilanı oluyor. Filistinli feministler “Siyonizmden kurtulmadan patriyarkadan kurtulmak mümkün değil”[1] derken, dünyadaki ve Türkiye’deki feminist hareketin anti -emperyalist ve anti -militarist çerçevesi de tam da bu nedenle Filistin meselesini ve bugün İsrail’e gösterilen direnişi, feminist bir mesele olarak görmeyi gerekli kılıyor.[2]
Türkiye’deki siyasal İslamcıların iktidarıyla muhalefeti ile Filistin meselesinde verdikleri tepkilerin, Sünni hegemonya mücadelesinin bir adım ötesine gitmediğini, Nasrallah öldüğünde çoğu grubun sosyal medya hesaplarında ölümü haber olarak dahi yer vermeyişleriyle gördük. Aslında Türkiye sosyalist solu bu durumu 2006’daki Hizbullah İsrail savaşında fiilen görmüştü. İsrail’in yenilgiye uğratılmasını ardından Hizbullah ve LKP’nin çağrısıyla Beyrut’ta düzenlenen uluslararası anti-emperyalist toplantıya, Türkiye’den 10’dan fazla sosyalist örgütün temsilcisi katılmıştı. Dünyadaki antiemperyalist güçlere yapılan bu çağrıya elbette Sünni İslamcı örgütlerden katılım olmamıştı ve tabii ki Türkiye’deki İslamcı örgütlerden de herhangi bir katılım söz konusu değildi. Rojava’da Kürtlere, Süryanilere, Ermenilere karşı, ÖSO, El Kaide ve IŞİD ile birlikte savaşmaya yüzlerce selefi İslamcı gitmişken, İsrail’e karşı Filistin’e savaşmaya giden ciddiye alınır bir rakamdan bahsetmek mümkün değil. Filistin meselesi Türkiye’deki siyasal İslamcıların gündemine 90’larla birlikte girmiş olmakla birlikte, İsrail ile mücadele her daim ülke İslamcılarının iç politikada siyasal meşruiyet zeminlerini genişletme aracı olmanın ötesine gitmedi.
2000’li yıllarda liberallerin de desteğiyle ‘militarizm ve darbe karşıtlığı’ diyerek iktidar alanı dışında toplumsal muhalefetle yan yana gelmenin zeminlerini yaratmaya çalışıyor, darbelere karşı 70 milyon adım teraneleriyle siyasal meşruiyet kazanıyorlardı. 2010’lara özellikle 15 Temmuz sonrasına gelindiğinde hepsinin gerçek yüzü ortaya çıktı. Bugün de AKP’nin yirmi yılının sonunda, siyasal İslamcılık ancak devletin zor aygıtları ve paramiliter örgütlenmeleri aracılığıyla siyasal alandaki hegemonyasını sürdürebilirken, kimi parçaları meşruiyet alanı açmak için Filistin mücadelesi üzerinden anti-emperyalizm ve anti- kapitalizm söylemlerini vitrine çıkarıyorlar. Yukarıda sayılan nedenlerle ve tarihsel deneyimlerin gösterdiği, anti-emperyalizm ve anti-kapitalizmin Türkiye’deki İslamcı hareketlerin ontolojik yapısıyla uyuşmasının mümkün olmadığıdır. Ama bunun ötesinde bugün gelinen noktada siyasal İslam, fiilen din adına, kadın düşmanlığı ve LGBTİ+’lara yönelik nefret siyasetiyle toplumsal ve ideolojik hegemonyasını sağlamlaştırmaya çalışırken, feminist hareketin (ve hatta sosyalist hareketin), bugünkü siyasal söylemleri ne olursa olsun, Türkiye’de siyasal İslamcılığın herhangi bir kanadını herhangi bir toplumsal mücadelenin meşru unsuru olarak görmemesi ve yan yana gelmemesi gerekir. Biliyoruz yaşadık gördük, geçmişleri geleceklerinin garantisidir.
Dipnotlar:
[1] https://capiremov.org/en/interview/nasreen-abd-elal-there-is-no-liberation-from-patriarchy-without-liberation-from-zionism/?utm_source=substack&utm_medium=email
[2] Bu konuda ayrıntılı bir çerçeve için bknz. https://umutgazetesi44.org/arsivler/106602
Kaynak: Umut Gazetesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.