Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya Savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor
Son bir yılın ve ama özellikle de son ayların olguları öyle gösteriyor ki 3. Dünya Savaşı artık sadece “güçlü bir olasılık” olarak değil; “kaçınılamaz bir akıbet” olarak ele alınmayı gerektiriyor. Bu hızlı tırmanış ise esasen şu iki ana etmen üzerinden yaşanıyor: Birinci etmen Rusya-Ukrayna Savaşı iken; ikinci etmen ise İsrail saldırganlığının tırmandırdığı savaştır.
Rusya-Ukrayna Savaşı aslında zaten ta en başından itibaren asla bir Rusya-Ukrayna savaşı değildi. Adı konmamış olsa da aleni bir Rusya-NATO savaşıydı. NATO’nun doğrudan müdahil olmadan yürüttüğü bir savaş… Savaşın bilfiil taraflarından biri pozisyonunda görünen Ukrayna, aslında sadece taşeron bir güç. NATO adına vekalet savaşı yürüten, kullanışlı bir aparat.
Ancak özellikle de NATO’nun 75. kuruluş toplantısı akabinde bu durum önemli oranda değişti. NATO daha doğrudan savaşa müdahil olmaya başladı. Ve böylece savaş gerek kara operasyonu ve gerekse uzun menzilli füzeler ile Rusya içlerine taşınma stratejisine geçildi.
Bu strateji, özellikle de uzun menzilli silahların sahada aktif olarak kullanılması halinde, otomatik olarak savaşı doğrudan Rusya-NATO savaşına çevirecektir. Yani bir başka ifadeyle savaş Rusya ile, başını ABD ve İngiltere’nin çektiği NATO üyesi diğer Batı Avrupa emperyalist devletlerinin taraf olacağı fiili bir savaşa dönüşmüş olacak. Bu durumda elbette Rusya’nın bağlaşık güçleri de zorunlu olarak savaşa müdahil olacak. Ve haliyle de savaş bir anda ve de kendiliğinden bir şekilde topyekûn bir dünya savaşına sıçramış olacak.
İşte tek başına bu etmen bile topyekûn savaşı artık “güçlü bir olasılık” durumundan çıkarıp, “kaçınılmaz bir akıbet” durumuna taşır.
Bugünün koşullarında topyekûn savaşı hazırlayacak çok önemli bir diğer dinamik ise; ABD’nin yıllar öncesinden uygulamaya soktuğu şu meşhur BOP stratejisidir. Malum olduğu üzere bu strateji Ortadoğu’nun ve bununla kaçınılmaz “kader bağı” dolayısıyla Yakın Doğu’nun da yeniden şekillendirilerek paylaşılması esasına dayanmaktadır. Nitekim kimi kez “barış”, kimi kez “demokrasi”, kimi kez “nükleer ve kimyasal silahlar” ve kimi kez de “insan hakları” kisvesi altında bu strateji gereğince mesela Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’ye operasyonlar çekildi. Rusya’nın devreye girmesiyle özellikle Suriye’de istediği sonucu henüz yaratamamış olsa da bölge genelinde azımsanmayacak mevziler kazandığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu projede İran molla rejimi, bölgede sahip olduğu anti-ABD’ci ve anti-İsrailci “direniş hattı” ve rakip hegenomik bir güç olma özelliğiyle özel bir hedef konumundadır. ABD ve İngiltere açısından molla rejiminin özel hedef olmasının esas nedeni elbette ki onun radikal siyasal İslamcı olması veya baskıcı, otoriter veya faşist olması değil. Çünkü onlar için kendi çıkarlarına ters düşmediği sürece bu tür rejimler veya diktatörler asla sorun olmaz. Bilakis ayakta kalmaları için her türlü desteği sunmakta asla tereddüt etmezler. Bunun yığınca örneğinin olduğu hepimizin malumu da. Molla rejimini özel olarak bu iki emperyalist devlet nezdinde “bölgesel baş düşman” yapan tek şey, kurdurup, koruyup kollama yemini de ettikleri kendi ileri karakolu siyonist İsrail devletine karşı olan tutumudur.
Molla rejimi bu tutumuyla hem BOP stratejisine “taş koyma” ve hem de İsrail devletinin varlığına büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bundan ötürü de bir şekilde ve ama mutlak surette bertaraf edilmesi gereken bir düşman güç olarak değerlendirilmekte.
Hamas’ın da aralarında bulunduğu Filistinli bazı örgütlerin İsrail’e ortaklaşa gerçekleştirdiği “Aksa Tufanı Operasyonu” süreci farklı bir evreye taşıdı. İşgal ve ilhaklar ile kendilerini sistemli bir şekilde yok etmeye çalışan İsrail siyonizmine karşı Filistinli güçlerin gerçekleştirdiği bu operasyon, malum üçlü ittifak tarafından İsrail’in varlığına yönelmiş bir büyük tehdit olarak değerlendirildi. Keza onlara göre molla rejimi bu operasyonun arkasındaki esas güçtü. Dolayısıyla da buna gereken yanıtın verilmesi artık ertelenemez “tarihi bir zorunluluktu.”
Siyonist İsrail devleti, ABD ve İngiltere’nin de sonsuz destek ve teşvikiyle, molla rejimine karşı öteden beri öngördükleri savaş stratejini güncelleyerek harekete geçti. Buna göre öncelikli olarak, kendilerine karşı gerçekleştirilen “Aksa Tufanı Operasyonu”nun gerçekleştirildiği “Gazze mevzisi”nin düşürülmesini, molla rejimine karşı öngörülen aşamalı savaş stratejinin zorunlu ilk evresi olarak uygulamaya soktu. Bunu yaparken aynı zamanda da her fırsatta aşırı provokatif saldırı ve siyasi suikastlarla molla rejimi ve müttefiki güçleri sahaya çekme taktiği güttü. İkili amacı olan bir taktikti bu: Bir taraftan kendisi için doğrudan yakın tehdit durumunda olan ileri mevzilerini tek tek düşürürken; aynı zamanda da molla rejiminin dış hat savunmasını kırarak, onu zayıflatmayı hedefleyen bir savaş taktiği.
Nitekim bu amaçla İsrail, ABD ve İngiltere ittifakı tarafından, diğer Batı Avrupalı emperyalist güçlerin de maddi ve manevi destekleriyle, molla rejimine karşı sahada dört koldan sürdürülen bir savaş gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Bu aşamalı savaş stratejisi, doğallığıyla giderek tırmanıp yayılan bir saldırganlığı içerdiğinden; savaş asla sadece Filistinli askeri güçlerle ve Gazze ile sınırlı kalamazdı. Nitekim kalmadı. Kalmaz da. Direniş tutumu içine giren herkes bilfiil imha edilmesi gereken güçler kategorisi içine dahil edilmekte. Böylece, Gazze’nin işgal ve ilhakıyla başlayan saldırganlık, olanca yıkıcılığıyla Lübnan’a da sıçramış durumda. Bu arada bir taraftan da Suriye, Yemen ve Irak’taki önemli mevzilere yönelik saldırılar düzenlenmekte. Bununla amaçlanan ise; buralara yapılacak olası doğrudan müdahalelerin zemini oluşturulmasıdır. Keza bu provakatif saldırganlıklarla aynı zamanda molla rejiminin savaşa bilfiil dahil olması amaçlanmaktadır. Çünkü o durum kendilerine, ABD ve İngiltere’nin savaşa bilfiil katılmasının “elverişli koşulları”nı sunacaktır.
Görüleceği gibi kurguladıkları savaş hiç de “Aksa Tufanı Operasyonu”nu gerçekleştiren Filistinli askeri güçlerin etkisizleştirilmesiyle sınırlı bir savaş değil. Besbelli ki operasyonu “Tanrının bir lütfu” olarak ele almayı tercih ettiler. Öncelikli hedef, Filistin topraklarını işgal edip, tamamen kendi denetimleri altına almak. Ardından da ikinci sırada yine kendileri için tehdit oluşturan Hizbullah’ı bahane ederek Lübnan’ı işgal etmek ve eş zamanlı veya ardışık olarak molla rejiminin Suriye, Irak ve Yemen mevzilerini düşürmeyi ve nihai olarak da İran’a yönelmeyi içeren, yayılmacı bir savaş konsepti.
Bu savaş konseptinin, kaçınılmaz bir şekilde savaşı bölgesel savaş düzeyine taşıyacağı, kendiliğinden anlaşılır olsa gerek. Nitekim Ortadoğu’yu bölgesel bir savaş ile önemli oranda kendi etki alanı haline getirmek, ABD ve İngiltere’nin stratejik hesaplarının (BOP) gereğidir de. Mevcut güçler dengesi baz alındığında savaşın bölgesel savaş karakteri kazanması için İran’ın savaşa fiilen müdahil olması yeterli olacaktır. Bu ise sadece bir zamanlama meselesidir.
Gelişmelerin bu olağan seyri ancak ki karşı bloktan Rusya ve Çin’in aktif olarak soruna müdahil olması halinde sekteye uğratabilir. Bu fiili karşı karşıya gelme durumunun topyekûn savaşın fitilini ateşleme olasılığını gerçekçi bir şekilde kestirebilmek için, bunu, Ukrayna sahasındaki açıktan meydan okuma durumuyla birlikte ele almayı gerektirir.
Yani özetle sorunun tamamen o anın atmosferinde yapılacak muhakemelere kalmış kadar “nazik” bir karakter kazandığı rahatlıkla söylenebilir. Yani topyekûn savaş artık sadece bir zamanlama sorunudur.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.