Bir yıl geçti ve 2024 Mart yerel seçimlerinin yarattığı iyimser ruh haline rağmen, tam tekmil CHP’nin arkasına dizilerek, yeni genel seçimleri beklemenin saçmalığının da nerdeyse bütün toplumsal muhalefet farkında. Bu bir yıl sosyalist sol açısından da somut olarak hem kendine hem yan yana geldiği diğer gruplara hem de bir bütün olarak sosyalist harekete bakarak tartışmaya çalışmakla geçti
Gökhan’ın ölümünün yedinci yıldönümünü geçtik. ‘Enternasyonalist mücadeleye’ katıldığı Türkiye koşullarını geçtim, hayatını kaybettiği 2017’dekinden bile gerilemiş, güç ve umut kaybetmiş bir sosyalist hareket ile karşı karşıyayız. İşte ben de bu sene yine, Umut Gazetesi’nde, Gökhan ile sosyalist hareketin mevcut koşullarını yüz yüze olsak nasıl tartışacaksam o çerçevede bir yazıyla kendisini anmak istiyorum. (Tabii sağ olsaydı analizlerimin, fikirlerimin ne kadarına katılırdı bilemiyorum!)
Geçen yıl seçimleri Tayyip Erdoğan’ın yeniden kazanmasının ardından şimdi ne olacak duygusu herkeste hâsıl olmuştu. Seçimler neden kaybedildinin ötesinde sosyalist sol açısından, neden seçimlere ve CHP’ye bu kadar anlam yüklendiği tartışması da belirginleşti. Kuşkusuz sosyalist sol içinde CHP’nin merkezinde olduğu bir burjuva restorasyon projesinin, AKP faşizmini alaşağı etmesini asla mümkün görmeyenler de mevcuttu. Bir yıl geçti ve 2024 Mart yerel seçimlerinin yarattığı iyimser ruh haline rağmen, tam tekmil CHP’nin arkasına dizilerek, yeni genel seçimleri beklemenin saçmalığının da nerdeyse bütün toplumsal muhalefet farkında. Bu bir yıl sosyalist sol açısından da somut olarak hem kendine hem yan yana geldiği diğer gruplara hem de bir bütün olarak sosyalist harekete bakarak tartışmaya çalışmakla geçti. Kuşkusuz sosyalist solun CHP’nin yenilgisinden bağımsız etkin bir siyasal aktör olma vasfını nerdeyse tümüyle kaybettiğini fark etmesi, her grubun ya da birliktelik deneyiminin içinde çatlamalara neden oldu. Hakkını teslim edelim, 2023 seçimlerinden önce, AKP’nin seçimle gidip gitmeyeceğinden bağımsız olarak “her durumda sosyalist hareketi bir altüst oluş ve yeniden şekillenme süreci beklemektedir” tespitini yapan arkadaşlarımız da vardı.[1] 12 Eylül’den sonra seçimler mevzu bahis olduğunda, sosyalist solun kendini kısmen bir aktör olarak var ettiği yegâne seçimin, sosyalist hareketin enternasyonalist kesimleriyle Kürt hareketinin ittifakının açıkça ve programatik olarak çizildiği, 2015 seçimleri olduğunu söylemek mümkün. (Kuşkusuz TİP’in 2023 seçimlerindeki görünürlüğünü, ‘başarısını’ es geçmek mümkün değil ama kendilerini parlamento merkezli siyaset ile fazlasıyla tanımlıyor olmaları sebebiyle bu yazıda tartışma kapsamı dışında kalacaklar). Bu yazı da seçimlerin ötesinde bir sosyalist sol tartışmasına devam etme amacını taşıyor.
Sosyalist demokrasi, sosyalist ekonominin temelleri atıldıktan sonra sadece söz konusu kutsal topraklarda başlayan bir şey değildir; bir avuç sosyalist diktatörü, sadakatle destekleyen önemli kişilere verilen bir Noel hediyesi olarak da başlamaz. Sosyalist demokrasi, sınıf egemenliğinin yıkılmaya başlaması ve sosyalizmin inşasıyla eşzamanlı olarak başlar. Sosyalist parti iktidarı alır almaz başlar. Proletarya diktatörlüğü ile aynı şeydir. (Roza Luxemburg, Demokrasi ve Diktatörlük)
Kurtuluş geleneği açısından, hiç kuşku yok ki nasıl bir sosyalizm sorusuna, Stalinizm ve reel sosyalizm eleştirisini somutlayarak “sosyalist demokrasi” çerçevesinde yanıt üretmek ve Türkiye sosyalist hareketinin tuhaf bölünmüşlüğüne karşı bir yan yana gelme zemini olarak sosyalist demokrasiyi gündeme sokmak önemli bir adımdı. Özellikle reel sosyalizmin çözülüşünün/yıkılmasının ardından sosyalizm imkânsızdı diye her tür liberalizme savrularak birleşenlere rağmen, başka bir sosyalizm mümkün diyenleri yan yana getirmenin politik zemini olmuştu sosyalist demokrasi. Ancak meselenin tek başına sosyalizm alternatif midir, demokratik bir sosyalizm mümkün müdür, “çoğulculuk” “çok partililik” her derde deva mıdır, sorularından çok daha derin olduğunu, 90’ların ve 2000’lerin birlik ve yasal parti süreçlerinde görmüş olduk.
Proletarya diktatörlüğünü hedeflemeyi geçtik proletarya içinde örgütlenmeyi esas almayan ama herkesin partisi (gençlerin, kadınların, çevrecilerin, Alevilerin, demokratların, işçilerin vs.) olduğunu iddia eden ve aslında bugünkü TİP gibi ‘seçmen’ tabanına hitap eden bir parti olma hayali vardı ÖDP’nin. “Yüzünü sosyalizme dönme”nin ne anlama geldiği hâlâ anlaşılmadı ama yüzünü sosyalizme dönenlerin, sosyalist demokrasiyi uygulama zorunluluğu olmadığı da görüldü. Ancak partinin bölünme yoluna girmesi de nasıl bir sosyalizm anlayışı tartışmasından değil, esas olarak Kürt sorunundaki tutum, KÖH ile dayanışma mı rekabet mi sorunlarındaki ayrışma ile belirginleşti. (Kuşkusuz F tipi süreçlerinde cisimleşen devrimci sosyalistlerle dayanışıp dayanışmama tartışmasıyla somutlandı.)
Demokratik bir sosyalizm hedefi, “eski arkaik alışkanlıklardan kurtulmak” vs. derken en bildik sol refleks ile azınlık ÖDP’den tasfiye edildi. Ama şimdi tarihi kendimize yontmayalım, azınlığın da Kürt sorunundaki tutum ve F tipleri direnişinde devrimcilerle dayanışmanın ötesinde, sınıf içinde örgütlenmemeye dair bir gerilimi hiç söz konusu olmamıştı ÖDP’de. Hatta o dönemde sol liberalizmin en güçlü ifadesi olarak “Özgürlükçü Demokratik Cumhuriyet” tezini hevesle/hırsla sahiplenmişti proletarya sosyalistlerinin en az yarısı. (Ve yine tarihe doğru not düşelim, azınlığın kimi politik tutumları ve yarattığı[mız] gerilimler de pek öyle sosyalist demokrasi çerçevesine dahi sığacak türden değildi.)
Neticede ÖDP sonrasında kurulan yasal partilerin de programlarında ya da konferans kararlarında ne yazarsa yazsın, sınıf içinde sistematik olarak örgütlenmek gibi bir perspektif de girişim de söz konusu değildi. ÖDC çizgisinin bir devamı olarak, siyasal demokrasi mücadelesini sınıf ekseninden koparıp liberal bir kimlik ve haklar mücadelesine indirgeyen politika hep egemen oldu. Sonrasında yeniden kurulan ve yeniden bölünen partiler de ne sınıf mücadelesine ilişkin ne de sosyalizm tahayyülüne ilişkin farklılaşmadan bölündüler.
Gelinen noktada nasıl bir sosyalizm tahayyülü çerçevesinde birlik arayışlarına devam eden arkadaşların, yeniden kuruluş anlayışının, 90’ların ortasındaki ÖDC çizgisinin bir devamı olduğunu gördük. Allı yeşilli morlu, toplumsal hareketlerin ittifakıyla inşa edilecek bir demokratik cumhuriyet hedefiyle sınırlı bir programatik çerçevede buluşulması, geleneğin 30 yıldan fazladır tartıştığı, hayata geçirmeye çalıştığı, sosyalist hareketin yeniden yapılanması hedefinin, yasal alanı istismar etmek değil bizzat yasalcı olmakla sonuçlandığını görmek gerekiyor. Bütün sosyalist demokrasi ve yeniden yapılanma tartışmaları ve arayışları esasında kaybolanın, proletarya diktatörlüğü ve sınıf içinde örgütlenme fikri/hedefi olduğunu, sosyalist demokrasinin proletarya diktatörlüğü olduğunu unutup, parti içi tembellik hakkına ya da azınlıkta kalınca sadece akla gelen bir teamüle indirgendiğini gördük
AKP’li yıllar ve sosyalist hareket
Günün geçici sorunları karşısında büyük temel düşüncelerin unutuluşu, geçici başarılar uğruna girilen bu yarış ve sonal sonuçları göz önünde tutmadan çevrede verilmekte olan savaşım, bugünün sonuçlarına feda edilen hareketin geleceği, bütün bunların belki de namuslu nedenleri vardır. Ama bunlar oportünizmdir ve oportünizm olarak kalacaktır. Ve namuslu oportünizm belki de oportünizmlerin en tehlikelisidir. (Engels, Erfurt Programının Eleştirisi)
2000’li yıllara gelindiğinde yasal parti ile yasalcılaşmadan, yasal alanın sınırlarının ihlal edilmesinin en sağlam örneği hiç kuşku yok ki Kürt hareketi oldu. Yasal parti ile hareket alanlarını genişletirken, Kürt özgürlük hareketinin siyasi temsilini silikleştirmek bir yana belirginleştiren bir hat ortaya konuldu. Aynı yıllarda sosyalist hareket açısından ise, mahallelerde örgütlenmek ve olanakları olanlar açısından kamu emekçileri içinde örgütlenmek, temel hedef olarak ortaya çıktı. İlginç biçimde AKP’nin neoliberal dönüşümü tamamladığı 2000’lerin ilk on yılında, 1 Mayısları yeniden Taksim’e taşıma mücadelesi dışında, sınıf mücadelesinde herhangi bir niteliksel sıçramaya/dönüşüme şahit olunmadı.
AKP’nin AB’ye uyum çerçevesinde esnettiği polis baskısıyla, basın açıklaması ve yürüyüş kısıtları ortadan kalkınca, sol liberalizmin özgürlük beklentileri karşılanmış oldu. İşçi sınıfı içinde ne nicelik ne de nitelik olarak fark yaratacak bir örgütlülüğe sahip olmayan sosyalist hareket de kendini kolektif olarak ifade etme ihtiyacını basın açıklamalarıyla karşıladı. Hiç kuşku yok ki sistemle doğrudan çelişen direnişlerde, sosyalist hareketin büyük bölümü üstüne düşeni yaptı: Irak’taki savaşa, NATO-IMF toplantılarına karşı, 1 Mayıs’ta Taksim’i yeniden kazanmak için, vd. ciddi eylemler örgütlendi. Ancak peşi sıra gelen özelleştirmelere, değişen ihale yasalarına ve en önemlisi işçi sınıfının bütün kazanımlarını tırpanlayan SSGSS, İstihdam Yasası ve bilumum torba yasalara karşı sınıfın eyleminin örgütlenmesi söz konusu olmuyordu. Yeniden altını çizersek, sosyalist hareketin sınıfın içinde nicelik ve nitelik olarak değişim yaratacak bir örgütlenmesi söz konusu değildi.
KESK, DİSK, TMMOB, TTB ve Türk-İş’in o dönemki kimi muhalif sendikaları ise, örneğin 2008’deki SSGSS Yasası sürecinde basın açıklamaları ve mitinglerle yetiniyordu. Burada belirtelim geçen yıla kadar gündem olan emeklilikte yaşa takılmak da (ve şimdi insanların 60-65 yaşına kadar çalışmak zorunda olması da), emekli aylıklarındaki açlık sınırına varan düşüş de söz konusu SSGSS Yasası’nın sonuçları.
Dağın taşın ormanın suyun satılması, ekolojinin tahribatı, tarımın bitirilmesi, kentsel dönüşümün kent merkezlerini işçi sınıfını ve yoksulları sürerek mutenalaştırması, 2000’lerin ilk on yılında başlayan neoliberal saldırılardı. Sol liberalizmin demokrasi mücadelesini militarist bürokratik aygıta/orduya karşıtlığa indirgemesi, Kemalistlerin AKP’nin neoliberalizmine değil dinciliğine karşı milliyetçi bir zeminden muhalefeti örgütlemeye çalışması, sermaye fraksiyonlarının devlet katındaki itişmesinin neoliberalizme biat eden ‘solcular’ nezdindeki yansımasıydı. Sosyalist hareketin bir kısmının sol liberalizmin etkisiyle sınıftan kopuk bir siyasal demokrasi mücadelesi verilebileceğini sanması, bir kısmının laiklik vurgusuyla Kemalistlerle buluşmaya çalışması, bir kısmının ise halk içinde örgütlenme hedefiyle parçalı da olsa neoliberal saldırılara karşı mücadeleyi öne çıkarmaya çalışması söz konusuydu. Mahallelerde örgütlenme, eğitim olanaklarının gitgide sınıfsallaşması karşısında yoksul mahallelerde çocuklara yönelik kurslar, kültürel ve sosyal faaliyetler, kentsel dönüşüm alanı ilan edilen yoksul mahallerindeki direnişlerle dayanışma, yine mahallelerde kadınlar arasında “kadına yönelik şiddete” karşı dayanışmayı örgütleme, temel hizmetlere (ulaşım elektirik su vs.) yapılan zamlara karşı kampanyalar ve kuşkusuz hepsinin becerebildiğince işçi sınıfı içinde örgütlenme çabası vardı.
Bu dönem ilginç bir biçimde sosyalizm tahayyüllerinin entelektüel bir tartışmaya indirgenmesine, işçi sınıfı vurgusunun yerini her zamankinden daha çok halk kavramının almasına, proletarya kavramının kaybettiği ‘prestijle’ bir kurtuluş paradigması sunmayan örgütlenme tarzlarının esas alınması öne çıktı. Üretim süreçleri parçalanmıştı, eski tarz sendikacılık da olmazdı, sınıfın tanımı ve yapısı değiştiği için diğer toplumsal hareketlerle yan yana gelerek hayata geçirilerek, kurulacak amorf bir özgürlük mücadelesi söz konusuydu. Sosyalizm tahayyülünün ve hedefinin somut olarak var olmayışı, 2000’lerde CHP’nin neoliberal saldırıya ses çıkarmaksızın milliyetçi laiklik ekseninde bir muhalefet yapmasını mümkün kıldı.
Sonuçta hangi sosyalist örgütün ne kadar güçlü olduğunun göstergesi, 1 Mayıslarda kimin Taksim’de kaç kişi yürüdüğüne bakılarak ölçülünce, gençlik hareketi ve mahallelerde ilişki kurulan kadınlar ilk imdada yetişenler oluyor(du). 1 Mayıslarda Taksim’e yüzlerce binlerce kişiyle çıkıyor olmanın bugüne anlamlı bir miras bırakmayışı üzerine düşünmek gerekiyor. Hiç kuşku yok ki o insanların çok ama çok büyük çoğunluğu bugünkü AKP faşizminden kurtulmak istiyor, ancak basın açıklamaları ve Taksim 1 Mayıslarının etkisiz hale gelmesiyle, siyasal mücadelede aktif olma şanslarının kalmadığını görmek gerekiyor. Çoğu işçi sınıfının parçası olan bu insanlar sınıf eksenli bir örgütlenmenin parçası olamadıkları için CHP’ye oy vermekten öte bir çıkış göremiyorlar.
Mahalleler artık 45-50 yıl öncesinden farklı olarak sınıfsal çelişkilerin somutça hissedildiği, sanayi-fabrikalar çevresi yerleşim merkezleri olma vasfını çoktan yitirdi. AKP’nin inşa ettiği faşizm koşullarında şu ya da bu sosyalist grubun sokağa taşıyacağı hayat pahalılığına karşı eylemlerin hiçbir dönüştürücü etkisi olmayacağını görerek, yeniden 2000’lere dönme planları ne kadar anlamlı düşünmek gerek. Bugün yeniden neoliberalizm-faşizm karşısında kendi örgütümüzü devrimci bir inisiyatif merkezi olarak inşa etmeye çalışmak elbette kıymetli bir çabadır, ancak sınıfın kendi için eylemine yönelemeyen ve burjuva restorasyonu karşısında, işçi sınıfı nezdinde somut bir enternasyonalist sosyalist hedef ve tahayyül ile politika yapmayan, faşizme karşı bir siyasal kolektif merkezin inşasını öngörmeyen, faşizm karşısında Kürt hareketi ile seçimlerde dahi yan yana gelmekten imtina eden her tekil örgütlenme, bir toplumsal dayanışma ağı kurma çabasının ötesine geçemez, kalıcılaşamaz. Ama en önemlisi seçim zamanı oy çağrısı yapsın ya da yapmasın CHP’nin burjuva restorasyon çizgisinin ardına dizilerek bir umutla beklemekten başka bir somut seçenek sunamaz.
İktidar durumuna gelmek için bilinçli işçiler çoğunluğu kazanmalıdırlar: Yığınlar üzerinde hiçbir zor uygulanmadığı sürece, iktidara geçmenin başka yolu yoktur. Biz Blankici, yani iktidarın bir azınlık tarafından alınması yandaşları değiliz. Biz Marksist yani proleter sınıf savaşı yandaşlarıyız; küçük burjuva coşkunluklara karşıyız, sonuna değin şovenizme, söz ebeliğine, burjuvazi kuyrukçuluğuna karşıyız biz. Proleter komünist bir parti kuralım; Bolşevizmin en iyi yandaşları, bu partinin öğelerini daha önce yaratmış bulunuyorlar; bir proleter sınıf eylemi için bir araya gelelim ve proleterler, yoksul köylüler, gitgide artan sayılarla bize katılacaklardır. (Lenin, Nisan Tezleri)
AKP’nin 2010 referandumuyla 2007’den beri süre giden ordu içindeki tasfiyelere aldığı onay, 2011 seçimlerindeki yüzde 51 oy, Tunus’tan başlayarak Baas diktatörlükleri yıkılırken, ilk etapta AKP’nin de parçası olduğu İhvan çizgisinin iktidarla buluşmaya başlaması, AKP açısından demokrasi tramvayından inme zamanının geldiğinin göstergesiydi. Özel istihdam bürolarının önünü açan ve güvencesizleşmenin hâkimiyetini sağlayan torba yasanın seçimden hemen sonra kabulü, 2012’de kürtajı yasaklama girişimi, ilk adımlardı. KÖH ile Suriye’de cihatçıların önünü açabilmek, Türkiye’de başkanlık rejimini inşa etmek için (kuşkusuz AKP’nin hesabı buydu) başlattığı çözüm sürecini, Taksim’in 2013’te yeniden 1 Mayıslara hatta herhangi bir basın açıklamasına kapatılması takip etti.
Yine 2013 Mayıs ayında gelen içki yasaklarının ardından Taksim Gezi Parkı’ndaki polis şiddeti, aslında AKP rejiminden bunalan herkese bugünlerde yaşayacaklarımızı gösterdiği için (kuşkusuz Arap isyanlarının ve Batı’daki İşgal Et hareketlerinin de katkısıyla) Gezi bir halk isyanının tetikleyicisi oldu. Gezi’deki halk isyanının işçi sınıfının genel greviyle buluşamaması, sendikaların ve meslek odalarının Gezi dağıtılırken dahi bir genel grev çağrısı yapma basireti gösterememesi, hatta sosyalist solun kimi kesimlerinin bile yaşanan isyan gerçekliğini göremeyip, başından itibaren parka çekilme eğilimi göstermesi, isyanın dağılmasına neden oldu. (Yine de AKP iktidarı bitmeyen Gezi korkusu ve hıncıyla Gezi’de koordinasyon görevi üstlenen arkadaşlar üzerinden müstakbel isyanlara gözdağı veriyor.)
2014’teki cumhurbaşkanlığı seçimini hatta 2014 yerel seçimlerini de AKP kazanmıştı. Ancak Ortadoğu’da işler hiç de AKP’nin umduğu gibi gitmezken Tunus ve Mısır’da İhvan çoktan iktidar gücünü kaybetmiş, Esad devrilememiş, Rojava’da gerçekleşen devrim ile Kuzey Suriye’deki Kürtler statü elde etmişti.
2014’te düştü düşecek denerek IŞİD’in Kobane saldırısının desteklenmesi karşısında, toplumun önemli bir kesimi seküler bir hareket olarak IŞİD’e karşı Rojava devrimine sempati ile yaklaşmaya başladı. Türkiye sosyalist hareketinden çok sayıda grup ve kişinin, enternasyonalist dayanışmada yeni bir eşik yaratarak IŞİD’e karşı savaşması, Kobane’nin kurtuluşu ve HDP’nin bu atmosferde genel seçimlerde “Seni başkan yaptırmayacağız” diyerek yüzde 13 oy alması, Türkiye egemenleri açısından ürkütücü bir siyasal dönemecin başlangıcı oldu. AKP başkanlık rejimine geçmek bir yana tek başına hükümeti kuramaz hale gelince çözüm sürecini sonlandırdı, Suruç ve Ankara katliamları yaşandı ve 1 Kasım seçimlerinde yeniden tek başına iktidar olacak oya kavuştu. 2013-2017 arasında yaşananların aslında 92-2002 arasında yaşananlarla kimi benzerlikleri görülebilir.
92 Cizre Newroz’u başta olmak üzere serhıldanların büyümesi, şehir merkezlerine yayılan eylemler, 93 Sivas katliamı, 94’te HEP’lilerin Meclis’ten atılması, Refah Partisi’nin büyükşehir belediyelerini kazanması, 94 Nisan krizi, her biri önemli kaynama noktaları oluşturmuştu. Kürt halkına yönelen savaş politikalarının kontrgerillanın gücünü artırması ve 95’teki Gazi katliamı, Gazi ve Ümraniye’deki direnişle karşılık bulmuştu. 95 yılında ekonomik krizin yükünü çekmeye zorlanan kamu işçilerinin Türk-İş önderliğinde Ankara’ya yığılması, yine aynı yıllarda KESK’in kuruluş ve örgütlenme eylemleri, sınıf hareketinin gücünü gösteriyordu. Çiller hükümeti düşmüş ve 95 sonundaki seçimlerde Refah Partisi birinci parti olurken Refah-Yol iktidarı kurulmuştu. 96 1 Mayıs’ında polis kurşunlarına rağmen on binler Kadıköy’de yürüdü. Yine 96’da kontrgerilla şeflerinden Mehmet Ağar, adalet bakanı olduğunda cezaevleri genelgesi ile siyasi tutsakları teslim almaya çalışmış ama direniş karşısında Refah Yol hükümeti geri adım atmıştı. Sonrasında 28 Şubat darbesi MÜSİAD çevresinde örgütlenen sermaye fraksiyonuna ‘da’ karşı TÜSİAD ile yeni bir nizam kurmaya girişti.
28 Şubat ordunun siyasal alana müdahale gücünü artırırken MGK’yı seçilmiş iktidarın üzerindeki devlet haline getirmişti. Bir yanda Kürt halkına karşı yürütülen savaş diğer yanda siyasal İslam’ın tabanını daraltmak için, üniversitelerdeki türban yasağı, 8 yıllık eğitim türündeki adımlar toplumda hızlı bir restorasyon çabasının göstergesiydi. 28 Şubat’ın siyasi ayağını üstlenen DSP-MHP-ANAP koalisyonu, bir yandan bankaların hortumlanmasından pay alırken diğer yandan 96’da Refah Yol’un yarım bıraktığını tamamlamak üzere, F tiplerini gündeme almış ve devrimci direnişe 19 Aralık katliamı ile yanıt vermişti. Sonuçta 2001’de Anayasa kitapçığının fırlatılmasıyla tetiklenen kriz karşısında 2002 seçimlerine gelinmiş ve AKP iktidar olmuştu.
2015 seçimlerinin ardından AKP yeniden iktidar olurken eski ortağı Fethullah Cemaati ile kavgası büyümüş ve 2016’da 15 Temmuz darbesine gelinmişti. Darbeciler arkalarında gerekli halk desteğini de sermaye desteğini de bulamayınca darbenin kolayca bastırılması ve AKP’nin ‘direniş tiyatrosu’ sergilemesi mümkün oldu. 28 Şubat’ta dört koldan darbeyi destekleyen büyük sermaye medyası 15 Temmuz’da bu desteği Fethullahçılara vermedi.
Egemenler açısından kelimenin gerçek anlamıyla devletin çivisinin çıkması, devletin içindeki Ergenekon diye anılan milliyetçi odak ile siyasal alanda MHP’nin, AKP’ye destek olmasıyla (Aynı DSP-MHP-ANAP koalisyonunda olduğu gibi devlet MHP’yi göreve çağırdı) 2017 referandumunda yeni bir evreye gelindi. 2017 referandumunun ardından 2018’de milliyetçi tahkimatı artırmak için önce Afrin’e bir yıl sonra da Tel Abyad ve Serekaniye’ye cihatçılar eşliğinde girildi.
Bugün baktığımızda 90’ların başından itibaren yükselen serhıldanlar, 95 Gazi ve Ümraniye direnişleri, 96 1 Mayıs’ı, KESK’in örgütlenmesi ve işçi eylemleriyle hükümetin düşürülmesi karşısında egemenlerin, 28 Şubat ile devletin gücünü konsolide ettiklerini görüyoruz. 2012’deki kürtaj direnişi, Gezi İsyanı, kalekollara direniş, Kobane direnişi, 2015 seçimlerinde HDP’nin gücü ve hendekler süreci, devletin kendi içindeki kavgada alan kapma girişimlerini darbeye dönüştürdüğünde, Allah’ın lütfuyla karşı darbeyi örgütleyen AKP, devleti rayına oturtma görevine koşan MHP ile 2017’den beri tüm ezilenlere, en son da sokak hayvanlarına saldırmaya başladı.
Tüm bunlar olurken DİSK genellikle Karaköy’deki sosyal sigortalar kurumu önünde basın açıklaması yapıyordu. DİSK, KESK, TMMOB, TTB yan yana geldiğinde ise Maltepe dolgu alanında 1 Mayıs kutlamanın ya da Kadıköy’de basın açıklaması yapmanın ötesine geçilmiyor. (Son 1 Mayıs’ta yaptıklarına hiç gelmeyelim!) Sosyalist sol açısından ise durum bir hayli değişik bir görüntü arz ediyor. Son bir yılı saymazsak sosyalist sol açısından öncelik demokrasi mücadelesi ve faşizmi geriletmekti. Ama özellikle son 3-4 yıldır artan yoksulluk ısrarla gündeme gelemiyordu ve birinci gündem hep demokrasi mücadelesinin en önemli ayağı olarak basın açıklaması yapabilmek haline geldi. Faşizmi geriletmekten anlaşılan işçi sınıfının eyleme geçmesi olarak algılanmıyor pek. Son birkaç yıldır parça parça yükselen işçi direnişleri ile doğrudan bir bağ kurulamazken, faşizmi sınıfsal içeriğinden kopararak, sosyalist solun ve Kürt hareketinin kadrolarına yönelik bir devlet baskısı olarak görme anlayışı devam ediyor.
Kobane’deki enternasyonalist dayanışmayı, halkların devrim hareketini birleştirmek çabasına dönüştürmek de, esas olarak “devrimci öznesi” belirsiz bir zorun örgütlenmesini önüne koymuş görünüyor. Tekelci kapitalizmin egemenliğindeki, küçük köylülüğün ve esnafın proleterleşme sürecini yıllar önce tamamladığı bir ülkede, işçi sınıfı içinde örgütlenme gerçekleştirilmeksizin, halkların devrim hareketini birleştirmek için öne çıkarılan, zorun örgütlenmesi fikrinin, devrimci öznesinin kim olduğunu anlamak pek mümkün değil (ya da devrimci özne olarak bu grupları mı görmemiz gerekiyor?).
Keza Rojava’daki enternasyonal dayanışmadan ilhamla mücadeleyi birleştirmek üzere yan yana gelen sosyalist grupların, Rojava’dan alınan ilham dışında hangi eksende ortaklaştıklarını anlamak da zor. Bugün fiili meşru mücadele denilen şeyin, 2911 sayılı yasadan kaynaklı hakları kullanmakta kararlı durmak dışında bir çağrışım yapması söz konusu değilse, bu birliktelik açısından politik zeminin belirsizliği gibi eylem zemini de belirsiz kalmaya mahkûm. Fiili meşru mücadele, yasal sınırları aşarak toplumsal meşruiyet temelinde hareket etmek ve halk desteği almak ise, 90’lardaki yasaklı Newroz kutlamalarında, 2015’teki kalekol direnişlerinde biz bu mücadeleyi gördük. Gezi İsyanı’nda gördük. 87’den 92’ye 1 Mayıs kutlamak tıpkı Newroz kutlamak gibi yasakken gördük. Kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme mücadelesinde gördük. Feminist hareketin ve kadın hareketinin İstanbul Sözleşmesi eylemlerinde ve feminist gece yürüyüşlerinde gördük. Bu saydıklarımın hepsi eylemi yapanların ötesinde bir toplumsal desteğe sahip politik mücadeleler. Birkaç sosyalist grup temsilcisinin basın açıklaması yapmakta kararlı olmasını fiili meşru mücadele kapsamında değerlendirmek, bizzat o eylemi yapanların mücadele tarihlerine haksızlık oluyor.
Rojava’daki devrimci dayanışma ruhunu buradaki faşizme karşı mücadeleye taşımak birkaç grubu yan yana getirmekle değil, Dimitrov’un öngördüğü üzere faşizme karşı birleşik cephenin gereği olarak işçi sınıfının devrimci ve reformist kesimlerini buluşturmaktan geçer. Sosyalizme yürüyüşün devrimci öznesi olarak, kendi örgütlerinin yanı sıra ekoloji hareketini ve kadın hareketini gören, sınıfın eylemini ve gücünü konuşmaya kendi eylemini ve gücünü konuşmayı ikame eden, sosyalist hareketin gücü bahsinde sınıf içindeki örgütlülük düzeyine değil kendi iç örgütlülük düzeyine bakan bir yaklaşımın, sosyalizmi işçi sınıfı için bir alternatif haline getirmesi bir hayli zor görünüyor.[2]
Sonuçta Gökhan’a bu yıl da sosyalist sol, içinden geldiğimiz gelenek, işçi sınıfı, devrimci mücadele vd. konusunda aktarım yaparken pek umutlu bir tablo çizemiyorum. Adeta neyi tartışmak gerekir tartışmasına takılıp kaldık ve ben de kuşkusuz neyi tartışmak gerektiğini tartışabiliyorum ancak. Ama umutlu bitirelim, somut bir zeminden bitirelim, Yoldaş Lenin ile bitirelim, nasıl bir ayaklanma konuşarak bitirelim… Başarmak için ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfa dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. (Nisan Tezleri)
[1] https://sendika.org/2023/05/savunmasiz-miyiz-684573
[2] Gamze Taşçı’nın bu yazısı bu anlamda gerçekçi bir analiz çiziyor https://x.com/gazeteumut/status/1813152454797602872
Kaynak: Umut Gazetesi
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.