“2004 değişikliği bir dönüm noktası. Maden politikalarının sonraki süreçteki seyrini belirleyecek hamleler içeriyor. Mevzuatta birçok kez değişiklik yapılmasına karşılık, en son İliç sürecinde de ortaya çıkan manzarada da görüldüğü üzere, belli alanlar denetimsiz bırakılmış. Yapılan düzenlemeler yatırımların daha fazla yayılmasına da yol açtı. Yatırımcıların istedikleri gibi çalışmasını zorlaştıracak veya yatırımlar üzerindeki denetimi artıracak mevzuatlar değiştirildi”
Avukat Cömert Uygar Erdem ile Türkiye’de madenciliğe dair geçmişten bugüne gelen kanuni zemindeki değişiklikleri ve bu değişikliklerin projeler üzerindeki etkilerini konuştuk. Örgütlenme süreçlerini davanın kazanılmasından ziyade mücadelenin kazanması üzerinden tartıştıklarını söyleyen Erdem, bazı koşullarda dava kaybedilse de mücadelenin kazanıldığı örnekleri gördüklerini söyledi.
Satılığa çıkartılan ruhsatların da projeye dönmesiyle birlikte saldırının artacağını vurgulayan erdem doğa savunucularının önünde zor bir dönem olduğunu söyledi. Erdem “Günceli ve nesnel koşulları yeniden okumaya, değerlendirmeye; argümanları, araçları yeniden inşa etmeye; gençleşmeye, yeni yöntemlere, yeni fikirlere değer vermeye ihtiyaç var” dedi.
Yasal/kanuni zemindeki değişikler ve etkileri nedir (dönüm noktaları). Yıllar içinde yapılan değişikliklerin getirdiği avantaj ve dezavantajlar neler oldu?
Maden Kanunu Cumhuriyet’le birlikte gelen bir şey değil. Osmanlı döneminde de Maden Nizamnamesi adıyla farklı dönemlerde değişikliklere uğrayan yasal düzenlemeler var. Cumhuriyet döneminde kanunun hem yeniden yayınlandığı hem de değişikliklere uğradığı süreçler yaşanıyor. Bugün yürürlükte olan Maden Kanunu ise 1985 tarihli. Özal’ın isteğiyle hazırlatıldığı söylenen, 1954 tarihli 6309 Sayılı Maden Kanunu’nu yürürlükten kaldırılarak, 3213 Sayılı Maden Kanunu yürürlüğe konuluyor.
Türkiye’deki maden politikaları uluslararası siyasetten ve krizlerden nasiplerini alarak biçimleniyor diyebiliriz. Örneğin 1970’lerdeki petrol krizi nedeniyle kömür maden yatırımlarına verilen ağırlığın artırılması gibi.
1985 tarihli bu yeni kanun da Türkiye’deki birçok politik alanda olduğu gibi madencilik politikaları anlamında da kırılmaların yaşandığı dönemin izlerini taşıyor. 4. Kalkınma Planı’nda (1979-1983) kaynakların daha tasarruflu, kaynak sömürüsüne gitmeyen bir boyutta kullanılmasına yönelik planlama yapılırken, 1985 yılına geldiğimizde, 5. Kalkınma Planı’nda tam tersi bir vurgu var. “Zenginlik” olarak tanımlanan kaynaklar yerli-yabancı fark etmeksizin ekonominin bir parçası haline getirildi.
80’ler ve 90’larda başlayan 2000’li yıllara kadar değişik dönemlerde farklı aksamalara (!) uğrayan özelleştirme serüveni enerji ve maden alanlarındaki politikaları sınarken, kanunlardaki değişiklikleri de beraberinde getirdi. Bu dönemde, kamu eliyle işletilen maden ve enerji tesislerinin büyük kısmının özelleştirilmesi gerçekleşti.
Madencilik daha çok kömür üzerinden ilerledi. Enerji bağımlılığı, rezerv varlığı ve demir-çelik endüstrisinde kullanılması bunda etkili oldu. Özelleştirmeler öncesinde krom, bakır, gümüş gibi 4. grup madenlerle ilgili de kamu madenciliği yapıldı. Altın madenciliği daha geç duyuldu. 1990’lı yıllarda Bergama sürecinde siyanürün hukuka aykırı olduğunu kamu yararına aykırı olduğunu belirten Danıştay kararları da var. Yürürlüğe bakınca yargıdaki dönüşümü de içerisinde kapsayan bir süreç gibi yaşandı.
2000’lerin başındaki krizler, IMF politikalarının uygulanmaya başlanması ve sonraki süreçte de AKP’nin iktidara gelmesi ile madencilik politikalarında piyasacı anlamda daha da rahatlanan bir evreye girildi.
2004 yılında madenciliğe engel olabilecek ne kadar hukuki düzenleme varsa hepsinin değiştirilmeye çalışıldığı bir süreç başladı. Bir torba kanun içinde Maden Kanunu, Orman Kanunu, Toprak Kanunu, Koruma Kanunu, Çevre Kanunu ve buna benzer temel kanunlarda değişiklikler yapıldı. Korunan alanlarda yapılacak madencilik faaliyetlerinin önü açıldı. Öncesinde izin vermesi gereken kurum ve kuruluşlar, görüş veren kuruluşlar haline dönüştü. Devlet hakkı oranları da yıllar arasında farklı dönemlerde değişikliklere uğradı. Kanunun uygulanmasını engellemeye ve bu suretle haksız kazanç sağlamaya yönelik gerçek dışı veya yanıltıcı beyanlara uygulanacak yaptırımlar hafifletildi. Arama ve işletme ruhsat süreleri uzatıldı. Sonraki tarihlerde yaşanan değişiklikler 2004 tarihli değişikliklerden kaynaklı oluşan yeni hukuki durumlar karşısında gösterilen refleksleri içeriyor. Örneğin, 2004 yılında genişletilen teşvikler, sonraki yıllarda getirilen değişikliklerle daha da genişletilmeye devam edildi. 2019 yılında yapılan, altın, gümüş ve platin için verilecek devlet hakkının yüzde 40’ının alınmayacağına dair değişiklik gibi. Ya da, 2004 yılında Maden arama projelerinin “ÇED gerekli değildir” kararı ile yani ÇED raporu hazırlanmaksızın faaliyete başlatılmasına dair düzenleme gibi. Bu konudaki kanun ve yönetmelik değişiklikleri Anayasa Mahkemesi ve Danıştay tarafından birçok kez iptal edildi.
Teşviklere dair yasal değişikliklere baktığımızda altın, gümüş gibi madenler üzerinde yoğunlaşıyor. Çokuluslu şirketler zaten Türkiye’ye gelebiliyordu ama altın madenciliğinde ağırlıkları daha belirgindi. Örneğin, Artvin ve Bergama’ya gelen ilk şirketler çokuluslu şirketler idi. Daha sonraki süreçte altın madenciliğinin bir kısmı çokuluslu şirketler eliyle yapılmaya başlandı; Erzincan İliç’te, Kayseri Develi, Fatsa’da, Uşak Eşme’de vs. Bu teknolojiye daha çok çokuluslu şirketler sahip olduğu için ilk onlar başladı görüntüsü var ama süreç içerisinde yerli şirketler de işin içerisine girdi. (Cengiz, Koç, Nurol)
Özetle, 1985 yılında yeni kanunun yürürlüğe sokan süreçte olduğu gibi, 2004 değişikliği önemli bir tarih. Maden politikalarının sonraki süreçteki seyrini belirleyecek hamleler içeriyor.
Mevzuatta birçok kez değişiklik yapılmasına karşılık, en son İliç sürecinde de ortaya çıkan manzarada da görüldüğü üzere, belli alanlar denetimsiz bırakılmış. Bunun gibi düzenlemeler yatırımların daha fazla yayılmasına da yol açtı. Bunu da politik risk kavramı üzerinden değerlendiriyoruz. Bu doğrudan yabancı yatırımlarla ilgili tartışılan bir kavramdır. Ekonomik riskler haricindeki kısımları ifade eder. Olası bir hükümet değişikliğinde bu yatırımın devletleştirilmesi riski, yatırımın maliyetlerini arttırabilecek, istedikleri gibi çalışmasını zorlaştıracak veya yatırımlar üzerindeki denetimi artıracak mevzuatlar… Ya da ülkede işçi hakları çok gelişmişse kimse gelip kolay kolay bu yatırımları yapmaya ikna olmaz. Bu politik riskleri minimize edecek hamleler.
İliç süreci ile şöyle bir durum ortaya çıktı. Liç sahasının denetimini hiçbir kurum kabul etmedi. “Bizde değil” dediler. Çevre Bakanlığı atık kısmı ile ilgilendi. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı liçleme aşamasının önceki aşamaları, ruhsatlandırma gibi işlemleri inceliyorum, “diğer kısımları beni ilgilendirir” sorumluluğu kendi üzerinden attı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın benzer mazeretleri oldu. Büyük endüstriyel kazalarla ilgili hazırlanan, 2010’lu yıllarda defalarca yürürlüğe girme tarihi ertelenen BEKRA yönetmeliğinin de liç sahasını kapsamadığı söylendi. Halbuki bir tesisin tamamının, içindeki en ufak ayrıntıya kadar denetim altında olması gerekir. Bu tarz boşluklar var. Bu hukuki boşluklar kanun koyucunun öngöremediği değil de, sanki bilinçli olarak dışarıda bıraktığı alanlar gibi. Dışarıda bıraktığı yer de aslında altının üretildiği yer.
Bunlarla birlikte çok fazla ruhsat dağıtıldı. Hiçbir ekipmanı olmayan şirketler de bu işin içerisine girebildi. 2019’da statüsünde “madencilik yapabileceği statüsünde yazılı” ibaresi bulunmayan firmaların da madencilik yapabilmesi mümkün kılındı. Sonuç olarak herkes bunu yapabilir hale geldi. Bu da çantacılık[1] dediğimiz sektörü daha da geliştirdi.
2004 sonrası süreçte, rödovans ve taşeronlaşma uygulamaları da yaygınlaştı. Örneğin, 2005’teki bir yönetmelik değişikliği izne ve bildirime tabi olmayan rödovans uygulamalarının önü açıldı. Bu rahatlık 2010’larda Soma gibi, Ermenek gibi kazaları da doğurunca 2015 ve sonrasında rödovans gibi uygulamalarla ilgili bazı düzenlemelere gidildi. Sonuç olarak şu an yeraltı kömür işletmelerinde herkes rödovans yapamıyor, sadece kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iştirakleri rödovansa gidebiliyor. Özel şirketlerin o haklarını kapattılar, ona ilişkin düzenlemeler yaptılar. Yine çantacılıkla mücadele kapsamında bazı düzenlemeler yapılmaya çalışıldı ama tam anlamıyla da mücadele edemiyorlar.,
Şu an ruhsat dağıtımı parselasyona dönmüş durumda. Onun da anlamı şu; “zengin” kaynaklara sahipseniz her zaman işgal tehlikesi altındasınızdır. Irak işgali sonrasında petrollerin ruhsata açılması ve şirketlerin gelip yatırım yapabilmesi sağlandı. Öbür türlü bu alanlara devletler gelip el koyabiliyordu. O da “savaş” oluyordu. Neoliberal politikalar ile “şirketler en azından birbirleri ile rekabet etsinler” algısı yaratıldı ve şirketlerin daha rahat bir şekilde başvurabileceği alanlar yarattılar. Türkiye’de herhangi bir doğal varlığa, ormana, tarım alanına, yerleşim alanına bakmadan her yeri çok rahat bir şekilde ruhsatlandırıyorlar.
Köylüler ya da yaşam savunucuları lehine sonuçlanan davalar açısından ortak özelliklerden söz edebilir miyiz?
Ortak özelliği davalar özelinden sorgulayacak olursak, emsal teşkil edecek kararlar yok değil. Kümülatif etki değerlendirmelerine, projenin etki alanındaki flora ve faunanın, biyoçeşitliliğin, endemik türlerin tespitinin saha araştırmasına dayandırılması zorunluluğuna dair bir takım emsal kararlar mevcut. Bunlar belli zamanlarda içtihat haline gelen ancak, mahkemesine, dairesine ve hakim heyetine göre süreç içerisinde değişebilen kararlar. Ortak özellikler, aranırsa elbette bulunabilir. Ancak, bu benzerlikler süreci şablonlaşma dediğimiz ezbere itme tehlikesi taşıyor. Ekoloji hareketi ile mücadelesini yavaşlatan, duraklatan ve daha kötüsü gerileten bir yaklaşım. Belli dönemlerde hukuk dışında bir savunma aracının olmaması, bunu zorunlu kılabiliyor. Ancak, her koşulda mücadelenin davaya endekslenmesi, büyük bir handikap.
Çok örgütlü olduğumuz ve kaybettiğimiz davalar da oldu. Mahkemeler aleyhte karar verse de sonraki süreçte kazanabildiğimiz mücadeleler oldu. Böyle bir genelleme yapılması mümkün değil. Zaten örgütlenmeyi davanın kazanılmasından ziyade mücadelenin kazanması üzerinden tartışıyoruz.
Bazen dava kaybedilir, mücadele kazanılır. Böyle süreçler de söz konusu. Onun bir örneğini verebilirim. Yürüttüğümüz bir HES mücadelesi vardı. Öncesinde kazanılan bir süreci Danıştay bir anda bozdu ve davanın da reddine karar verdi, “Karar kesin” dedi. O an Anayasa Mahkemesi dışında da gidebileceğiniz başka bir mekanizma yoktu. Öte yandan, önceki davalar kazanıldığı ve sahada da herhangi bir yatırım, çalışma olmadığı için uzun süredir rahat davranan, örgütlü mücadelesini askıya alan bir bölge halkı vardı. Ancak, Danıştay’ın kararını öğrendikten sonra bir anda herkes tepki gösterdi. Bu sefer bunun üzerinden kamuoyu yaratmaya çalıştılar. İlçelerindeki bütün siyasi partileri, bütün belediye meclis üyelerini, bütün köy ve mahalle muhtarlarını harekete geçirmeye zorladılar. Belediye başkanı da katılmak zorunda kaldı. Sonrasında kamu kurumlarınca projeye dair üretim lisansı iptal edildi, gerekli sürede yatırıma başlanmadığı için ÇED kararı geçersiz sayıldı. Bu şekilde proje kapandı.
Sonuç olarak dava, Türkiye’nin şu anki durumunda şansa bağlı. Örneğin, mahkemeler fazlasıyla bilirkişi raporlarına bağımlı ve kazanmanız için iyi bir bilirkişi raporunun gelmesi gerekiyor. Onun için de gerçekten iyi bir bilirkişi heyetinin gelip sizin dosyanızı bulması gerekiyor. Kötülerin geldiği yerlerde de zorlayıp bir şekilde bir yerlere vardırmak da mümkün. O an kötü bilirkişi geldi diye süreçten kopmuyorsunuz, onun takibini de yapıyorsunuz tabii. İkizdere’deki davalarda da benzer şeyler yaşandı.
Yatırımcı sermaye grubunun profiline, iktidarla ilişkilerine göre davanın akıbeti şekillenebilir. Örneğin, lehinize gelen bir bilirkişi raporu ya yeni bir bilirkişi raporuyla ya da yeni bilirkişi raporuna ihtiyaç duymayan hakim heyetlerince değerlendirme dışı bırakılıp, davanız reddedilebilir.
Davalardan ziyade süreci kazanabilenlerin çoğu gerçekten ses getirenler oldu. Mücadeleyi zafere erdirebilme gibi bir talep etrafında mücadele yürütüldüğünde davanın da kazanılma ihtimali artıyor. Hatta sadece davaya odaklandığınızda kaybetme olasılığınız da yüksek. Çünkü çoğu zaman lehinize olan karar uygulanmıyor. Bir işlemi iptal ettiriyorsunuz, yenisi tekrar veriliyor. Bu mücadeleyi endekslediğiniz hukuka olan güveni de sarsan, sizi de süreçten düşürebilecek bir sonuca gidebilir.
Hukuki mücadele sonucunda iptal ettirilse de belli girişimler sonucu devam ettirilen projeler hakkında ne yapılabilir?
Cerattepe zaten bunun canlı bir örneği, ben de Cerattepe avukatlarındanım. Davayı kaybettiğinizde, zaten proje başladı diye umutsuzluk iklimi oluşuyor. Ama maden çalışsa bile orayı denetlettirmek gerektiğini, başıboş bırakmamak gerektiğini vurgulamak lazım.
Bunlarla birlikte konjonktüre bağlı olarak da birçok şey değişebiliyor. Süreç içerisinde yatırımcı da bir şekilde çekilebiliyor, bu konuya eskisi kadar sıcak bakmayabiliyor.
Bunun daha acı boyutu şu; orada faaliyetin yapılmayacağına dair bir yargı kararı var ama buna rağmen oradaki belli eksiklikleri giderdik iddialarıyla projeyi başlatma çalışıyorlar. Artvin’de bunu yapmaya çalıştıklarında karşılarına çıkan “ya Artvin ya maden” çıkmazıydı. Buna rağmen olayı kanırtıp madeni tercih etmeye çalıştılar.
Yargı kararlarının uygulanmamasına ilişkin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu zamanından kalma 2019/7 sayılı bir genelge var. Her dönem uygulanıyor ve bununla beraber çok kısa bir şekilde mahkeme kararındaki eksiklikleri gidererek yeni ÇED alınması sağlanıyor. Normalde 1-2 yılınızı alacak bir süreci 3 ayda tamamlattırıyorlar. Yargı kararının uygulanmaması suç, görev suçu. Onunla ilgili suç duyurusunda bulunmak, toplu tazminat davaları açmak dışında hukuken fazla bir yol yok. O yüzden mücadeleyi bırakmamak gerekiyor. Hukuken yine bir şey bulabiliyorlar tabii, meseleyi tek davaya bağlamamak lazım. Bu bir avukat eğitimi olsaydı öyle derdim. “Sadece bir tane dava açıp her şeyi onun sonucuna bağlamayın, bir yandan açabileceğiniz başka dava yolları üretmeye çalışın” derdim. Az önce bahsettiğim örnekte de Anayasa Mahkemesi’ne gidip oradan gelecek bir sembolik hak ihlali kararını beklemeden ÇED sürecini geçersiz kılma ile ilgili başka bir yola başvurmuştuk mesela.
Türkiye’de önümüzdeki döneme dair bu projelerin seyri açısından ne söyleyebilirsiniz? Bu konuda mücadele yürüten doğa savunucularını ve köylüleri ne bekliyor?
Yeni maden projeler gelecek. Hatta dördüncü grup dediğimiz altın, gümüş, bakır projeleri devam edeceğe benziyor; çünkü ekonomi tamamen ona bağımlı kılınmış durumda. Önemli bir değişim aracı olarak altın keşfedilmiş durumda. Daha doğrusu elde o kaldı. Yani TL’nin alım gücünün de düşmesiyle uluslararası piyasada elde altın dışında başka bir şey yok. O yüzden bu tarz yatırımlar artacak gibi gözüküyor.
Yeşil dönüşüm olarak adlandırılan süreçle ile birlikte yatırımcıların da büyük bir hevesle beklediğini söyleyebiliriz. Maden yatırımcıları, bu süreçte maden ihtiyacının 9 kat artacağını tahmin ediyor.
Sürekli satılığa çıkarılan ruhsatlar var. Aramalarda da bir cevher varlığına rastlanılması durumunda bunların çoğu projeye dönmüş olacak. Sonuç olarak bu saldırı biraz daha artacak.
Doğa savunucularının önünde de çok zor koşullar var. Ekolojistler artık yatırım karşıtı, gelişme karşıtı yaftalamarla kamu çıkarlarına aykırı davranan kişiler olarak kriminalize ediliyor ki bunun kendisi güvenlik hakkı, yaşam hakkı gibi birçok hakkın ihlali olarak dönecektir. Hopa’daki Reşit Kibar’ın katledilmesine neden olan olayı biliyoruz. Reşit Kibar, Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu, Metin Lokumcu, Cihan Eren’i ve ismini sayamadığımız önceki yitirdiklerimizi da anmış olalım. Geçenlerde bir rapor yayımlandı, epey bir çevrecinin katlinden bahsediliyordu. Buna benzer bir tehlike hep vardı. Dönem dönem insan kayıplarımızla sonuçlandı. Terörle mücadele kapsamında yargılananlar da oldu 2010’lu yıllarda. Bergama sürecinde ajanlıkla suçlananlar oldu.
İlk bakışta belli şirketler ve kamu makamlarına karşı yürütülen bir mücadele görüntüsü var. Yatırımcılar de yerel ortaklar bulabiliyor. Kendilerini, yerelde istihdam ve ekonomik katkı getiren yapılarmış gibi sunarken, bu şekilde hareket ederek ister istemez işçisinden, bekçisinden, servis şoföründen, alışveriş yaptığı esnafa kadar birçok kesimi yanına çekebiliyor. Bunun toplumsal yaşama yansıması, kutuplaşma oluyor. Bunların hepsi ayrı sorunlar.
Süreç artık can güvenliğini de tehdit eden bir boyuta erişmiş oldu, özellikle paramiliter grupların da bu işin içerisinde olmasıyla birlikte.
Toplumsal hareketlerde yaşanan çöküş ve kriz ortamı ekoloji hareketine de yansıyor. O yüzden iş zor. Ama imkansız da değil, onu söyleyeyim. Havadan umut satan bir insan da değilim. Dikkatli olmalıyız.
Diğer yandan bazı ezberlerin artık değişmesi gerekiyor. Zira, ezber çoktan bozuldu. Aynı söylem ve yöntemler üzerinden bu mücadeleyi anlatmanın da, sürdürmenin de bir karşılığı yok. Bunda ısrar etmek körelme ve yabancılaşmayı getiriyor. Bu da hanemize eksi puan olarak dönüyor. Günceli ve nesnel koşulları yeniden okumaya, değerlendirmeye; argümanları, araçları yeniden inşa etmeye; gençleşmeye, yeni yöntemlere, yeni fikirlere değer vermeye ihtiyaç var.
Dipnot:
[1] “Çantacılık” bir işi yapmak için değil, ruhsat alıp, işe başlamadan elde tutup ihtiyacı olana satarak ruhsat hakkından kar elde etmek için kullanılan, çeşitli alanlarda görülen bir durum