Olayların politik içeriği yok sayıldığında her alakasız durum birbirine benzetilebilir ama bundan herhangi bir devrimci eleştiri ve politik hat çıkmaz
KIRIK AYNADA “YÜZLEŞME”: ŞAVŞAT VE DEVRİMCİ YOL (1)
Karaosmanoğlu, geçmişte oldukça siyasal temelde yaşanan ve ayrışmalara neden olan tartışmaları yok sayıp meseleleri kişilik çatışmalarına indirgemeyi tercih ediyor.
75-76’lı yıllarda 12 Mart’la organize bir yüzleşme yapılmamıştı. Sen değil, ben-biz formatında ayrılıklar. Doğrular, yanlışlar bir yana, eleştirel akıl oluşturacak derli toplu hiçbir değerlendirme yok. Demirel’in deyişiyle “neeede galmıştık” başlangıçları var. Aynı durumdaki THKP-C çevrelerinin iki yıl gibi kısa sürede paramparça olan fokocu-pasifist-askıcı-tasfiyeci sıfatlardan başka içeriği olmayan, kaba ideolojik yada angajmanlara dayalı birlikteliği. (Karaosmanoğlu, s. 129)
…
THKP-C’den gelen kadroların önemli bir kısmı Kurtuluş sürecinde yer aldılar. O ayrılıkta ve Dev Sol ayrılık sürecinde karşılıklı olarak yaşananları politik söylemlerden sıyırdığımızda, geriye hangi ciddi politik argümanlar kalır? Kontrol etme ve belirleme mantığının temel referansı gerçekte nelerdi? (Karaosmanoğlu, s. 446)
1975-76’larda Maoculuğu tercih edip, THKP-C’nin tüm ideolojik politik hattını yadsıyıp Halkın Yolu çevresini oluşturanlarla Devrimci Yol arasındaki meselenin sadece “sen değil, ben-biz formatında” bir ayrılık olduğu nasıl iddia edilebilir? 1975 ortalarına kadar birlikte hareket edip sonrasında Devrimci Gençlik/Devrimci Yol ile Kurtuluş’u oluşturanlar arasındaki “Kesintisizleri savunup savunmama” tartışması nasıl olur da politik bir tartışma olarak değerlendirilmez? THKP-C’nin ideolojik-politik hattını dar kadroların silahlı eylemine indirgeyerek kitle mücadelelerinin önemini yadsıyan MLSPB, Acilciler gibi gruplarla, aktif savunma çizgisi izleyerek kitleleri politize etmeyi hedefleyen, kitleleri anti-faşist mücadele içinde örgütlemeye çalışan, Direniş Komiteleri fikriyatını geliştiren Devrimci Yol arasında politik bir ayrılık olmadığını iddia etmek nasıl mümkün olur? Eğer bunlar politik ayrılıklar değilse politik ayrılık nedir? Karaosmanoğlu politik tartışmaları “politik söylemler” diyerek görmezden geliyor ve geriye kalan şey ona “kontrol etme ve belirleme mantığı” olarak görünüyor. Eğer Mahir Çayan ile Mihri Belli vd. arasındaki politik farkları yok sayarsak geriye muhtemelen “Mahir Çayan’ın liderlik hırsı” iddiası kalır. Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki tartışmanın politik içeriğini görmezden gelirsek geriye “hırslı Lenin” görüntüsü kalır. Kurulu düzen savunucuları ve reformistler de meseleleri böyle tartışıyor zaten. Ama bu görüntüler gerçekliği çarpıtmaktan başka hiçbir şey ifade etmezler.
1975-76’da yeniden şekillenen mücadele nasıl bir mantıkla (ve maalesef savrulmayla ve karşıtlıkla) Demirel’in sözüne benzetilebilir? 1971-72’nin üzerinde fakat o zamandan epey farklı bir politik ortamdayken ve bir yenilgiden çıkış sürecindeyken, içinde bulunulan yeni dönemin önceliklerini gözeten, somut olarak sivil faşistlere karşı savunma ihtiyacı üzerinden gelişen bir anti-faşist mücadeleyi ön plana alan, dolayısıyla geçmişte kalınan noktadan epey farklı bir noktadan örgütlenmeye başlanmışken nasıl olur da bu başlangıç Demirel’in “neeede kalmıştık?” İfadesiyle özdeşleştirilebilir?
Olayların politik içeriği yok sayıldığında her alakasız durum birbirine benzetilebilir ama bundan herhangi bir devrimci eleştiri ve politik hat çıkmaz.
Kitapta Devrimci Sol ayrılığı üzerinde değişik yerlerde duruluyor. Devrimci Yol’un İstanbul’u kaybetmesinin onu 12 Eylül darbesi karşısında çaresiz bıraktığı iddiası tekrarlanıyor. Diğer ayrılıklarda olduğu gibi burada da ayrılığın politik yanı yok sayılıyor.
Devrimci Sol ayrılığının ayrıntılı konuşulduğu kişilerden birisi Erden Aydın. Aydın 1975-77 döneminde İstanbul’da öğrenci hareketi içinde yer alıyor ve ayrılık sürecinde Yaşathak Aslan’la birlikte Artvin’e dönüyor.
Görüşme boyunca Karaosmanoğlu ayrılığın Devrimci Yol için yarattığı sorunlar üzerinde duruyor. Ancak ayrılığın politik içeriği hakkında hemen hemen hiçbir şey söylemiyor. Yani ayrılık sanki tümüyle kişisel ekipleşme, merkezi müdahalenin doğru yapılmaması gibi nedenlerle olmuş gibi görünüyor.
Ankara, 12 Eylül dönemi mücadele için gerekli derinliği sağlayamazdı/sağlayamadı. 12 Eylül’e doğru gidilen iki küsur yıl boyunca, Devrimci Sol ayrılığı olmasaydı, gerçekleşecek mücadele-örgütlülük ve birikim derinliği, DY hareketine başka bir alanın sağlama ihtimali yoktu. (Karaosmanoğlu, s. 128)
Çok önemli militan kadroların bir kısmının ayrılıkta DS saflarında yer almış olması, bu ayrılığın engellenmesi için çabanın yetersiz olması, ayrılığın yarattığı olumsuzluklar önemli olsa da meselenin politik yanının yok sayılması apolitik bir yaklaşım. İstanbul çok önemli bir şehir, işçi sınıfının başkenti ama her şeyin tek belirleyicisi değil. İstanbul merkezli olan DS’nin ve diğer grupların da darbeye karşı neler yapabildiği, ne kadar direnebildiği ortada. Devrimci Yol’un yaşadığı yenilgiden yola çıkarak bunun dışındaki her şeye abartılı pozitif anlam yüklenmesinin hayatta bir karşılığı yok.
Üstelik, kitabın başka bölümlerinde de olduğu gibi burada da, sanki 1978 yılında “12 Eylül 1980’de bir darbe olacağı” belliymiş ve bu göz önünde tutulmadan davranılmış gibi yorum yapılıyor. Süreç böyle işlememiştir, farklı ihtimallerden birisi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla 1978 yılında ayrılık gerçekleştiğinde “2,5 yıl sonra olacak darbe karşısında İstanbul’da zayıf olmak bizi güçsüz bırakır” şeklinde bir mantık yürütülmesi mümkün değildir.
Esas önemli olan ise şudur: Devrimci Yol ile Devrimci Sol ayrılığının politik nedenleri var. Devrimci Yol’un Direniş Komiteleri önermesi ayrılığın önemli politik nedenlerinden birisi. Ayrılığın olmaması için ya Devrimci Yol’un Direniş Komiteleri fikriyatından vazgeçmesi gerekiyor ya da Devrimci Sol’u oluşturan kadroların bunu kabul etmesi gerekiyor.
Sonraki süreçte ise DY, Direniş Komiteleri fikrini daha da geliştirerek, kitlelerin inisiyatifi vurgusunu kuvvetlendiriyor, SSCB’deki bürokratikleşmeyle arasındaki mesafeyi daha net tanımlayarak gelecek toplumun nüvelerinin bugünden oluşturulması düşüncesini geliştiriyor vb… DS ise Erden Aydın’ın da belirttiği kişi kültünü giderek kuvvetlendiriyor. DS sonraki yıllarda bürokratik reel sosyalizmin bir tür savunucusu haline geldi. Ayrılık değerlendirilirken bunların yok sayılması da apolitik bir tutum.
Öte yandan Karaosmanoğlu DS’nin DY’den ayrılığını, dolaylı olarak dillendirdiği şekilde, egemenlerin müdahalelerinin bir parçası olarak değerlendiriyor.
Türkiye gibi bir ülkede, bu tür süreçlerin bazı odakların ilgisinin dışında gelişebileceği düşüncesini mantıklı bulmuyorum. (Karaosmanoğlu, s. 129)
Komplocu bakışa eleştiri yönelttiğimiz bölümde de ifade ettiğimiz gibi, genel olarak egemenlerin ve devletin toplumsal muhalefeti çeşitli şekillerde yönlendirmeye, bölmeye çalışması muhtemeldir. Ancak somut bir olay hakkında konuşurken herhangi bir kanıta dayanmayan bu tür iddialar mücadeleye hiçbir katkı sağlamaz.
Karaosmanoğlu’nun Nedret Ural ile yaptığı görüşmede Nedret Ural babasının öğretmen olduğunu, kendisine karşı sert ve kuralcı davrandığını, evde kız çocuklarına daha iyi davranıldığını söylediğinde, Karaosmanoğlu bu durumu “Kemalist elitizm” meselesine bağlıyor:
Kemalist ya da CHP çağdaşlık anlayışının, daha doğrusu bürokratik elitizmin Anadolu veya kasaba tezahürleri demek uygun olur herhalde. Ya da elitist erkek egemenliğinin saçmalıkları. (Karaosmanoğlu, s. 29)
…
Pozitif bir ayrımcılık gibi görülse de kadının toplumsal rolüne dönük değerli meta olarak yetiştirilmesi amacı ortada. Elitizm veya asalete dayalı kadın, erkek egemen yapının yeniden üretiminin değerli metası. (Karaosmanoğlu, s. 29)
Karaosmanoğlu burada Türkiye’deki siyasal islamcı ve liberal düşüncelerin etkisi altına girmiş gibi görünüyor. Bu bakış açısıyla, ön yargıdan başka herhangi bir dayanağa ihtiyaç olmadan, her şey tümüyle ters çevrilebilir. CHP’li öğretmen babayı bir “elit” olarak yaftalamak oldukça zorlama bir yaklaşım. Küçük bir taşra kasabasında, hem de nispeten zengin sayılabilecek bir aileden gelen, öğretmenin bölgedeki yoksul köylülere göre avantajlarının olacağı zaten bilinen bir durum. Ama söz konusu öğretmenin, normalde, dönemin ölçüleri çerçevesinde ilerici bir davranışı sayılması gereken “kız çocuklarına önem verme” tavrını “elitist erkek egemenliğinin saçmalıkları” şeklinde yaftalamak epey zorlama bir mantık. Karaosmanoğlu, Devrimci Yol’a ilişkin yaklaşımlarında da benzer zorlama mantıklar yürütüyor. Ezilen sınıf ve tabakalar arasındaki farklılıkları abartmak egemenlerle ezilenler arasındaki çelişkileri önemsizleştiren sol liberal yaklaşımın parçası olmaya götürür.
Karaosmanoğlu’nun bu konuyla ilgili bir başka ifadesi de “anti-emperyalizm”e antipati şeklinde görünüyor:
Anti-emperyalizm söylemleri, Kemalist ve CHP söylemleriyle örtüşüyordu. Şimdilerde de bu örtüşme çok fazla kullanılıyor. O dönem bu örtüşme Kemalizm soslu sol gruplarda çok etkiliydi. (Karaosmanoğlu, s. 56)
Bu yorum da Karaosmanoğlu’nun ideolojik çarpılmasını yansıtıyor. Son yıllarda özellikle Kürt yurtsever hareketinin ideolojik hegemonyasındaki kişi ve çevreler “anti-emperyalizm” karşıtı fikriyat geliştiriyorlar. Böylece Kürt hareketinin ABD ve AB ile girdiği ilişkilere yapılan eleştirilere karşı bir düşünsel zemin hazırlıyorlar. Oysa anti-emperyalizm sosyalistler için konjonktürden bağımsız olarak çok temel bir ilke olmak zorundadır.
Anti-emperyalizm 1960’larda ve 1970’lerde gerçekten de Kemalistlerde ve CHP söylemlerinde yer almaktadır. Bu söylemler ve duyarlılık aynı dönemde Kemalizm’den sosyalizme geçen kitleler açısından kolaylaştırıcı etki oluşturmuş, Türkiye sosyalist solunun gelişmesine uygun zemin oluşturmuştur. Bu bir ayıp veya suç değildir, Türkiye’nin somut koşullarının bir ürünüdür.
Kemalizm’le gerekli mesafeyi ve tutumu Mahir Çayan ortaya koymuştur. Daha ötesindeki zorlamalar Kemalizm’den kaçarken İslamcıların ve emperyalist güçlerin kuyruğuna takılmaya götürebilmektedir. Bu tür savrulmalardan kaçınmakta yarar vardır.
Bu gelişmeler olurken, Kars’ta sıkıyönetim var, Artvin’de Şavşat’ta neden yok? Komandolar geliyor. Kaymakam yok. İlan edilmemiş bir sıkıyönetim, fiili bir sokağa çıkma yasağı ve terör… Şavşat’ın sokaklarından köylere, yaylalara, tarla ve ev içlerine uzanan bir terör ve katliam. Neden? 12 Eylül’e giden yolun taşları böyle mi döşeniyordu? (Karaosmanoğlu, s. 107)
…
Erzurum’da sıkıyönetim var. Niçin? Ordu’da yok? Kedi fare oyunu oynanmış olmasın. Fatsa, tüm toplumsal mücadeleyi boğacak hesaplaşma alanına dönüştürülmüş olmasın, oyun içinde oyun. Cuntayı hazırlarken, seni de istediği alanlara sıkıştırıp, istediği sonuçları alarak kullanmış olmasın. Kars’ta sıkıyönetim var, Artvin’de yok. Ama 23 Temmuz’a giden, özel bir operasyon yapılıyor. Başımıza ne geldi diye, sorup yanıtlamamışız. Bu yaşananlarda, bizim de şu payımız vardı, dememişiz. (Karaosmanoğlu, s. 236)
Egemenlerin gizli ve açık operasyonları olduğu, süreçleri kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalıştıkları, bu doğrultuda ajanlaştırma, provokasyon gibi birçok yola başvurdukları bir sır değil. Doğal olarak olaylar ve süreçler incelenirken bu tür etkiler de araştırılacaktır. Ancak Karaosmanoğlu’nun buradaki yaklaşımı somut olayda/süreçte herhangi bir şekilde desteklenemeyen, tüm toplumsal muhalefeti oyuna gelmiş kurbanlar haline düşüren, verilmiş ve verilecek mücadeleleri anlamsızlaştıran bir yaklaşım.
Karaosmanoğlu’nun bu alıntılardaki yaklaşımı, darbe öncesi dönemi genel olarak egemenlerin komplosu olarak algılayan bir bakış açısını yansıtıyor. Böyle bir yaklaşım, somut çelişki ve çatışmaları, halkın direnişi ve örgütlenmesinin süreç üzerindeki etkisini önemsizleştirip her gelişmeyi bir “üst akıl”a bağlayan idealist bir yaklaşım. Oysa, dünyadaki ekonomik bunalım Türkiye’ye yansımamış, ülkedeki siyasi kriz derinleşmemiş, halk güçleri faşist teröre karşı direnmemiş olsaydı egemenler darbeye yönelmek zorunda kalmayacaktı. Askeri darbe egemen sınıfların bir kesimi açısından da öncelikle tercih edilecek yönetim tarzı değildir. Egemen sınıfların önemli bir kesiminin darbeyi ihtiyaç olarak görmediği şartlarda cuntanın ordunun geneline hâkim hale gelmesi kolay değildir. 1975-80 dönemindeki her gelişmeyi egemenlerin bilinçli ve önceden planlanmış adımları olarak değerlendiren “komplocu” yaklaşımın Türkiye’deki gelişmeleri doğru şekilde değerlendirmesi mümkün değildir.
Karaosmanoğlu (ve Seyfettin Temur), 23 Temmuz 1979 Şavşat katliamının yapıldığı kitlesel mitingi de yanlış buluyor ve Karaosmanoğlu “mücadeleyi zamansız provoke ettirmek” olarak değerlendiriyor:
Ya kamusal alanda bu kitleselliği taşıyacak legal, siyasal araçların olacak ya da o saldırı karşısında askeri olarak göğüsleyebileceğin karşılıkları verip sürecin üstesinden geleceksin. Diğer bir deyişle o koşullarda bu adımı atıp toplumu, insanlarını ve mücadeleyi zamansız provoke ettirmeyeceksin. …
Bu mitingi yapıyorsun ama üstesinden gelecek bir örgütlülükte değilsin. Katılım düşünebildiğinden çok yüksek. Fakat bunu göğüsleyecek durumda da değilsin. (Karaosmanoğlu, s. 372-373)
…
Mitingi on bin kişiyle değil de bin kişiyle yapar, güvenliği ve disiplini ona göre sağlar, bir saldırıyı da imkansızlaştırırdık. İnsan kaybı olmazdı. Yani sen ne yapıyorsun? Şavşat’ın köylerinde insan kalmamış, hatta yaylalardan gelmişler. Kitlesel ayaklanma mı başlatıyorsun? Bu mitingden çok kitlesel ayaklanma görüntüsünde bir çatışma. (Temur, s. 373-374)
Sonuçtan yola çıkarak (bugünü ve geleceği değil ama) geçmişi tekrar kurgulamaya çalışan bir yaklaşım. Kitlenin sayısal olarak azaltılarak bin kişiye indirilmesinin nasıl olup da açılan ateşi ve ateşten insanların vurulması olasılığını ortadan kaldıracağı meçhul. Komandoların baskısına karşı kitlesel miting yapılmamış veya yapılamamış olsaydı böyle bir saldırıya gerek kalmadan komando baskısının iyice oturması ve örgütlenmenin çözülmesi daha büyük ihtimal. Karaosmanoğlu ve Temur’un buradaki bakış açısı kitlesel mücadeleyi ve kitlesel mücadelenin daha büyük kitleselleşme üzerindeki etkisini reddeden bir kısır döngüye mahkumdur. Söz konusu dönemde ülkenin dört bir yanında çok sayıda kitlesel miting yapılmıştır ve bunların önemli kısmı mücadelenin ve kitleselleşmenin daha da artmasına katkı sunmuştur. Söz konusu dönem “gizli faşizm”in olduğu yani oligarşinin halk üzerindeki baskı ve zoru temel olsa bile bazı demokratik hakların kullanılabildiği bir dönemdir. Bu türden kazanılmış hakların kullanılmaması ise baştan yenilgiyi kabul etmek anlamına gelir.
Karaosmanoğlu ve Temur’un bakış açısı, o dönemde var olan gruplardan TDAS’çıların (Acilciler) yaklaşımlarında olduğu gibi kitle mücadelelerinin önemsizleştirilmesine denk düşüyor. Acilciler gibi grupların 1975-80 döneminin siyasal-toplumsal mücadelesine yaptığı katkıyla Devrimci Yol’un yaptığı katkı ise karşılaştırılamaz bile. Dolayısıyla Karaosmanoğlu ve Temur’un değerlendirmeleri dönemin Türkiye şartlarını göz önünde tutmayan, sol görünümlü ama pasifist değerlendirmelerdir.
Esnek üretim, robotik teknolojiler derken işçi sınıfı gelişmiş kapitalist ülkelerde, toplumsal sınıf özelliğini tarihsel olarak yitirdi. Eskinin sınıf sendikacılığının ekonomik arka planı ortadan kalktı. Dünya çapında sanayi üretimi, emeksiz üretime doğru kesin bir biçimde evriliyor. Kapitalizmin kar için yaşamın her boyutunu ve doğayı talan ederek metalaştıran mekanizması karşısında, yaşamı, yaşam alanlarını ve toplumsal çıkarları örgütlemeyi bilmiyorsan, sınıf merkezli bakışlarla mücadele yürütülemiyor. Köktenci paradigma değişimleri kendini uzun zamandır dayatmış durumda. Yaşamsal sorun ve çıkarlar merkezli mücadele etmeyi bilmiyorsan, sisteme karşı toplumsal siyasal örgütlenmeler sürdürülebilir ve etkili mücadele araçları olamıyor. (Karaosmanoğlu, s. 438)
…
Solun klasik vizyon sorunu. Kaba sınıf mücadelesi ve işçi sınıfı temelli bakışın açmazları, gerçekte toplumsal-siyasal-sınıfsal mücadelenin yaşamın ve toplumsal çıkarların üzerinde örgütleneceğine ilişkin vizyonun olmayışı. (Karaosmanoğlu, s. 382)
Karaosmanoğlu, “işçi sınıfının bittiği” tezlerine kapılmış. “Emeksiz üretim” sermaye ideologlarının en az 40-50 yıldır pazarladığı ve işçi sınıfı mücadelesinin geri çekildiği şartlarda umutsuzlukla savrulan bazı kesimlerin de kapıldığı bir iddia.
Karaosmanoğlu işçi sınıfının toplumsal bir sınıf olarak ortadan kalktığı ama kapitalizm ve kâr güdüsünün devam ettiği bir toplumsal yapı olduğunu var sayıyor. Sınıf ve sınıf mücadelesini sendikal ve ekonomik amaçlı mücadeleden ibaret sandığından dolayı bunların karşısına “yaşamsal sorun ve çıkarlar merkezli mücadele etmeyi bilmiyorsan” gibi varsayımlarla çıkıyor. Sınıflar ve sınıf mücadelelerini, anlaşıldığı kadarıyla, “yaşamsal sorun ve çıkar merkezli” mücadeleler kategorisinde görmüyor.
İşçi sınıfı mücadelesinde dünya çapında genel bir gerileme vardır ancak işçi sınıfının ortadan kalktığı falan yoktur. Her zaman olduğu gibi bazı çalışma biçimleri ortadan kalkıp başka çalışma biçimleri gelişiyor, maddi malların üretimindeki gelişme hizmet sektörünün gelişmesi için ortamı uygun hale getiriyor ve işçi sınıfının imalat-hizmet üreten kesimleri arasındaki bileşiminde değişiklikler oluyor. Kapitalist sınıfların emek sömürüsü devam ediyor, kapitalist sistemin omurgası emek sömürüsü üzerinde ayakta durmaya devam ediyor.
Karaosmanoğlu’nun böyle bir bakış açısıyla tutarlı bir yaklaşım ve eleştiri geliştirebilmesi mümkün görünmüyor.
Karaosmanoğlu, Yüzleşme kitabının önsözünde şöyle yazıyor:
Evet, bu çalışma “Yüzleşme” başlığıyla, tüm açmaz ve olumsuz koşullara rağmen devrimci bir eleştiri ve özeleştiri, bir geçmiş muhasebesi çabası anlamına gelmektedir. (s. 19)
Ancak bu yazı boyunca anlattığımız nedenlerle Karaosmanoğlu’nun çalışması “devrimci bir eleştiri ve özeleştiri, bir geçmiş muhasebesi” haline dönüşemiyor. Önemli oranda tepkisel, spekülatif ve ideolojik savrulmaların olduğu bir çaba olarak kalıyor.
Yüzleşememek ve geçmişi susturmak yenilgi ve sonuçlarının kalıcılaştırılmasındaki rolü nedeniyle düzeltilmesi giderek imkansızlaşan (tarihsel) bir suç ortaklığıdır. (s. 474)
“Suç ortaklığı” ifadesi bu tür bir değerlendirme için çok ağır bir ifade. Sözcükleri ve kavramları kendi ağırlıklarına ve anlamlarına uygun olarak kullanmakta yarar var. Geçmişle yüzleşememenin bir “suç ortaklığı” olması için geçmişte bir “suç” olması gerekir. Bir “suç” isnadı varsa yazar bunu kanıtlarıyla ortaya koymalıdır aksi halde kendisi “iftiracı” konumuna düşer. Kitap boyunca Karaosmanoğlu ve konuştuğu kişilerden bazıları suçlamalar yapmış ama bunlar için kanıtları ortaya koyamamıştır. Ortaya konulan bazı şeyler olsa olsa “hata ve eksik” olarak değerlendirilebilir. Bu hata ve eksiklerden çıkışın yolu da Karaosmanoğlu’nun komplocu bakıştan etkilenen, siyasal tartışmaları kişisel sorunlar düzeyine indirgeyen, sınıf mücadelesini önemsizleştiren bakışıyla bulunamaz.
Karaosmanoğlu’nun kitap boyunca üstünde durduğu biat kültürü, kadro eğitimi, “sorgulayıcı, kendini geliştiren … yaratıcı kadrolar yetiştirilmesi” meselesi önemli olmakla birlikte Karaosmanoğlu’nun buradaki savrulmaları temelinde savunulduğunda zayıflayan tartışmalar haline geliyor. Dün, bugün ve yarın için önemli bir tartışmanın sağlam olmayan argümanlarla yürütülmesi yarardan çok zarar verme ihtimalini ortaya çıkarıyor.
***
1990 Temmuz’unda bir gün Şavşat’ın köylerine birkaç saat süren şiddetli bir yağmur yağdı. Yağmur bittiğinde birçok tarlanın yüzeyi çamurla kaplanmıştı. Tepelerden taşkınca gelen seller arkalarında taş ve çamur yığınları bırakmıştı. Yağışın ardından köylüler tarlaları, bostanları, çayırları temizlemeye çalışırken bazıları “Gençler ağaçları korumak için komiteler kurmuşlardı, onları Erzurum’a attılar. Şimdi tarlalarımızı sel alıyor”[2] diyerek söyleniyorlardı.
“Erzurum” Artvinli devrimcilerin yargılandığı ve hapsedildiği yerdir. Artvin Devrimci Yol davasında devrimcilere yapılan suçlamalardan birisi “Neker Komiteleri” kurulmuş olmasıdır. “Neker” meşenin bir türü olan pelit ağacının dallarının adıdır ve bölgede kışın hayvanların beslenmesi için kullanılır. Köylüler kışa hazırlık için nekerleri keser ve demetler (konalar) halinde taşır. Ancak aşırı ölçüde kesim yapıldığında ormanlara zarar verir. Bölgedeki devrimciler neker toplama ve dağıtım işlerini düzenleyerek hem köylülerin ihtiyacının karşılanmasını hem de ormanların daha az zarar görmesini sağlamaya çalışmıştır. Halkın gündelik yaşamındaki sorunların çözülmesi çabasının yansımalarından birisidir.
Temizlenen tarlalardan biraz yukarıda Çiftlik Karakolu vardı. Bu karakol kurulu olduğu Çiftlik köyü ile birlikte civardaki Ankliya[3] (Dalkırmaz) ve Mokta (Savaş) gibi köylerden de sorumluydu. Darbeden önce devrimcilere operasyon için gittikleri Mokta’da onlara karşı çıkan kadınlardan Gülhanım Durmuş’un öldürülmesi gibi birçok olay bu karakolla ilgilidir. Darbe sonrasında yüzlerce insanın ağır işkencelerden geçirildiği, yakınlarını ele vermeleri için 70 yaşındaki ihtiyar köylülerin kışın karakolun yanındaki derede ıslatılarak işkence yapıldığı yerlerden biridir karakol. Yoğun işkencelerin yaşandığı dönemlerin bir kısmında bu karakolun komutanı bir astsubay başçavuştur. İşte darbeden on yıl sonra, tarlalarını çamurdan temizleyen köylülerin sohbetinde bu başçavuşun da adı geçer. Onun Anadolu’nun öte ucunda bir şehirde olduğunu duymuşlardır. Bir nefret nesnesi olarak, içten içe, uzaktan uzağa köylüler başçavuşu takip etmektedirler.
Çiftlik’ten yokuş yukarı yürürken uzaktan Mokta’nın sırtındaki su kanalları görünür. Dağdan köylere su getiren kanalın bir parçasıdır. İki yükselti arasında 150-200 metre uzunluğunda, en yüksek yerinde 10-12 metre civarında beton ayaklar üzerindedir. 1990’da Mokta’ya biraz yaklaşan yolcuları her ayakta bir harften oluşan “Devrimci Yol” yazısı ve binlerce insanın yüreğini yerinden oynatan “yıldız-yumruk” karşılardı. Yazıların üstünden yıllar geçmiş, yazanların kimi belki vurulmuş, kimi yıllarca cezaevinde yatmış, kimisi çektiği işkencelerden sonra geçmişin üstüne sünger çekerek yeni hayatlarına başlamıştır. Ama nispeten alçaktaki düzlüklerden dağlara çıkan yolda binlerce insanın umudu ve sevdası zamana inat direnmektedir. Sonraki yıllarda yazılar okunamayacak kadar silikleşse de izler, çoğu gurbete göçen, yöre insanının bilincine kazınmıştır.
Çok sonraları, gurbette ölmüş bir devrimcinin mezarı yörede yaşayan devrimciler tarafından yaptırılmış, ancak mezar birileri tarafından tahrip edilmiştir. Mezarı birileri yeniden yapmıştır. Mücadele mezarda da sürmektedir.
Mücadelenin halklaştığı yerde her türden insan vardır. 2000’li yıllarda bir ihtiyar sırttan geçerken bazı sesler alçalır, bazı gözler başka yere bakar. Misafirlere alçak sesle, artık bir ihtiyar olan o köylünün “ihbarcı” olduğu fısıldanır.
Dönemin geliştirici atmosferini yansıtan olumlu örneklerden birisi Yusuf Dede’dir. 1912 doğumlu yoksul köylü, rençber, duvarcı ustası Yusuf eğitmenlerden okuma öğrenmiştir. Tırpanın sapıyla, çekicin ucuyla, yumruğunun kuvvetiyle hayatını sürdürürken şiirler söylemiştir. 50’li yaşlarına kadar Demokrat Parti ve devamcısı Adalet Partisi’ni desteklerken, 1960’larda TİP ilgisini çekmiş, 1970’lerin sonlarında ise devrimci mitinglere katılarak “etma Türkeş, gençlera kıyma Türkeş” diyen şiirler okumuştur. Çocukları ve hatta torunları yaşındaki gençlerin yanına onu ve yüzlerce benzerini götüren, dindarlığını devrimcilerle buluşturan şey, yoksulluğun karşısındaki umudu görmektir. Tarladaki çalışmadan sonra yoksul köy evinde gaz lambası ışığında okunan kitaplar, genç öğretmenlerle, yoksul liseli köylü çocuklarıyla, Denizlerle ve Kızıldere’yle buluşmuştur. Benzer buluşmalar her yaştan köylülerin dünyasını değiştirmiştir.
O liseliler Denizler idam edildiğinde ilaç tüplerine barutu sıkıştırıp Efkar Tepesi’ndeki ağaçların arasında patlatarak devrimciliğe adım atmışlardı. Yıllar sonra eski yol arkadaşları (hatta öncüleri arasında yer alan Taner Akçam gibiler) tarafından “elit mahallenin üyesi” olmakla suçlanacak olanlar, köylerinden ilçe merkezine 15-20 kilometrelik yolu ellerinde bir haftalık yiyeceklerini oluşturan poğaça ekmeği, peynir çıkını ve bir stil (1-2 litre hacminde kulplu metal kova) yoğurtla gidip ortaokul ve lise bitirmeye çalışanlardır. Köylerine geri dönüp Neker Komiteleri, Orman Koruma Komiteleri kurulmasına öncülük edenler onlardı. Yüzlercesi darbe sabahında dağlara çıktı, onlarcası direniş içinde ölümsüzleşti.
Türkiye’de solun uzun yıllar boyunca gelişemediği bir iklimde yetişenler arasında solculuğun aileden gelen ve kimliklere bağlı bir nitelik olduğu algısı kuvvetlidir. 1970’li yılların Karadeniz’ini bilenler ise gelenekselden devrimciliğe geçişin mümkün olduğunu bilirler. Bu nedenle, devrimci hareketin tarihini Karadeniz özelinde bilmek yararlıdır.
[1] Bu ekteki notlar Sedat Göçmen’in Fırtınalı Denizin Yolcuları (Söyleşi yapan: İlbay Kahraman, Ayrıntı, 2013) kitabı üzerine yazılmış ancak o dönemde yayınlanmamıştır.-ÖÇ
[2] Şavşat köylüleri böyle İstanbul Türkçesi ile konuşmaz. Ama ben telaffuz edildiği şekliyle yazmayı beceremeyeceğim gibi, okuyucu da anlamaz. Bu yüzden düz Türkçe ile aktardım.
[3] 1925 sonrasında köy isimleri devlet tarafından Türkçeleştirilmiştir. Yakın zamana kadar bölge yerlileri orijinal isimleri kullanmaya devam etmiştir. Son yıllarda ise artık devletin verdiği isimler büyük oranda yerleşmiştir. Yerlerin isimlerinin orada yaşayanların diline zaman içinde dönüşmesi kaçınılmazdır. Ancak devlet zoruyla bölgenin diğer kültürlerini unutturmak ve yok etmek için yer isimlerinin değiştirilmesine karşı, gerçek isimleri kullanmak ise, bence, direnmenin bir parçasıdır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.