Dönem kendiliğinden halk dinamiklerinin güçlü olduğu bir dönem olduğu için henüz merkezi siyasal yapılar olmadan (1974-76) atılan birçok adım, verilen birçok mücadele var. Ama dönem ilerledikçe (1977-80) aynı zamanda oligarşinin saldırılarının yoğunlaştığı, yerel bazda sorunların üstesinden gelmenin hemen hemen imkânsız olduğu bir dönem. Böyle bir dönemde politik olarak beslenmeyen çalışmaların istikrarlı olarak sürdürülmesi pek mümkün değil
1960-80 arasındaki çok önemli bir halk hareketi dalgasının yenilgiyle bitmesi ister istemez, bitmeyen bir geçmiş değerlendirmesi ve hesaplaşma ihtiyacı ortaya çıkarıyor. Eğer dönem proletarya ile diğer halk sınıf ve tabakalarının zaferiyle tamamlansaydı söz konusu dönemin çalışma ve mücadelelerini modelleştiren, dönemin liderlerini efsaneleştirmeye yönelen çalışmalar daha yaygın olacaktı ama dönem ağır bir yenilgiyle bitti.
12 Eylül darbesinin üzerinden geçen 44 yılda mücadele devam etti, yükseliş ve düşüşler yaşadı ancak Türkiye genelinde kitlesellik, süreklilik, örgütlülük gibi açılardan söz konusu dönemi aşan yeni bir dalga oluşamadı. Kürt yurtsever hareketinin Kürt halk kitlelerinin geniş bir bölümünü kapsayan, Türkiye sosyalist hareketinin bir bölümünü de kendisine tabi kılan mücadelesi oldukça önemli olmakla birlikte Türkiye’nin genelinde aynı doğrultuda etkili olamadığı ortada. Türkiye devrimci hareketinin Kürt yurtsever hareketinin deneyimlerinden de öğrenmesi doğal olmakla birlikte bunlar birbirine benzer şekilde tekrarlanabilir, ülkenin diğer bölgelerine yansıtılabilir değil.
Kürt yurtsever hareketi dışında da Türkiye’de önemli mücadeleler oldu. 1989-1991 ekonomik eksenli işçi sınıfı eylemleri dalgası (1989 bahar eylemlerini, 1990 kamu çalışanları hareketini, 1991 büyük madenci yürüyüşünü de kapsamaktadır), 1995 Gazi (Alevi ağırlıklı kent yoksulları hareketi), 2013 Gezi direnişleri (kent hakları ve özgürlükler eksenli hareket) bu yükselişlerin önemli tepe noktalarıydı. Söz konusu hareketlerin her birisinin de tekrar tekrar değerlendirilmeleri, güçlü ve zayıf yanlarının, devrimci müdahalenin kapsamı ve yetersizliklerinin, yapılması gerekenlerin ortaya konulması gereklidir. Mücadele geçmişinin değişik dönemlerindeki pratiklerin eleştirel değerlendirilmesi devrimci mücadelenin geliştirilebilmesi için olmazsa olmazdır. Ancak 1960 ve 70’lerde oluşturulan mücadele deneyimlerinin önemli kısmı biricik ve özgün olma, tepe noktaları olma özelliklerini sürdürmekte olduğundan dolayı bu döneme ilişkin incelemeler ve tartışmalar önemli olmaya devam etmektedir.
Bu yazıda Şavşat’taki mücadele hakkında yeni yayınlanan “Yüzleşme. 23 Temmuz 1979 Şavşat Katliamı”[1] (kısaca “Yüzleşme” olarak anacağız) kitabı üzerinden Şavşat, devrimci örgütlenme ve geçmiş değerlendirmesi tartışmaları üstünde duracağız.
Emin Karaosmanoğlu Artvin Devrimci Yol davasında yargılanan devrimcilerden birisidir. Geçtiğimiz aylarda da İletişim Yayınları’ndan (2024) “Kars Kalesi ve Kızıl Bayrak” isimli söyleşi kitabı yayımlanmıştır. Karaosmanoğlu, sözü edilen kitapta, 1979’a kadar Devrimci Yol’un Kars’taki önde gelen kadrolarından olan, Hasan Alıcı ile Kars’ta devrimci mücadele, yaşadığı sorunlar üzerine konuşmuştur.
Karaosmanoğlu “Yüzleşme” kitabında Şavşat’ın sosyal yapısını ve Şavşat ile çevresindeki devrimci mücadeleyi 1979 Şavşat Katliamı temelinde değerlendirmeye çalışıyor. Kitapta 2012 ile 2023 yılları arasında değişik zamanlarda 10 kişiyle yapılan söyleşiler yer alıyor.[2] Söyleşi yapılanlardan iki kişinin cezaevinden çıktıktan sonraki süreçte yaşamındaki olumsuzluklar nedeniyle bu söyleşilere kitapta yer verilmiş olması bölgedeki çok sayıda eski/yeni sosyalistin tepkisine neden oldu. Bu konuda benim de eleştirilerim olmasına rağmen, kitabın bu tartışma nedeniyle tümüyle gözden çıkarılmaması gerektiğini düşünüyorum. Kitapta konuşulan diğer bazı kişilere dönük “… ile niye konuşuluyor?” şeklindeki itirazlara ise katılmıyorum. 1970’li yıllarda devrimci harekette yer almış insanların darbeden ve yenilgiden sonraki 40 yılı aşan dönemde farklı siyasal tavır alışlara, farklı kişisel yaşamlara yönelmiş olması ise üzücüdür ama doğaldır. Halka karşı yüz kızartıcı suç işlememiş, düzenin aparatına dönüşmemiş kişilerle görüşme yapılmasını doğal karşılıyorum. Görüşülen kişilerin önemli kısmının ise hayatının sonraki kısımlarını da onurlarıyla yaşayıp halk saflarında yer alan insanlar olmaları nedeniyle söyleşileri ilgiyle ve yararlanarak okudum. Bölgedeki mücadelenin durumunun ve zayıflıklarının katliam gibi önemli bir olay merkezinde incelenmesi akıllıca bir girişim. Ancak Emin Karaosmanoğlu’nun genel siyasal yaklaşımlarına katılmıyorum. Bu yazıda katılmadığım yanları açıklamaya çalışacağım.
Karaosmanoğlu dönemin Şavşat’ından çıkan önemli bazı kişilerle görüşmüş ve görüşlerini aktarıyor ancak bunların önemli kısmı Karaosmanoğlu ile benzer düşüncelere sahip olanlar. Elbette yazarın kendi iddialarını kuvvetlendirecek kişilerle görüşme hakkı vardır ancak böyle çalışma yeterince “nesnel” olmuyor. Kitap, bu tür durumlarda beklenebilecek olandan daha fazla, taraf olan bir kitap. Bu da doğal olarak tepkilere yol açıyor.
Bu yazıda, bazı istisnalar dışında, Karaosmanoğlu’nun görüştüğü kişilerin düşünceleriyle değil Karaosmanoğlu ile tartışılacak.
Şavşat, Artvin’in Gürcistan sınırındaki ilçelerinden birisidir. Bugün ilçenin kır-kent toplam nüfusu 11 bine düşmüş olsa da 1980 yılındaki nüfusu 4 bini ilçe merkezinde 41 bini köylerde olmak üzere 45 bindir.
Artvin genel olarak dağlık bir coğrafyaya ve geniş bir orman alanına sahiptir, tarım alanları nispeten verimli olsa da azdır. Tarım, hayvancılık ve orman ürünleri bölgenin geçim kaynaklarıdır. 1970’lerde sanayi kuruluşları yok denecek kadar azdır, Murgul’daki bakır madeni bölgedeki en önemli işletmedir.
Artvin’de 1960’larda birinci parti Adalet Partisi’dir. TİP 1965 seçimlerine katılmamış, 1969 seçimlerinde ise yüzde 1,7 oy almıştır. 1973 seçimlerinde CHP birinci olurken, 1977 genel seçimlerinde az farkla da olsa Adalet Partisi birinci parti olmuştur, bu seçimlerde AP Şavşat’ta da birinci partidir. Yani Artvin ve Şavşat’ta çok partili seçimler döneminde DP-AP eksenli sağ gelenek güçlüdür.
Artvin 1970’li ve 1980’li yıllarda yüksek okuma oranıyla bilinen, başta Kars Cılavuz Köy Enstitüsü mezunları olmak üzere çok sayıda ilerici/devrimci öğretmenin yetiştiği bir bölgedir. Bu özellikleriyle de Türkiye’de Kemalizm’in aydınlanma, çağdaşlaşma, bağımsızlık çabasıyla yetiştirilen kuşakların 1960 ve 1970’li yıllarda hızla sosyalizme yöneldiği önemli bir örnektir.
Artvin’deki devrimci mücadelenin ilk taşıyıcısı öğretmenler ve başka şehirlerde okuyan üniversite öğrencileriyken sonrasında lise öğrencilerine ve köylere doğru bir genişleme olmuştur. Şavşat’ta ilk hareketlenmelerden sonra 1974 yılında Halkevi kurulmuş, 1975 Mayıs ayında birkaç gün süren kavgalardan sonra faşistlere karşı üstünlük sağlanmıştır. Şavşat, 1975 sonrası dönemde Artvin’in merkez ve diğer bazı ilçeleriyle birlikte devrimci hareketin güçlendiği, 1977 sonrasında halklaştığı ve darbe sonrasında da kırlardaki direniş çabasının bir yıl kadar sürdüğü, direnişte hayatını kaybeden devrimcilerin olduğu bir ilçedir. Artvin’de darbeden 1981 Ekim ayına kadar geçen sürede 13 devrimci çatışmalarda ve işkencede öldürülmüştür, çok sayıda devrimci ise direnişi sürdürmeye çalışırken yakalanmıştır. Yakalanmayan bazı devrimciler ise başka alanlara geçmiştir.
Şavşat halkı Sünni’dir ve büyük çoğunluğu Türk, bir kısmı ise (İmerhev çevresi) Gürcü’dür. Orijinal yer isimlerinin büyük kısmı Gürcüce, bir kısmı da Ermenicedir. Günlük dilde kullanılan birçok isim (eşya, ölçü, hayvan, bitki vb.) Gürcüceden dile girmiştir. Bu özelliklerine karşın 1970’lerin devrimci mücadelesi içinde Türk ve Sünni bir bölge olarak yer almıştır. Türkiye solunun önemli kısmının Alevi halk kitleleri içinde örgütlenebildiği 1970’lerde (ve sonrasında) Şavşat’ta, Artvin genelinde, Doğu Karadeniz’de, Uşak’ta ve ülkenin Sünni-Türk nüfuslu birçok bölgesinde güçlü örgütlenmeler oluşturabilmiş olması Türkiye devrimci hareketi açısından önemlidir.[3]
Şavşat Katliamı ise 1978-79 CHP/Ecevit hükümeti döneminde olmuştur. İlçede yaşanan bazı olaylar gerekçe gösterilerek, 1979 Temmuz ayında Şavşat’a Giresun Komando Tugayı’ndan gönderilen askerlerin “Şavşat’ı vatan topraklarına katmaya geldik” diyerek halka yaptığı baskılara karşı 23 Temmuz 1979’da Devrimci Yol bir miting düzenlemiştir. Şavşat, Artvin merkez ve diğer ilçelerden binlerce kişinin katıldığı mitingin dağılması sırasında askerlerin kitleye ateş açması sonucu 4 kişi (Adil Bilir, Alim Kılıç, Eşref Koca, Atanur Şahin) vurularak, kendi oğlunun da vurulduğunu sanan bir anne de (Şavşat Töb-Der Başkanı Ender Uzun’un annesi Saime Uzun) kalp krizi geçirerek ölmüştür. Askerlerin ateş açması sonrasında kitle askerlere taşlarla karşılık vererek onları geri çekilmeye zorlamış ve sonrasında komando birliği Şavşat’ı ve Artvin’i terk etmiştir.
Şavşat Katliamı sonrasında ülkenin değişik bölgelerinde kitlesel eylem ve teşhir çalışmalarının yanında Artvin’de bazı askeri eylemler de yapılmıştır. Devrimci Yol dergisinde (2 Eylül 1979, S. 30, s. 16) “Ertesi akşam Valinin arabası ile Merkez polis karakolunun, daha sonra da yöredeki çeşitli karakol, hükümet konağı ve benzeri yerlerin havaya uçurulduğu öğrenildi” yazılmaktadır.
Kitaptaki söyleşilerden anlaşıldığı kadarıyla, katliam sonrasında öldürme hedefli olmayan bazı misilleme eylemleri yapılıyor. Birkaç ay sonra ise Şavşat’ta katliamla doğrudan bağı olmayan şekilde iki askerin vurulduğu bir olay yaşanıyor. Darbeden bir süre önce ise Şavşat örgütlenmesi kendi askeri ve organizasyonel kapasitesini geliştirmeyi, eylem karşısında askerleri etkisiz kılmayı hedefleyen bir korsan gösteri yapıyor ve bu eylem genel olarak hedeflere uygun şekilde gerçekleşiyor.
Katliam Şavşat halkı üzerinde bir korku ve tedirginlik oluşturmuşsa da bölgede devrimci mücadele 12 Eylül darbesine kadar güçlü şekilde devam edebilmiştir.
Karaosmanoğlu, biat kültürü hakkındaki eleştiriyi uç noktalara kadar getiriyor. Erden Aydın’ın, Şavşat Katliamı sırasında kendisi kritik kararlarda bulunmadığı halde sorumluluktan alınma kararına uymasını sorgularken şöyle diyor:
Bir iç savaş özel kuvveti gelip, katliam yapıyor. Şavşat’ı terörize eden, özel güç, bir şeyler elde etmeye çalışıyor. O an senin yaptığın sessiz kalıp, durumu kabullenme, o süreçte baskın davranış kalıpları. Yaşadığımız coğrafyanın kültürü ve bizden önceki kuşakların davranış biçimleri ile paralelliklerine ne dersin? (Karaosmanoğlu, s. 117)
Karaosmanoğlu devletin kitleye saldırısı sonucu olan ölümlerle, örgütsel tavır karşısındaki tutumu birbiriyle karıştırıyor. Bu ikisi birbiriyle eş düzeyde, birbirinin devamı olan konular değildir.
“Sessiz kalıp durumu kabullenme” ile eleştirilen Erden Aydın, saldırıya karşı yeterli güvenlik önlemi alınmamış olunmasından sorumlu tutularak görevden alınıyor. Bu kararın haklılığı-haksızlığı tartışılabilir olsa da böyle bir karar alınması abes bir durum değil. Anlaşıldığı kadarıyla Erden Aydın’dan sonra sorumluluk üstlenen kadrolar da onunla benzer nitelikte kadrolardır. Şavşat’ın bu saldırıdan sonra 12 Eylül darbesine kadar geçen 13 aylık sürede mücadelenin geniş şekilde sürdüğü ve darbe karşısında da yüzlerce insanın kırlara çekilme iradesi gösterebildiği bir yer olma durumuna bakıldığında görev değişikliğinin Şavşat’taki mücadeleye köklü bir zarar vermediği anlaşılmaktadır. Eğer “Erden Aydın görevde kalsaydı Şavşat mücadele düzeyinin çok daha yükseldiği, darbeye karşı da daha kuvvetli direniş olan bir yer olurdu” iddiası varsa, ne Erden Aydın’la yapılan görüşmelerde ne de diğer kişilerle yapılan görüşmelerde bu iddiayı destekleyecek bir belirti yoktur.
Kitlenin bir saldırı ve ölümlerle karşılaştığı böyle bir durumda il komitesi, bölge sorumlusu, merkez komitesi gibi organlar yereldeki kadroları daha sistemli şekilde eğitmemek, uyarıcı olmamak, gerekli savunma araçlarının sağlanması konusunda yetersiz kalmak, katliam sonrasında verilecek cevaplarda yetersizlik gibi açılardan eleştirilebilir ve tartışılabilir. Ancak kitaptaki değerlendirmeler ve sorgulamalar genel olarak spekülatif iddialar olarak kalıyor.
Söz konusu olayda Erden Aydın, Emin Karaosmanoğlu’nun kitapta savunduğu gibi tavır alsa ve İl Komitesi’nde alınan karara uymasaydı ne olurdu? Muhtemelen Şavşat’ta bir ayrılık olurdu. Şavşat’taki Devrimci Yolcular ayrılıp başka bir gruba geçse Devrimci Yol’a göre çok daha tepeden inmeci örgütsel yapılar içinde kalırlardı ve pasifize olurlardı. Ayrı bir örgüt kursalar ülke çapındaki çalkantılı ortamla baş edemezler ve büyük olasılıkla darbe olduğunda Şavşat’ta mücadele çok daha zayıf bir noktada olurdu. Yani, ayrılma seçeneği Erden Aydın’ın yaptığı “alınan karara uyma” tavrından daha iyi bir alternatif olarak görünmüyor.
Karaosmanoğlu kitap için yaptığı söyleşilerde “biat kültürü” dediği, siyasal merkezden yapılan uygulamalara yerellerin uymasına eleştiriyi merkeze almış. Şavşat Katliamı sonrasında, o dönemin Devrimci Yol Şavşat sorumlusu olan Erden Aydın’ın görevden alınmış olması, kitaptaki önemli tartışmalardan birisini oluşturuyor. 2022 yılında kaybettiğimiz Erden Aydın da kitapta görüşülenlerden birisi. Karaosmanoğlu’nun yaptığı görüşmelerde sorduğu sorulardan anlaşıldığı kadarıyla söz konusu kararı ve Erden Aydın’ın alınan karara uyarak Şavşat’tan ayrılıp devrimci hareketin görevlendirdiği Artvin merkez ilçe çalışmasına gitmesini yanlış buluyor, bu tavrı “biat kültürü”ne bağlıyor.
Karaosmanoğlu’nun yaptığı görüşmelerde onun bu yaklaşımını görüşülen bazı kişiler destekliyor bazıları desteklemiyor. Örneğin Erden Aydın, ilçede aranır durumda olduğundan dolayı mitingin karar ve örgütlenme aşamasının merkezinde olmaması nedeniyle, kendisine alınan tavrın yanlış olduğunu düşünse de sonuçta alınan karara uyulması gerektiğini savunuyor.
… Sonuçta Başpınar hesabı oldu, ihale bana kaldı.[4] “Tamam ben sorumluyum.” O toplantıdan sonra Sedat Kalyoncu ve birkaç arkadaş “Kim sorumluysa onlar hesap vermeli. Sen Şavşat’tan gitmemelisin.” önerisiyle geldiler. Öyle bir noktaya geldik ki; Şavşat’ta bir ayrışma fikri gündeme gelecek. Ben Şavşat’ta kalırsam Devrimci Yol’dan ayrı bir yapılanma düşünülecek. Ben, “olmaz, sonuçta biz Devrimci Yolcuyuz, eksiklerimiz ve hatalarımız var. Başka biri gelip, daha iyi şeyler yapabilir” dedim. Sanırım Ağustos ayı sonu, Eylül başlarında artık Artvin merkeze alındım. (Aydın, s. 149-150)
Erden Aydın (s. 150) sonraki dönemde de bölge sorumlusuyla (Sedat Göçmen) Şavşat katliamındaki sorumlulukların yeniden değerlendirilmesi için konuştuklarını ancak bu değerlendirmenin yapılamadığını belirtiyor.
Başka bazı çalışmalarda olduğu gibi bu çalışmada da konuşulan kişilerin bazılarında ve yazarda da “yereldekiler her şeyi çok iyi yapacaktı ama “merkez” müdahale ederek bozdu” şeklinde bir temel yaklaşım görünüyor. Ağır bir yenilgi yaşamış ve kendi mücadele hedeflerinin gerisinde kalmış olan bir siyasal örgütlenmede bu tür yaklaşımların çıkması doğaldır. En fazla gelişen örgütlenmelerde bile, merkez müdahalelerinin doğru olup olmadığı tartışılabilir. Ancak, genel olarak merkezi müdahaleleri “bozucu” gören arkadaşlar, oradaki halkın ve yerel kadroların hangi özelliklerinden dolayı ülkenin en etkili, kitlesel yerel örgütlerinden birisini kurabildiklerini de açıklamalıdır.
Merkez-yerel ilişkileri konusunda görüşülenlerden özellikle Seyfettin Temur’un (Rize ve Hopa’da faaliyet yürütüyor) çokça suçladığı Sedat Göçmen ve merkezin eksikleri konusundaki görüşlerini örnek olarak değerlendirmekte yarar var.
Geldiği zaman yapılan en önemli iş, çay mitingi oldu. Zaten bu da yapılması gereken bir şey olarak ortadaydı. Şavşat’ta yapılan Orman Köylüleri Mitingi gibi yaratıcı, etrafa ışık saçan başka bir şey olmadı. Fındık mitingleri, çay mitingleri incelendiğinde, biz bize harman dövmüşüz. Zaten bölgenin güçlü bir potansiyeli var. Ne kattı diye sorgularsan yanıtı, koca bir hiç!… Yereldeki devrimci arkadaşlarımızın yaratıcılıkları ve hatta toplumsal gelişmeler süreci getirip dayatmış zaten. (Temur, s. 369)
…
Örgütlü yapımız ve sorumlu kadrolar, mücadeleyi bu boyutlarda geliştiren ön açıcı özelliklere sahip değildi. Fatsa’da süreç yerel potansiyelin ürünüydü, o da sınırlı bir süreçti. Direniş Komiteleri ilk elde halkın kendini savunma süreçleriydi. Ötesinde yaşama ilişkin, zorlama düşünce bağlantıları hiç de anlamlı değildi, yetersizdi. Şavşat ve Ardanuç’taki süreç Devrimci Yol vizyonunun ötesindeydi. Yaşanan sürece Devrimci Yol yeterli cevaplar üretemiyordu. Aslında süreçleri yerel kadrolar taşıdı, el yordamı ile ya da pratiğin içinde, yapabilecekleri kadarıyla… hareketin hızla kitleselleşmesi alt düzey kadroların arayış ve çabalarının ürünüydü. (Temur, s. 417-418)
Dönem kendiliğinden halk dinamiklerinin güçlü olduğu bir dönem olduğu için henüz merkezi siyasal yapılar olmadan (1974-76) atılan birçok adım, verilen birçok mücadele var. Ama dönem ilerledikçe (1977-80) aynı zamanda oligarşinin saldırılarının yoğunlaştığı, yerel bazda sorunların üstesinden gelmenin hemen hemen imkânsız olduğu bir dönem. Böyle bir dönemde politik olarak beslenmeyen çalışmaların istikrarlı olarak sürdürülmesi pek mümkün değil.
Seyfettin Temur, Yaşathak Aslan’ın daha doğal, dinamik örgütçü yapısının bölgede bir gelişme sağladığını ancak Sedat Göçmen’in sürece böyle bir katkı vermediğini ifade ediyor. Artvin ve çevre illerde Yaşathak Aslan’ın 1976-77’deki faaliyetinin olumlu bir temel sağladığı ortada. Ancak 1977 sonlarında bölgeye giden Sedat Göçmen’e ilişkin yargıları sorunlu görünüyor. Devrimci Yol’un Ordu ve Fatsa’daki esas kitlesel gelişimi bu dönemde oluyor, Artvin’de gençlik hareketi temelli olmaktan köylüleri de kapsayan bir halk hareketine dönüşümü esas olarak 1978-79’da oluyor. Diğer il ve ilçelerin bazılarında da gelişme olduğu görülüyor. Gelişmelerin bütünüyle yerel dinamiklere bağlanıp siyasal yöneticilerin etkisinin bütünüyle yadsınması o dönemin Türkiye şartlarında pek tutarlı görünmüyor. Söz konusu dönem bazı hatalarla insanların öldürüldüğü veya bulunduğu yerlerden göç ettiği, şehirlerin faşistlere kaybedilebildiği, sol içinde rekabetin oldukça güçlü olması nedeniyle her eksiğin diğer sol gruplar karşısında zayıflama olarak yansıdığı, bölünmelerin olduğu, kadroların eksik gördüğü gruptan ayrılarak veya başka gruba katılarak vb. şekillerde gördüğü eksiklere tavır aldığı bir dönem. Siyasal örgütün iddia edildiği kadar politikasız ve yanlışlarla dolu olduğu, bölge sorumlusunun iddia edildiği kadar etkisiz olduğu yaklaşık üç yıllık bir dönemin sonunda 1980’e gelindiğinde Ordu’dan Artvin’e kadar olan bölgede bu kadar kitlesel ve mücadeleci bir yapılanmanın var olması hayatın akışına uygun görünmüyor.
Karaosmanoğlu kitapta “yerelleşme” konusu üzerinde de değişik kereler duruyor ve mücadelenin yerelleşmesinin önemini vurguluyor. Ancak ölçünün oldukça kaçtığını gözlemliyoruz.
Örneğin Erdinç Obuz’un “Yüreğim Sol’madan” ve Mahmut Memduh Uyan’ın “Kardeşim Hepsi Hikâye” kitaplarına ilişkin yaptığı değerlendirmede bu ölçüsüzlük görülüyor:
İki çalışmadaki önemli ve samimi yaklaşım, siyasal mücadeleye Ankara merkezli bakış açısı eksenini aşamamaktadır. Ankara Merkezli bir iradeyi her şeye rağmen önceleyen yaklaşımları ile, toplumsal-siyasal hareketin en önemli sorunu olan yerelleşme ve somut koşulların somut analiziyle yürümesi gereken toplumsal-siyasal hareketin önünü açacak ve üretilmesi elzem çözümlerin merkezcil yaklaşım içinde boğulması ve hatta devrimci karakterinin bürokrasi ve biat zinciri ile boğulmasına ilişkin eleştirel bir açılım geliştirememektedirler. (Karaosmanoğlu, s. 16)
Bu örnekte “Ankara Merkezli” olarak anılan irade ülke çapında siyasal bir örgütlenme yürütmeye çalışmıştır. “Toplumsal-siyasal hareketin en önemli sorunu olan yerelleşme ve somut koşulların somut analizi” ifadesi “yerelleşmeyi” ve “somut koşulların somut tahlilini” fazlasıyla mikro ölçekte ele alıyor. Siyasal mücadelenin dünya-bölge-ülke-ülke içindeki farklı düzeydeki alanlar (bölgeler-iller-ilçeler-köyler; sanayi havzaları-işyerleri vb.) şeklindeki bir sıralamasında fazlasıyla alt düzeylere iniyor. Devrimci hareket açısından ana ölçek ülke ölçeğidir, politikanın ana belirleyicisi genellikle (özel zamanlar hariç) ülke düzeyidir. Buradan yola çıkarak politik hat yerellere ve alanlara uyarlanır. Tek tek her yereli merkeze alan politika oluşturmak ülke çapındaki devrim mücadelesinin ikinci plana atılmasına yol açar. Yerellerin özellikleri ve dinamikleri göz önünde tutulması gerekmekle birlikte parça-bütün ilişkisinde belirleyici olan “bütün” olmalıdır. Merkezi örgütlenmelerin “bürokrasi ve biat zinciri” şeklinde değerlendirilmesi de bu nedenlerle yanlıştır. Merkezi örgütlenme bürokrasiyi azaltmalı ve biat zincirine yol açmamayı hedeflemelidir ancak her merkezi politika bürokrasi ve biat ile ilişkilendirilemez.
ODTÜ Kampüs devrimciliğinin vizyonu bu kadar. İYÖD, AYÖD, EYÖD devrimciliği 12 Mart’ın dayanılmaz ağırlığı altında kalmış süreçlerdi. Köy örgütlenmelerinde, kolektif çalışmalarda, orman veya göllerin korunmasında hangi liderin zekâsı vardı? Küplüce (Sinkot), Koyunlu (Süles), Kayadibi (Sıxızır), Saylıca (Karavat), Şalcı (Çuğarep), Atalar (Çisvet), Çoraklı (Garqulep) köylerinde, Şavşat merkezde Devrimci Yol sürecinde, bölge ve il sorumlularının ne gibi bir yaratıcı katkısı vardı? Bence yoktu. (Temur, s. 417)
Yine aşırı derecede mikro düzeyden bakan dar pratikçi bir bakış açısı. Sözünü edilen çalışmalara ilham veren ideolojik-politik etkiyi ve bu çalışmaları yapabilecek kadroları kendi çevresinde toplayabilecek politik ve pratik mücadeleleri yok sayıyor.
Hesaplaşmaya eleştirel akıl, vizyon ve gelenekler olmadığı gibi ama yönelebilecek formasyon, bilinç ve insani derinlik de yok. Mahir Çayan, genç yaşına rağmen geliştirdiği siyasal çizgi ile 70 yılların ikinci yarısında hızla yükselecek toplumsal siyasal mücadelelere damga vuruyor. Ama gelişecek toplumsal mücadeleye ilişkin kompleks akıl yürütecek kadrolar yok. Travmatik savrulmalar ve sahiplenmeler dışında yaşadıkları süreci sorgulamaktan uzaklar. Değerlendirme yapacak ve eleştirel mekanizmalar oluşturacak akıl ve birikim yok. (Karaosmanoğlu, s. 130)
…
Daha sonra toplumsal hareketin ipini bir hamlede çekmenin taktik ve stratejisi açısından, Fatsa’yı vitrinleştirme hatta bir açıdan eşikleştirmeye bilerek mi göz yumdular? Eğer öyleyse durumu hiç kavrayamamış olduğumuz sonucu mu çıkar? (Karaosmanoğlu, s. 362)
…
… Biz toplumsal mücadelenin ana siyasal akımı olarak sürecin üstesinden gelememe durumuna bir anda düşmedik, bu zamanla oluştu. Bir kısım gerekçeleri kendi ellerimizle biçimlendirdik aslında. Fatsa’yı toplumsal mücadelenin vitrini haline getiren bizdik. Kolay bir yenilgi eşiği avantajını kendi ellerimizle sunmuştuk. Yenilgi 12 Eylül’de değil, öncesinde başlayan, adım adım ilerleyen bir süreç ve bu süreçte kendi hatalarımızın ciddi payı oldu. (Temur, s. 363)
Karaosmanoğlu kitap boyunca Devrimci Yol’un kitleselleşerek bir tuzağa düşmüş olabileceği anlamına gelen tezlerini ve önderliğin ülkedeki gelişmeleri anlayıp yönetecek kapasitede olmadığı tezini defalarca vurguluyor. Komplocu yaklaşıma cevabı ilgili bölümde vermiştik.
Yukarıdaki alıntıda da Karaosmanoğlu ve Seyfettin Temur birbirini oldukça handikaplı bir görüşte destekliyorlar. Karaosmanoğlu, Fatsa’yı ezerek toplumsal muhalefeti de ezebilmek için oranın gelişmesine egemenler tarafından göz yumulduğu, dolayısıyla Fatsa’daki gelişmenin egemenlerin tuzağı olduğunu iddia ediyor. Temur da “Fatsa’yı toplumsal mücadelenin vitrini haline getiren bizdik. Kolay bir yenilgi eşiği avantajını kendi ellerimizle sunmuştuk.” İfadesiyle bu görüşü destekliyor.
Böyle bir bakış açısıyla bakıldığında, ülke genelinde topyekün bir kitleselleşme sağlanamıyorsa belirli yerlerde kitleselleşmemek ve başka yerlere örnek olacak çalışmalar yapmamak gerekir. Fakat böyle bir kitleselleşme, büyük çoğunlukla, mümkün değildir. Çünkü toplum farklı sınıf ve tabakalardan oluşurken her sınıf ve tabakanın kendi içinde de değişik sosyolojik, ekonomik, tarihsel, dinsel vb. nedenlerle mücadeleye daha kolay katılabilecek kesimler ile daha geç katılabilecek kesimler ve sonuna kadar mücadeleye düşman olarak kalacak kesimler bulunur. Özellikle kitlenin nispeten geri kesimlerinin kazanılması doğru politikalar yanında devrimcilerin “güç” olduğunu görmesi, devrimci politikanın başarılarını görmesi gerekir. Sadece söylemle bu kesimler kolaya örgütlenmez. Fatsa’da Ekim 1979’dan sonraki yerel yönetim deneyimi sırasında gösterilen başarı orayı halk kesimleri açısından bir ilgi odağı yaparken, egemenler açısından da bir hedef yapmıştır. “Hedef olabileceği düşüncesiyle başarılı çalışma yapmamak” diye bir seçenek ise yoktur. Devrimciler politik etkilerini, kitleselliklerini ve örgütlülüklerini geliştirmeye çalışırlar, devrimci mücadele geliştikçe karşılaştığı saldırı da genellikle büyür ve onların da üstesinden gelinmeye çalışılır.
Buradaki diyalogun bir başka yönü ise 12 Eylül yenilgisinin travmasını yansıtmaktadır. Seyfettin Temur darbe anındaki durumu sanki önceden belirlenmiş bir durum gibi ele alıyor. “Biz toplumsal mücadelenin ana siyasal akımı olarak sürecin üstesinden gelememe durumuna bir anda düşmedik” derken ne zaman ve nasıl “toplumsal mücadelenin ana siyasal akımı” haline gelindiğini atlıyor. Söz konusu konum Devrimci Yol’a miras kalmamıştır. Şavşat’ta da, Artvin’de de, ülkenin bir çok yerinde de bu konum mücadele içinde, zamanla kazanılmıştır. Şavşat gençliğini 1971-72’de etkileyen esas devrimci güç Mahirler değil Denizlerdir. Şavşat’ta 1973 sonrasında ilk varlık gösteren gruplar TSİP, PDA, Halkın Kurtuluşu’dur. Ülke genelinde de Devrimci Gençlik/Devrimci Yol 1975’te, 1976’da, 1977’de toplumsal mücadelenin ana siyasal akımı değildir. Faşizme karşı oldukça sert bir mücadele süreci içinde bu konum 1977’den sonra kazanılmıştır. Solun toplam gücü zaman içinde değişirken sol içindeki göreli güçler de dönem boyunca sürekli değişiklik göstermiştir. 1974-75’te etkili olan TSİP kısa sürede etkisini kaybetmiştir. 1975’te etkili olan Halkın Yolu sonraki yıllarda oldukça zayıflamıştır. Yine başlangıçta (1975-76) THKO mirası temelinde oldukça etkili olan Halkın Kurtuluşu göreli bir gerileme yaşamıştır. Devrimci Yol henüz siyasal bir örgüt olmadan önce toplumsal muhalefetin ana gücünü oluşturan TKP, 1978 sonrasında göreli olarak gerilemiştir. 1977 yerel seçimlerinde Mehdi Zana’nın adaylığı ile Diyarbakır Belediye Başkanlığı’nı kazanan Özgürlük Yolu, 1980’e geldiğinde Kürt yurtsever grupları içinde zayıflamış bir yapıdır. Kısacası siyasal ortam boş ve durgun değildir. Devrimci Yol’un 1980’deki kitleselliği ve örgütlülüğü bu ortamda tesadüflerle açıklanamaz. Seyfettin Temur da bütün görüşme boyunca gelişmesini tesadüflere bağladığı Devrimci Yol’un darbe olduğunda nasıl olup da “toplumsal mücadelenin ana siyasal akımı” olduğuyla ilgilenmiyor. Bütün politikaları yanlış, örgütlenme mantığı yanlış, kadro seçimleri yanlış olan bir hareketin nasıl olup da bu konumda olduğu ya tesadüflerle açıklanmalı ya da “Deus ex machina” (“tanrı makinası”, bir anlamda “tanrının eli”) ile açıklanmalı ya da egemenlerin toplumsal muhalefeti tuzağa düşürmek için ona yol vermesi ile açıklanmalıdır. Bunlar da pek materyalist ve devrimci açıklamalar sayılamazlar.
Kitapta aktarılan bir başka eleştiri de merkez kadroların eğitimsizliği ve deneyimsizliği üzerinde duruyor:
Merkez kadrolar dahil olmak üzere sorumluluk düzeyindeki kadrolar, hangi eğitime sahiplerdi ki böylesi çok boyutlu bir mücadelenin üstesinden gelebilsinler. Kim kimi eğitti ya da yetiştirdi, o da gidip başkasını eğitip mücadeleye hazırlasın. Kendisi hazır mı ki başkasını hazırlasın. El yordamıyla ne kadar olabilecekse o kadar oldu. (Ekinci, s. 446)
…
Bu tür bir mücadeleyi o insanlar nasıl yürütecekti. Hiçbir deneyim yok, öğretecek kadro da yok. Deneyim sahibi kadroyu boş ver eğitimli kadro bile yok. Eskiden lider kadrolar Filistin’e gidip geliyorlardı. Devrimci Yol merkez kadrolarına bak, bu anlamda hangi süreçlerden geçmişler, hangi deneyimleri var? Kişisel olarak ne yapmışlar? (Ekinci, s. 446)
Yine bazı gerçek sorunlara değinirken bunu uç noktalara taşıyarak anlamsızlaştıran ifadeler. Emin Ekinci herhalde “devrimci önderlik yapabilir” diploması veren bir kurum biliyor olmalı, ben bilmiyorum. Söz konusu dönemde SSCB ve Bulgaristan gibi ülkelerdeki TKP parti okullarının da çok başarılı sonuçlar ürettiği söylenemez.
Eğitim almış olmak önemli ama Filistin kendi başına işin sırrı değil. Filistin’e gidip eğitim alan (zaten askeri okul kökenli de olan) Yusuf Küpeli’nin gerçek bir mücadeleye girilince nasıl çark ettiği Filistin’de eğitim almamış olan Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru gibi devrimcilerin ise sonuna kadar mücadele ettiğini unutmamak gerek. Ekinci, Devrimci Yol merkez kadrolarının 71 öncesi Dev-Genç ve THKP-C pratiği içinde olduklarını, 1974 sonrasında da zorlu bir dönemde önemli bir mücadelenin liderliğini yürüttüklerini de atlıyor. 1975-80 döneminin dünyada ve Türkiye’de sosyalist hareketin birbirine düşman kamplara bölündüğü şartlarda bağımsız ve özgün politikalar geliştirmiş bir hareketin kadrolarını bu şekilde değerlendirebilmek için daha geçerli parametrelere ihtiyaç var. Bu tür durumlarda tepkisellik savrulmaya yol açıyor.
Bu konudaki yanlış tartışmaların önemli bir çıkış noktası, kafada “mükemmel kadro/insan” tipi oluşturulması ve gerçeklikteki insanların bu tipolojiyle karşılaştırılıp yetersizlikleri olduğu sonucuna varılması. Oysa bu mücadeleler somut bir ülkede, somut geleneklerin olduğu, eğitim seviyesinin belli bir düzeyde olduğu, bizim dışımızda bizi bazı önlemler almaya ve adımlar atmaya zorlayan şartların olduğu bir ülkede yaşanıyor. İnsan malzemesi budur, devrim bu insanlarla yapılacaktır. Bu nedenle, sempatizanların da, kadro adaylarının da, devrimci kadroların da eksikleri ve yetersizlikleri olduğu, mücadele içinde bu eksik ve yetersizliklerin giderilmeye çalışılacağı, hiçbir zaman mükemmele ulaşılamayacağı, gelişmiş örgütlü yapılar aracılığıyla eksiklerin sonuçlarının minimize edilmeye çalışılacağı göz önünde tutulmalıdır.
KIRIK AYNADA “YÜZLEŞME”: ŞAVŞAT VE DEVRİMCİ YOL (2)
[1] Emin Karaosmanoğlu. 2024. Yüzleşme. 23 Temmuz 1979 Şavşat Katliamı. Ankara: Yayınevi Yok.
Yazıda bu kitaptan yapılan alıntılar yalnızca sayfa numarası ile gösterilecektir. Karaosmanoğlu’nun görüştüğü kişilerden yapılan alıntılarda soyadları yer alacaktır.
[2] Kitap çalışması için görüşülenlerden Nedret Ural 2018’de, Erden Aydın 2022’de hayatını kaybetmiştir. Saygıyla anıyorum.
[3] Alevilerin ve Kürtlerin içinde güçlü bir ilerici, devrimci damar bulunması Türkiye devrimci hareketi için önemlidir, saygıya değerdir. Ancak Türkiye genelindeki sosyalist bir hareket açısından sadece veya esas olarak bu kitlelere dayanarak devrim mümkün değildir. Egemenlerle aynı ulusal kökten ve aynı dinsel/mezhepsel kökten gelen (Türk ve Sünni) geniş işçi, emekçi, yoksul halk kitlelerinin devrime kazanılması Kürt ve Alevilere göre daha zor ama temel önemde bir sorundur.
[4] 1978’de oluşan Devrimci Yol Merkez Komite toplantısında yapılan görev bölüşümünde askeri işlerin Ali Başpınar sorumluluğuna kalmasına ilişkin olarak Başpınar’ın anlatımına atıf yapılıyor. (Akçam, Cahit. 2014, Tarihle Söyleşiler 1, s. 151-152)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.