Merkezine enflasyonun düşürülmesini koyan program, bunu faiz-döviz salvolarından daha çok, reel ücretlere eşi benzeri görülmemiş bir vuruş ile başarmayı hedefliyor. Diğer bir deyişle, programın “özünü” iktidarı mali ve sınai kârlar arasında bir tercih yapmaya zorlayacak para politikaları değil, işçinin asgari geçim sepetini ani ve sert bir şekilde küçültmek oluşturuyor. Bu sayede, örneğin, hem faiz soyguncusu mali sermayenin kazanacağı ve kazancını enflasyona terk etmek zorunda kalmayacağı, hem de Mısır ya da Bangladeş gibi ülkelerdeki emek-gücünün ucuzluğuyla yarışamayan ihracatçının kur artışına pek gerek kalmadan rekabet avantajı sağlayacağı bir iktisadi ortamın yaratılması planlanıyor
Emperyalist üretim hiyerarşisinde bağımlı konumda bulunan Türkiye kapitalizmi, çıkarları birbiriyle çatışan, farklı üretim kollarında yoğunlaşmış, mali/sınai sermaye birikimleri eşitsiz ve siyasi iktidar tarafından biri dolaylı, diğeri dolaysızca temsil edilen iki sermaye blokunun egemenliğindedir. Faiz, döviz ve enflasyonun “doğru” ve “rasyonel” seviyelerine yönelik yürütülen tüm politika tartışmaları da mevcut bağımlılık koşullarında işçi sınıfından sızdırılan artı değerin daha nasıl arttırılacağına, nasıl elde tutulacağına ve bu iki blok arasında nasıl pay edileceğine yönelik tartışmalardır. Bu yüzden sınıfın kendi bağımsız mücadele hattını kurabilmesine yardımcı olmak için hangi politikanın sınıfa saldırıyı nereden kurmayı ve hangi sermaye blokunu nasıl beslemeyi amaçladığını işçi-emekçilere gösterebilmek önemlidir.
Önceki dönemin ziyadesiyle kötü şöhretli düşük faiz — yüksek kur — yüksek enflasyon politikasının bir amacı yerel ve genel seçimler sürecinde Erdoğan’ın kendi sınıfsal tabanını konsolide etme zorunluluğuysa, diğeri de dolaysızca temsil ettiği sermaye blokunu dünya kapitalizminin inişli-çıkışlı durgunluğunun (ve elbette ki pandeminin) yarattığı baskılar karşısında koruma arzusuydu. Çünkü hâkim sermaye blokuna kıyasla daha düşük birikim ve emperyalist entegrasyon derecesine sahip olan bu blok, bu baskılara karşı onun kadar bağışık değildi.
Bu dönemde bayraklaştırılan düşük faiz ısrarı, orta burjuvazinin esas olarak TL ile kredi çekip, TL ile mal alan ve iç pazara TL ile satış yapan kesimlerini su üstünde tutacak, yüksek döviz kuru da Dolar ve Euro ile mal satan ihracatçıların rekabet güçlerini artıracaktı. Blokun tekelcileştirilmeye çalışılan ve savunma sanayisi, inşaat gibi sektörleri tutan daha büyük üyeleri ise zaten doğrudan kamu kaynaklarına boğulacaktı.
Bu politikanın enflasyonu raydan çıkaracağını Erdoğan elbette çok iyi biliyordu. Düşük faiz ve yüksek dövizle kurtarılan firmalar enflasyona ezdirilmesin diye bu yük sahte enflasyon hesabıyla işçinin omzuna yıkıldı. Ücretlere gerçek enflasyonun yarısından daha düşük (hatta sahte enflasyonun dahi altında) zam yapılarak reel ücretler geriletildi.
Tabii hayat pahalılığının giderek tahammülfersa hale gelmesinin toplumsal bir patlama yaratma riski günceldi. Ancak öyle ya da böyle ücretlere 6 ayda bir zam yapılıyor olması, yüzdürülen firmalar sayesinde insanların en azından işsiz kalmaması ve filedeki deliğin bir nebze de olsa düşük faizli ihtiyaç kredileri/kredi kartı yoluyla yamanabilmesi sayesinde böyle bir patlamanın engellenebileceği umuldu. İşçi sınıfının sendikal ve siyasi öncüleri kâh genel seçimler sonrası baharı bekledikleri, kâh işçi-emekçilerin dolaysız dertlerine gönül indirmekten çok daha önemli işlerle uğraştıkları için Erdoğan bu planını anlamlı hiçbir engele takılmadan, başarı ile uygulayabildi.
Sonuç itibariyle, 2005’ten beri düşüş eğiliminde olan Marksist kâr oranını 2021–23 arasında toplam yüzde 3’ten fazla yükseltecek bir karşı-eğilim oluşturulabildi, kâr kütlesi de sabit fiyatlarla yüzde 55 gibi devasa bir oranda arttırıldı.
Mevcut politikaların sürdürülemezliğini sağlayan şey de sınıf mücadelesi değil, kapitalist birikimin iç çelişkileri ve iki sermaye bloku arasındaki çelişkiler oldu. Merkez Bankası rezervlerinin buharlaşması kurdaki artışı baskılayabilme kapasitesini tüketti. Kamu bankaları eliyle dağıtılan ucuz kredilerin ve dövizden TL’ye dönenlere vaat edilen garantiler kamunun faiz yükünü patlattı. Uluslararası yatırımları belirleyen kredi notları düşmesi ve risk primlerinin yükselmesi yabancı sermaye kaçışını çok daha hızlandırarak kur üzerindeki baskıyı artırdı. Düşük faiz — yüksek kur — yüksek enflasyonda ısrar, emperyalizmle entegrasyon düzeyi çok daha üstün olan ve mali sermaye gücünü elinde bulundurduğu için kârının önemli bir bölümünü faiz soygunundan kazanan hâkim sermaye blokunun sert tepkisine yol açtı.
Seçim döneminde bu çelişkilerden her biri hâkim sermaye blokunun dolaysız temsilcisi olan burjuva muhalefet eliyle siyasallaştırıldı. İşçi sınıfı ve ezilenlerin temsilcileri tarafından “taktik gereği” zihinleri burjuva muhalefete kiralanan kitleler de bu blokun çıkarlarını kendi çıkarları sanarak, yoksullaşmalarının sebebini liyâkatsiz ekonomi yönetiminde, çareyi de faizlerin yükseltilip, yabancı sermayeye güven sağlanmasında beyhude yere aradı.
Seçim süreçlerinin başarıyla tamamlanmasının hemen ardından Mehmet Şimşek’i göreve getirip, düşük faiz politikasından vazgeçen Erdoğan, böylelikle emperyalist mali sermaye akımlarının ve yerli mali sermaye blokunun yeniden faiz soygunculuğu yapabilmesinin önünü açtı. Yani “rasyonel ekonomi politikalarına” değil, Türkiye kapitalizminin emperyalist hiyerarşi içindeki bağımlı konumunun gereklerine ve Türk burjuvazisinin iki bloku arasındaki dengelerin yeniden gözetilmesine geri dönüş süreci başladı.
Ancak Şimşek programını “dengelenme” adına yapılan daha önceki para politikası zikzaklarıyla tamamen aynı nitelikte görmek yanıltıcı olur. Bu programı öncekilerden ayıran temel nokta, işçi sınıfına yönelik tasarlanan, ancak uzun yıllar boyunca ertelenen şok darbesini gündeme alacak kararlılığı nihayet kendinde bulmasıdır.
Merkezine enflasyonun düşürülmesini koyan program, bunu faiz-döviz salvolarından daha çok, reel ücretlere eşi benzeri görülmemiş bir vuruş ile başarmayı hedefliyor. Diğer bir deyişle, programın “özünü” iktidarı mali ve sınai kârlar arasında bir tercih yapmaya zorlayacak para politikaları değil, işçinin asgari geçim sepetini ani ve sert bir şekilde küçültmek oluşturuyor. Bu sayede, örneğin, hem faiz soyguncusu mali sermayenin kazanacağı ve kazancını enflasyona terk etmek zorunda kalmayacağı, hem de Mısır ya da Bangladeş gibi ülkelerdeki emek-gücünün ucuzluğuyla yarışamayan ihracatçının kur artışına pek gerek kalmadan rekabet avantajı sağlayacağı bir iktisadi ortamın yaratılması planlanıyor.
Bu kapsamında programın ilk büyük adımı Temmuz’da atıldı ve 6 ayda bir zam yapılması gereken asgari ücrete sahte enflasyon oranı kadar dahi zam yapılmadı. Bu saldırının yoksullaşmayı nasıl katladığını uzun uzun anlatmamıza gerek yok ancak şöyle göstermiş olalım: enflasyon karşısında ücretlerin çok yetersiz de olsa desteklenmeye devam edildiği 2020–23 arasında Türkiye kapitalizminin sömürü oranı (=toplam kâr kütlesi/toplam ücretler) yüzde 180’lerden yüzde 259’a kadar fırlatılabilmişse, süren yüksek enflasyona rağmen ücretlerin yılın ikinci yarısında sabit bırakılması bu oranı çok daha yukarılara taşıyacaktır.
Siyasette iki blokun doğrudan temsilcileri arasındaki “normalleşmenin” maddi zemini işte bu ortaklaşmaya dayanıyor. Elbette bu, iki blok arasındaki tüm çelişkilerin çözülmüş olduğu anlamına gelmiyor. Örneğin, görece yüksek teknolojili sanayi üretimini ve ihracatını elinde bulunduran hâkim blok, hâlâ çubuğun dijital dönüşüm yoluyla üretkenlik artışına bükülmesini ve bu kapsamda kamu kaynaklarının kendisine yöneltilmesini istiyor ancak bu kaynaklar hâlâ Erdoğan’ın dolaysızca temsil ettiği blokun ağababalarına gidiyor. Bu blokun vitaminsiz kesimlerinin gönlü de hâla düşük faiz ve yüksek kurda, çünkü bu tasarımın nihai hedefine ulaşması (enflasyonun düşürülmesi) geciktikçe finansman maliyetleri iflas risklerini artırıyor.
Bu noktada Şimşek programının başarısız olup, bir ekonomik krize yol açması elbette ihtimal dahilindedir. Hatta bu yöndeki riskler birikmektedir. Ancak burjuvazinin son 5 senedir ekonomik krizden kaçınabilmesinin temel nedeninin bizi engelsizce yoksullaştırabilmesi olduğu unutulmamalıdır. Yani mücadeleyi yükseltmek, Şimşek programını çökertmenin çok daha garantili ve işçi sınıfı için çok daha az masraflı bir yoludur.
Bu programın saldırıları “Vergi adaletine”, “israf ekonomisine”, “yolsuzluklara” ve/ya “savaş harcamalarına” dair taleplerle göğüslenemez. Çünkü bunlar yeniden-bölüşüm alanına dair taleplerdir. Oysa sorun bölüşümdedir. Kaldı ki işçi sınıfı bu alanda az da olsa belirleyici olacak kurum ve konumlarını kaybedeli on yıllar olmuştur. Bu sebeple, her ne kadar teşhir değeri taşısalar da, bu talepler bugünün mücadelesi için en fazla tâli bir önem taşıyacaklardır.
Bu saldırıya yanıt, çığırından çıkan fiyat artışlarına, yani enflasyona karşı mücadele bayrağı altında da verilemez. Kitleler hayat pahalılığından şikayetçidir ancak hayat pahalılığını yaratan enflasyon değil, enflasyon artarken arttırılmayan ücretlerdir. Diğer bir deyişle, somut sorun artan fiyatlar değil, çakılan ücretlerdir. Aktif olabileceğimiz kısım burasıdır. “Enflasyona karşı mücadele” bayrağı ise, bahsettiğimiz üzere, burjuvazinin bayrağıdır ve amacı da ücret artışlarını enflasyonun sebebiymiş gibi tartıştırarak zihinleri bulandırmak ve “aynı gemideyiz” masalıyla işçi sınıfını Şimşek Programı’na razı etmektir.
Erdoğan, Türkiye kapitalizminin iki blokunun da tam desteğini alan Şimşek Programı ile saldırıyı esas olarak reel ücretleri ezme ve işsizliği artırma üzerine kuruyorsa, sosyalistlerin kavgayı kuracağı yer de işçilerin ücret ve iş mücadelelerinin tam ortası olması gerektiği açık olmalıdır.
İktidarın saldırıyı ilan ettiği günden bugüne kadarki sürenin pek de verimli kullanılabildiği söylenemez elbette. Ayrıca böyle bir kavganın ziyaretçilikle, destekçilikle ya da çağırıcılıkla kurulamayacağı, işçiler arasında çalışmanın taktik değil, stratejik bir mesele olduğu herhalde yeteri kadar deneyimlenmiştir. Bu yüzden, halihazırda yürüyen direnişlerin ateşini çoğaltmak için mümkün olduğunca çok işyeri, havza ve işkolunda tekil ücretlere zam talepli eylemlerin ve işten atmalara karşı direnişlerin yükseltilmesine yardımcı olmaya, daha geniş kitleleri de asgari ücrete zam mitinglerinde birleştirmeye başlamak, tehdit gücüne sahip bir işçi hareketinin yaratılabilmesi için atılmış en doğru adım olacaktır.
Kaynak: Medium
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.