Bugün kapitalizmin yeni bir birikim stratejisi henüz oluşabilmiş değil. Diğer yandan işler de eskisi gibi yürümüyor. Bu araf dönemin kendine has siyasi atmosferi içinde yaşıyoruz. İşin kötü tarafı yeni dönemde toplumsal isyan dalgasının kapasitesi ivmelenerek artarken sol ise ivmelenerek zayıflıyor
Dünyada, Türkiye’de ve sınıf savaşımlarının seyrinde neler olduğu; Avrupa’da faşist partiler/hareketlerin yükselişi, savaş bölgelerindeki çözümsüzlük, jeopolitik gerilimler ve temelde kapitalizmin yaşadığı krizleri konuşmaya ve tartışmaya ihtiyaç olduğu bir gerçek.
Bilindiği üzere kapitalizm 2008 krizinden sonra tamir edilemez ve içinden çıkılamaz bir girdaba sürüklendi. ABD’de finansal bir kriz olarak başlayan süreç, küresel bir bağlam kazandı. 2008 krizi sonrası birikim krizi derinleşirken, pandemi süreci de bu krizi perçinledi. Emperyalizm, temelinde birikim modelindeki kriz olan ama özgün dinamiklerle de şekillenen bir siyasi hegemonya krizi yaşıyor.
Neoliberal birikim stratejisi iki evrede kendini biçimlendirdi. Sermaye, finansal krize kadar karlılığını rıza mekanizmasını neoliberal programın siyasal iktidarları aracılığıyla kurmaya çalışarak artırıyordu. Finansal kriz sonrası toplumsal itirazların ve isyanların artması ile rıza mekanizmasını kurmakta zorlandı. 2008-2013 sonrası yaşadığımız siyasal gelişmelerin temelinde bu sorun yatıyor.
Alternatif bir birikim modelinin geliştirilemediği bu süreçte, her ne kadar halk isyanları birbirini izlese de işçi sınıfı ve halk hareketleri de süreci etkileyecek örgütsel bir güç oluşturamadı. Bu durum kapitalizm açısından bir araf dönem yarattı.
Bunun bir diğer boyutu da rıza mekanizmalarını kaybeden egemenlerin zor aygıtına daha fazla başvurması. Otoriterleşme, dünyanın birçok yanında hakim eğilim haline gelirken, zor aygıtlarındaki gelişim ve çeşitlilik de gözle görünür bir biçimde artıyor. Zor aygıtlarındaki bu değişimlerin ortak özelliği ise kendilerini yeni dönem halk isyanlarının bastırılmasına göre biçimlendirmeleridir.
Kapitalizmin bu araf döneme sürüklenmesinin temelinde iki temel sebep var:
Kapitalizmin birikim krizi tam da neoliberal programın hedeflerinin sınırlarına dayanması sebebiyle derinleşti. İnsan nüfusunun büyük bölümü proleterleştirilmiş ve mülksüzleştirilmiş, metalaştırma ise sınırlarına dayanmış ve yeni alanlar arıyor. Yoksullaşma bugün toplumun en büyük sorunu haline geldi. Sermaye bu kaotik ortamda kendine yeni bir birikim modeli oluşturabilmiş değil. Bugün bu tıkanıklık pandemi sürecinden itibaren en güncel hali ile ortada duruyor.
Neoliberal birikim modelindeki tıkanıklık kendini kâr oranlarının ve ülkelerin büyüme oranlarının düşüşüyle gösteriyor. 2008 krizinin etkilerinin nispeten daha azaldığı bir süreçteyken COVID-19 pandemisi krizin etkilerini daha da derinleştirdi. Finansal genişlemenin yarattığı tahribatın yanında tedarik ağlarındaki kırılmalarla birlikte üretim ve dolaşım sistemlerinde de krizler oluştu.
Bu krizleri aşmaya yönelik çeşitli yönelimler var. Bunların ilki kâr oranlarını, üretkenliği ve verimliliği de pozitif yönde etkileyecek yeni bir sermaye açılımı. Düşen üretkenliği canlandırmak için ortaya atılan dijitalleşme ve yeni sanayi politikaları bu açılımın önemli bir parçası. Yine iklim krizi ve bu konudaki duyarlılığın suiistimaline dayanan ve nihai olarak sermaye tahakkümünü genişletmeyi hedefleyen “yeşil dönüşüm” de bu açılımın bir diğer önemli parçası. Yüz milyarlarca dolarlık fonlar, muazzam bir altyapı ve teknoloji değişimi gereksinimiyle, yaşamın her zerresine sirayet edecek bir piyasalaşma dalgası yaratılmak isteniyor.
Bu çerçevede yeni tip teknolojinin hammaddesi olan değerli madenlerin ve çip teknolojisi gibi üretimin çevresinde oluşan rekabet gerilimleri artırıyor. Son Davos zirvesinde bu konuyu ne kadar önemsediklerini herkes takip etmiş oldu. Son dönemlerde yapılan yeşil kapitalizm tartışması sermaye açısından sürdürülebilirlikten ziyade yeni ucuz üretim bölgeleri, yeni ticaret yolları, dijitalleşme ve hammadde arayışı çerçevesinde dönüşüm arayışına oturuyor.
Pandemi nedeniyle yaşanan dolaşım sorunu da alternatif tedarik ağları ile aşılmak isteniyor. Daha kısa tedarik ağları, lojistik üsler ve Çin-Rusya blokunun egemen olduğu bölgeler dışında da üretim merkezleri yaratma arayışları var. Çin’in tedarik ağlarındaki belirleyiciliğini kırmak açısından Kuşak ve Yol Girişimi’nin karşısında Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) projesinin geliştirilmesi bunun önemli bir göstergesi.
Bugünkü hegemonya krizini anlamak için bu noktaya nasıl gelindiğini kısa bir hafıza tazelemesi ile anımsayalım. 1991’de reel sosyalizmin sonu kapitalizm ile işçi sınıfı arasında giden dengeyi bozdu ve ortaya büyük bir pazar çıktı. Egemenlerin iştahı kabarırken, neoliberal hegemonyanın kurulması sermayenin saldırganlığını artırdı. Neoliberal programın siyasal çerçevesi bugüne üç evreden geçerek geldi.
-1970-1991 arası dönem neoliberal programın ilk denemelerinin yapıldığı yıllardı. Sosyalist blokun varlığı ve devrimci hareketlerin güçlü oluşu programın yaygınlaşmasındaki temel engeldi. Yeni sömürge ülkelerdeki darbeler kuşağı devrimci hareketleri zayıflatmak için emperyalist merkezlerce kurgulandı.
-1991-2008 arası dönem reel sosyalizmin çözüldüğü, Irak’ın işgali ile neoliberal hegemonyanın sağlanmaya başladığı dönem oldu.
-2008 sonrası dönem, ekonomik kriz ile birlikte siyasi programın çözülüşü ve hegemonya krizinin bugüne kadar geldiği yılları kapsıyor.
Esasında neoliberal birikim modelindeki tıkanıklık ve siyasi programının çıkmaza girmesi birbirini besleyerek emperyalist sistem içinde hegemonya krizine sebep oldu. Bugün kapitalizmin yeni bir birikim stratejisi henüz oluşabilmiş değil. Diğer yandan işler de eskisi gibi yürümüyor. Bu araf dönemin kendine has siyasi atmosferi içinde yaşıyoruz. İşin kötü tarafı yeni dönemde toplumsal isyan dalgasının kapasitesi ivmelenerek artarken sol ise ivmelenerek zayıflıyor. Egemenler bir yandan bu durumdan yararlanarak toplumsal isyan dalgasını bastırmayı hedeflerken diğer yandan hegemonya krizini çözmeye çalışıyorlar.
Görünen o ki bu hegemonya krizi siyasal dengeler alt-üst olmadan çözülmeyecek. Çünkü bölgesel çatışma ve gerilimler giderek artıyor. Ortadoğu’daki rejim değişikliği zincirinin Suriye’de akamete uğraması ve Suriye’de kısa vadede istikrarlı bir neoliberal programın öngörülememesi, Ukrayna’daki çözümsüzlük, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi, Filistin direnişinin ilk defa merkez kapitalist ülkelerin meydanlarında dahi bu kadar yankı uyandırması, Latin Amerika’da darbe dinamiğinin eskisi gibi işlememesi, ki Bolivya’da darbenin nasıl başarısız olduğunu hepimiz gördük, bunların açık göstergesi. ABD’nin yenilmezlik algısı değişmiş oldu. Bu durum ABD’nin emperyalist sistem içindeki mutlak hakimiyetinin olmadığını gösteriyor. ABD hegemonyasının çözülmesi emperyalist sistem içindeki farklı odakların bir aktör olarak sahneye çıkabilmesine olanak sağladı ve rekabetin kızışmasına yol açtı. Son dönemde artan bu bölgesel gerilimler ve çatışmalar, üçüncü dünya savaşı söylemlerinin gündeme gelmesi, artan askeri harcamalar yeni dönemin daha başında olduğumuzu gösteriyor.
Türkiye de bu hegemonya krizini manevra alanını genişleterek değerlendirebildi. Suriye’ye yönelik operasyonlar, Libya’ya asker gönderme, Ukrayna’ya SİHA satarken Rusya ile de tahıl koridoru anlaşmasını imzalama gibi hamleler bu hegemonya boşluğundaki hamlelere örnek olarak verilebilir. Ancak ABD/NATO kampının siyasal konsolidasyonu bu boşlukları oldukça daralttı. Son NATO zirvesinde çıkan 2026 NATO Zirvesi’nin Türkiye’de yapılacağı kararını da Türkiye’yi önümüzdeki iki yılda bu hattın gerekliliklerini en az iki yıl boyunca eksiksiz yapacağının bir göstergesi olarak değerlendirebiliriz.
Neoliberalizmin siyasi programına uyumlu iktidarlar proleterleştirme, mülksüzleştirme, metalaştırma ve güvencesizleştirme süreçlerini yer yer rıza mekanizmasını da kurarak yürüttü. Ancak son yıllarda onlarca ülkenin kent meydanlarını dolduran halk isyanları gösterdi ki rıza mekanizmaları ve yoksulluğun yönetimini sağlayacak sosyal, siyasal ve ekonomik içerme mekanizmaları eskisi kadar etkili değil. Bu durum büyük soygunu rıza mekanizması olmadan sürdürmeyi gerekli kıldı. Bunun yansıması zor aygıtlarındaki dönüşümdür. Siyasi rejimler kendilerini yeni halk isyanları dönemine göre biçimlendirmiş oldu. Merkez ülkelerde sokak çatışmaları artarken yeni sömürge ülkelerde isyanlar sert ve kanlı bir biçimde bastırılmaya çalışılıyor. Ancak hazindir ki devrimci hareketler de yeni dönemin dinamiklerini kavramakta, meydanları dolduran halkların öfkesini iktidar hedefli bir harekete dönüştürmekte başarılı olamadı.
Solun zayıflığı, bu öfkenin devrimci bir siyaset zeminine oturtulamaması sorununu yaratıyor. Avrupa’da yapılan son seçimlerde faşist partilerin/hareketlerin yükselişi ve merkez solun sağa kayışı bu zemin üzerine oturuyor. Örneğin Afd’nin en çok oy aldığı bölge Doğu Almanya bölgeleri olarak öne çıktı. Bir zamanlar eğri-doğru bir sosyalizme aşina olan bir bölgeden bu seçim sonuçları çıkması hayal kırıklığı olsa gerek. Son günlerde Kayseri’de başlayan ve provokasyona dönüşen süreç, bozkurt işareti tartışmalarında faşizmi meşrulaştıran çıkışlar/yorumlar da bu zemine oturuyor. Sonuç olarak neoliberal tahribatın sonuçlarıyla yaşıyoruz. İşçi sınıfı öfkeli, sol zayıf.
Türkiye’deki oligarşi ile halk kesimleri arasındaki çatışmanın da oligarşi içindeki ilişki ve çatışmaların da küresel ölçekteki bağlamı bu özetlediğimiz çerçeve.
Devam edecek.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.