Hızını alamayan Türkçüler, mesele Avrupa’da aşırı sağın neden yükseldiğini değil Türkiye’de neden yükselemediğini konuşuyorlar. Oysa aşırı sağ zaten Türk siyasetinin bir vasatıdır. Burada faşist parti 1960’lardan beri Meclis’e girer, zaman zaman iktidara gelir, kolluk gücünde ve bürokraside her zaman var olan bir fraksiyondur
Okurlar bu yazının faşizm üzerine genel bir teorik tartışmadan ziyade yaklaşık son yirmi yılda özellikle Batı’da (bugünlerde de Türkiye’de) gündemde olan “yükselen faşist hareket” meselesine dair olacağını sanırım tahmin edecektir. Epeydir bu konuyu işleyen bir yazı yazmak aklımdaydı, son Avrupa Parlamentosu seçimleri sonrasında kalemimiz, fikri sınırlarımız ve etkileme kapasitemiz yettiğince bir “müdahale” denemesi artık kendini dayattı.
Öncelikle kavramsal çerçevenin kendine has önemi sebebiyle bir şeyin altını çizmek gerekiyor. Her türden gerici veya şoven ideolojiye “faşizm” demek bir tür sol alışkanlık, kolaycılık halidir. Ben, kendi teorik bakışım ve tutumum uyarınca yükselişte olan yeni aşırı sağ hareketlerin “faşist hareket” yerine “faşizan akım” ya da “embriyotik faşizm” olarak anılmasını öneriyorum.
Zira gerek kuramsal gerekse kurumsal yapıları yakından incelenince bu “moda” akımların oldukça gevşek bir karakterde salındıkları açıkça görülür. Bu gevşekliğin tanım koyma noktasında nasıl bir kıymeti var peki? Şöyle, anılan gevşek tabiatları sebebiyle faşizan hareket bütün marjinal doğasına karşın “merkeze” uyumlanmaya son derece teşnedir. Bu da onu müesses nizamı yıkma iddiasındayken nizama tabi olma durağına kolayca eriştirir. İdeolojik bir bütünlükten yoksun, kavi bir politik formasyonu ve caydırıcı militan gücü olmayan mevzubahis hareketler yükselme trendinin içinde her zaman dağılma ve içerilme riskini taşır.
Radikal önerilere ve “gizli ajandaya”(?) sahipken düzen tarafından kısmen içerilip, düzeni de kendi ideasına göre kısmen dönüştüren ve bir senteze varan AKP örneği belki de ideolojik yetersizlikle politik cesaret eksiğinin siyasal oluşumları vardırdığı “merkeze” taşınma hikayesine iyi bir örnek olabilir. Üstelik AKP akla gelebilecek her açıdan yeniyetme faşizan akımlardan daha güçlüyken…
AKP’nin siyasal söylemi ve eylemi rehberliği alabildiğine pragmatik, gevşek ve belirsizken, karşısındaki nizam son derece güçlü bir politik formasyona, kurumlara, geleneklere, refleksleri belli bir ideolojiye ve göz ardı edilemeyecek bir meşruiyete sahipti. Karşılıklı yumruklaşmalarla, yer yer de oldukça sert geçen bir sürecin sonunda AKP kendisi için yeterli olan siyasal pozisyona gelebildi. Lakin günün sonunda ortaya çıkan şey “eski resmi ideolojinin” sahipleri ve yasal faşist partiyle ortaklaşa bir yönetim, bir sentez oldu. Zaman zaman (bilhassa yargıda MHP’nin AKP’nin bazı fraksiyonlarıyla sürtüştüğü) kimi çekişmeler su yüzüne çıksa da, tek adamın sorgulanamaz liderliğinde ortaklaşan bu milliyetçi sentezin ülke tarihinin çok partili dönemindeki en yekpare, en uyumlu devlet aygıtı olduğu gerçeği tartışmasızdır. Bu mutlak uyumu tetikleyenin düzen dincileri arasındaki şiddetli iç savaş (15 Temmuz) olmasıysa memleket tarihindeki bir diğer önemli çentiktir.
Türkiye’de bugün basit bir basın açıklaması yapmak bile bu denli zorlaştırılmışken, hapishaneler siyasi tutsaklarla doluyken ve milliyetçi söylem kitle mobilizasyonunda tek motor haline getirilmişken iktidarla ortaklarını sağ saymayan yeni sağın çocuksuluğu kendini ele verir.
Üstelik biliniyor. Yeniyetme sağın iktidarla arasındaki ton farkı esasen belli belirsizdir. En ufak meselede “devletimin yanındayım” diyerek sosyal medyada asker yazılan kitlenin AKP’ye veya MHP’ye sözde mesafesi bu partilerden olmanın “cool” ve “avangart” bulunmamasındadır. Bugün fikirler hiçbir şeydir, imaj ise her şey. Evin en uslu çocuğu olan bu tipler sahneye çıkınca marjinal makyajı yapmaktan, savaş boyları sürünmekten geri duramıyorlar.
Demirel’in meşhur “bana milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözünden de izlenebileceği gibi sağın merkeziyle aşırısı arasında fark sık sık bulanıklaşır. Kaldı ki sağın aşırısının nereden başladığı da tartışmalıdır. “Aşırı sağ” tanımı milliyetçilik ve piyasacılığın farklı türevlerine cicili bicili elbiseler giydirip onu pazarlamaya da yarıyor. Türkiye’de sağın merkezi mızrağın sapıyken, aşırı sağ bu mızrağın ucudur.
Bugün faşizan akımlar fikren büyük ölçüde ortaklaştıkları sağ iktidarlarla vahşi neoliberalizm döneminin kendine has sosyal, siyasal, ekonomik sonuçları dolayısıyla kutuplaşıyorlar. Sadece mülteci ve göçmen meselesi değil, solun politika üretemediği yoksullaşma, eşitsizlik sorunlarına zenofobi tüccarlığını da karıştırıp popülist bir söylemle kitlelerin rahatsızlıklarına hitap ediyorlar. Çoğu kez tek gündemli, köksüz ve programsız olan bu akımlar oluşan kitlesel öfkeyi kendi bagajlarına yükleyip ani yükselmelerle gündeme gelebilseler de onları dinamikleştiren kendiliğindenlik en önemli zaaflarını da teşkil ediyor. Tıpkı, Batı’da sık rastladığımız kitlesel ayaklanmalarda olduğu gibi programsızlık ve güçlü bir ideolojik önderlikten yoksunluk onların da büyümelerinin genelde saman alevi formunda seyretmesine neden oluyor.
Avrupa’da yükselen ırkçılık meselesi ilk olarak 1999’da Avusturya’da neo-Nazi Haider’in FPÖ’sünün iktidar ortağı olmasıyla dikkatleri üzerine çekmişti. Haider koalisyondan AB’nin baskısı ve “Avrupa demokrasisi” için alışageldik olmayan yöntemlerle uzaklaştırılmış olsa da konunun sıcaklığı ve tansiyonu hiç düşmedi. 2009 AB seçimlerinde “Viyana İstanbul olmasın” gibi sloganlarla aşırı sağ oylar patlama yaptı. Sonraki süreçte Birleşik Krallık, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda gibi başat aktörler dahil hemen her ülkede aşırı sağ yüksek oylar alıp sürekli şok dalgaları yaratacak kadar gücünü pekiştirdi. Tabii anaakımlaştıkça radikal söylemlerden feragat etmeler de gündeme geldi. “Cici sağ” ile “aşırı sağ” arasındaki fark daha da belirsizleşti.
Fakat Avrupa’nın özünde zaten aşırı sağ bir maya olduğu nedense hiç dikkat çekmedi. İtalya’da hep önemli oylar alan refah şovenisti Lega Nord ya da İspanya’da Franco’nun varisi PP (İspanya’nın en büyük iki partisinden biri) aynı ilgiye hiçbir zaman mazhar olmadı mesela.
Avrupa’da bugün milliyetçilik ya da aşırı sağın biraz kabuk değiştirmiş olduğu görülüyor. Örneğin Batı Avrupa’daki sağ iktidarlar bugün açıkça göçmen karşıtı bir hatta yönelirken, Türkiye’deki sağ iktidar göçmenlere (kimine göre “sjw” kimine göre “ensar” bir tutumla) daha misafirperver yaklaşıyor. Oysaki farkın sebebi iki örnekteki kapitalist gelişme ihtiyacının farklı seviyeleridir. Yine Batı Avrupa’da bugün ırkçılık kendi kurucu fikri olan antisemitizmden en azından söylem düzeyinde uzaklaşmış durumda. Öyle ya, Avrupa’nın Yahudi sorunu zaten soykırımla halledildi ve emperyalist kapitalizmin en özgün icadı olan İsrail bugün Ortadoğu’da “insansı” Arap ve Müslümanlara karşı bir mücadele veriyor. Soykırımcı İsrail’e Avrupa’nın merkez ve aşırı sağıyla, liberaliyle ve merkez soluyla verdiği coşkulu destekte sadece Yahudilere Avrupa’da yapılan zulmün kefareti kaynaklı bir psikopati tespit etmek saflık olur. Ortada gayet açık, müşterekleşmiş bir ideolojik pozisyon var. Elbette Avrupa’daki geleneksel sağ ile yeni aşırı sağ arasında farklar var. En önemli farklardan biri geleneksel sağın Hıristiyanlığa yaklaşımı muhtelif tonlarda sahiplenmeciyken, yeni aşırı sağın dine karşı en azından nötr oluşudur.[1] Almanya’da ateizmle, AfD’nin birinci olduğu bölgelerden eski Demokratik Almanya haritasının çıkması dikkat çekicidir. Bu dikkat çekici nokta aynı zamanda aşırı sağın toplumun hangi kesimlerinden oy aldığını ve solun yerine getiremediği vazifesini de gösteriyor.
Avrupa’da geleneksel sağ ile yeni aşırı sağ arasındaki dine yaklaşım farkı Türkiye’deki muadillerinde de bire bir aynıdır. İki akım arasındaki tek koşutluk yalnızca bu da değil. Dikkat ederseniz, Türkiye’deki yeni seküler aşırı sağ da (Filistin’e destek hususunda soluyla sağıyla geleneksel ve duygusal olarak ortaklaşmış Türkiye gibi bir memlekette) İsrail’e destek verme onursuzluğunu üstlenen tek odak olma rolüne soyunmuştur. Bu koşutluk da elbette tesadüf değil. Zira bunlar Türkiye’de dini muhafazakarlıkla melezlenen klasik milliyetçiliğe ya da Kemalizm’in sol yorumlarına alternatif, neredeyse tamamen Batı’daki muadillerinden kopya edilen jenerikleri ülkücü geleneğin dindışı yorumu ve sağ Kemalizmle harmanlayarak bir yol tutturma niyetindeler. Militarist (postal yalayıcı anlamında), ataerkil, Arnavut’tan Laz’a kadar tüm Türkiye milletlerine hınç dolu, anti-Kürt, anti-komünist, anti-Alevi, anti-İslam, anti-Arap, devletçi (kulluk ideolojisi anlamında), piyasacı, yabancı düşmanı, beyaz üstünlükçü, yayılmacı fantezilere sahip ve şimdilik epey şekilsiz bir yapı. Henüz daha çok baba, dede kuşağından daha gerici olmayı başarabilmiş ziyan ergenler üzerinde etkili olabilseler de potansiyelleri küçümsenmeyi hak etmiyor. Bugün kimi farklarla birlikte tek organize adresleri olan Zafer Partisi’nin aldığı oylar nedense küçümseniyor (üstelik ne ironik ki yılların partilerinin trajik oylar aldığı sol tarafından) fakat ben ortada küçümsenebilir bir performans görmüyorum.
Türkleri de aşağı ırk olarak gören ve kadim düşman stereotipi olarak kodlayan, ilk çıkışını zaten Avrupalı Türk işçilere karşı kampanyalarla yapmış yeni Batı ırkçılığına aşık olmuş bu toplam mülteci karşıtlığı söyleminin sağına soluna bir şeyler serpiştirerek bir yol almaya çalışıyor. Bu “bir şeyler” kah Çatlı, Yeşil, Beyaz Toros, Esat Oktay Yıldıran hayranlığı, kah Kürdistan’da soykırım hayalleri, kah kadın yahut LGBT düşmanlığı, kah düğünde Yugoslavya bayrağı açan Boşnaklara veya Twitter’da sadece “Ben Laz’ım” yazmış olan kişilere nefret söylemi olarak ortaya çıkıyor. Ahlaki, akli ve insani her tür hasletten soyunmuş bu güruh sırf Türklük adına, bir ailenin yıllardır tüm zenginliğini sömürdüğü bir ülkenin soykırım sponsoru bir şirketinin kırılan bir iki camına ağlayabiliyor örneğin. Psikopat bir neoliberalizm ve milliyetçilik söylemiyle kapitalizmin, piyasacılığın arasındaki ilişkiye iyi bir örnek. Onurdan, adaletten, direnişten, emekten bihaber bu toplam hatırlarsınız 1 Mayıs’ta da polisinin yanında olmuş ve bayrakların plastik çubuklarıyla dövülen polis kalkanlarına da ağıt yakmıştı bir süre.
“Zulme karşı mukavemet” lafzının altının “Türk’üm diyemez olduk” kadar bomboş olduğu ve yeni tip Türkçülüğün merkeze ve iktidara ne kadar kolay yamanabileceği ortada. Zulüm diye kodladıkları şey kendi zulmetme, işkence, terör, asimilasyon, ırkçılık haklarının bir miktar karşı reaksiyon görmesi. Bu topraklarda beraber yaşayabilme iradesini dinamitleme fikirlerine karşı direnç odaklarının olması.
Batı’da egemen milliyetçiliklerin birbirine düşmanlıkları folklorik öğeler dışında ciddi anlamda aşıldı. Orada milliyetçilik artık daha çok bir Avrupa milliyetçiliği ve beyaz üstünlükçülük üstünden yürüyor. Bu sayede tüm ülkelerin ırkçı partileri AB Parlamentosunda bir ortak grup oluşturabiliyorlar. Bizdeki yeni seküler milliyetçilerin hayranlık duyduğu bu kesimler ne yazık ki Türklere de düşmanlık besliyorlar. Türklere yönelik neo-Nazi saldırılarından, Solingenlerden bihaber bu kitle abi bellediği Avrupa ırkçılığının başarılarıyla kendinden geçiyor.
Hızını alamayan Türkçüler, mesele Avrupa’da aşırı sağın neden yükseldiğini değil Türkiye’de neden yükselemediğini konuşuyorlar. Oysa aşırı sağ zaten Türk siyasetinin bir vasatıdır. Kahvede çay içerken önünüzdeki bardak altlığında “ya sev ya terk et” yazar. Bu dışarıdan gelene değil, buralı olana bir mesajdır. Burada faşist parti 1960’lardan beri Meclis’e girer, zaman zaman iktidara gelir, kolluk gücünde ve bürokraside her zaman var olan bir fraksiyondur. Faşist partinin paramiliter gücü yasal bir örgütlenmedir ve okullarda bile kendi propagandalarını -dincilerle birlikte- yapmalarına izin verilir. Dahası Türkiye’de “merkez” ya da İslami denilen sağın da üzerini biraz kazıyınca altından aşırı sağla akrabalık ve katliam ortaklıkları çıkar. Yani faşist hareket yeniyetme formu bir yana, Türkiye’de yükselişi endişeyle izlenen değil zaten anaakım olan bir siyasi yapıdır. Köylere kadar yıllardır örgütlüdür, çatışma hafızasına ve tecrübesine sahiptir.
Sadece Avrupa’da değil Türkiye’de de sağın dinamizmine, çekiciliğine, söylem üstünlüğüne karşı bir çizgi tutturmakta zorlanılıyor. Kendi başına bir güç olamayan sol, aşırı sağa karşı, onu içermesi çok da zor olmayan “merkez” yapılara destek verirken, ittifak yaparken buluyor kendini. Macronlar, Sarkozyler, Merkeller, İYİP’ler… Faşizmi geriletmek için süslü faşistlerle ittifak. Bugün dünyada düzen dışı solun Filipinler, Hindistan, Kolombiya dışında bir güç olabildiği bir nokta neredeyse kalmadı. Parlamentolara girebilen komünist partileri ya da SYRIZA’yı, Podemos’u, Mélenchon’u, Corbyn’i de sayacak olan arkadaşlar olacaktır ama bunların ne kadar düzen dışı olabildiklerinin tartışmalı olduğunu bu partilere sempatiyle bakan arkadaşlar da kabul edecektir. Diğer solun durumunu zaten saymaya gerek yok. Yine de Avrupa’da yükselen sağın başarısını bisiklet yolu isteyen, LGBTİ meselesine odaklanan, daha çok orta-üst sınıflara hitap eden liberal solun siyasetsizliğine bağlamak hem kolaycılık hem de yanlış olacaktır. Bu türden bir genelleme ve ilenme başka türden bir sağcılığa kapı aralayabileceği için risklidir de. Sağcı olmak öylesine kolayken, solcu kalabilmek zordur.
Kaldı ki sorarlar, liberal sol ya da kendini bu şekilde tanımlamasa da bazı sol, sosyalist yapılar burada “tali” olarak kodlanan meselelerle, özel ilgi alanlarıyla meşgulken devrimci sol ne yapmıştır? Zaten bugün “devrimci sol” dediğimiz akımların ne kadarı eleştirilen liberal veya şoven etkilerden uzaktır? Ya da sınıfsal zemine bakalım. Bugün solun yaslandığı o küçük taban daha çok hangi sınıfsal katmandan besleniyor? Bu sınıfsal gerçeğin ve yabancı ideolojilerin yarattığı yeni durum sosyalist örgütlerde geçelim ideolojik-politik, teorik derinliği, kavrayışı, geçelim mücadele azmini, solun en temel kültürel kodlarını dahi sündürmüyor mu?
Siyasetin hızla merkeze kaydığı zeminde alternatif olma büyüsü aşırı sağa kaptırıldı. Solun örgütlemesi gereken kesimler aşırı sağ akımlarda kendilerini ifade edebiliyorlar. Türkiye’de Yeniden Refah’ın işçi sınıfı içinde elde edebildiği başarı çarpıcıdır. Burada solun neyi eksik yaptığı da ortaya çıkıyor. Sadece nicelik olarak geri çekilmiş değil, kendi ideolojik meşruiyet algısı da ağır biçimde yara almış solun birçok unsuru merkezin birkaç tık solunda kendine gelişme imkanı arıyor. Oysa sınıf eksenli radikal, militan bir çıkıştan, garibanlarla hemhal olmaktan başka bir gelişme zemini yok. Kitleyi isteyen kitleye gidecek. Nasıl ki Rus Ortodoks işçi ve köylüsü olmadan Ekim Devrimi olamazdıysa, sünnileri örgütlemeden de Türkiye devrimi olmayacaktır. Burada solun halk yaltakçılığıyla gericileşmesini önermiyoruz tabii ki. Bilakis varlık amacı olan sınıf siyasetiyle düzen cephesinde bir yarılma yaratmayı ve kitleleri ileri taşımasını savunuyoruz. Muhtaç olunan kudret devrimci hareketin geçmiş deneyimlerinde mevcuttur. Aksi takdirde suni dengenin bir sünni dengeye evrilmesini izlemeye devam ederiz. Tamamen yok olana dek.
Kurdun dişini sökebilecek olan yeni aşırı sağ hareketin ikizleri, onu ihtiyaç duyduğu an stepnesi yapabilecek olanlar olamayacağına göre tarih solun vazife başına geçmesini bekliyor demektir. Kaybedilen hikayeyi yeniden kazanabilmek için.
[1] Slovakya ve Macaristan’da, hem Ortodoks hem Osmanlı bakiyesi oldukları için Doğulu/yarı-Doğulu olan Bulgaristan, Romanya, Yunanistan gibi ülkelerle AB üyesi olmayan Sırbistan ve benzerindeki aşırı sağ Batı Avrupa’dakinden özellikle dine yaklaşım açısından tamamen farklıdır. Fakat Rusya’ya karşı daha az mesafeli olma açısından benzeşen başlıklar da vardır örneğin (Kimi düpedüz Rusofildir) Bir ara not olarak altını çizelim, Yunanistan’ın komünist partisi de Portekiz, Fransa, İspanya’daki komünist partiden farklıdır. Fin-Baltık aşırı sağı da Batı Avrupa’yla Doğu arasında melez özellikler gösterir. NATO’nun vesayet savaşına girişen neo-Nazi Ukrayna sağı ise tümünden farklı değerlendirilmeli. Zira, birçok açıdan Ortodoks milliyetçiliklerine benzese de Batıcıdır üstelik askeri bir güçtür. Gürcistan aşırı sağı da ona benzer fakat şimdilik -ülke içinde- bir askeri örgütü yok. Ermenistan aşırı sağıysa Rusya’ya daha yakındır.
Kaynak: vesaire
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.