Sadece tüketmenin değil, üretmenin de kolaylaştığı ve adeta bir gösteriye dönüştüğü günümüzde; insanlık, tarihin öznesi olma güdüsünü kökten bir değişimin fitilini ateşleyerek değil, sanatsal beceri veya kariyer odaklı bireysel yatırımlar yoluyla üretici-yaratıcı faaliyetler icra ederek gidermeye çabalıyor. Dünya başımıza yıkılırken seramik atölyesine gidiyoruz. Gelişimin sadece “kişisel” olanına tahammül edebiliyoruz. Bir şeyleri gerçekleştireceksek yalnızca “kendimizi” gerçekleştirmenin peşine takılıyoruz
Üçlü konsül olarak da bilinen Dziga Vertov, Mikhail Kaufmann ve Elizaveta Svilova’dan oluşan grup, 1923 yılında yayımladıkları Kinoglaz (Sine-göz) Manifestosu ile şöyle sesleniyorlardı: “Kahrolsun burjuvazinin düzmece senaryoları! Yaşasın hayatın kendisi!”
Rus sinemacı Dziga Vertov’un önderliğindeki üçlü, İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalgası gibi önemli hareketleri etkileyerek sinemada gerçekçilik akımının temellerini attı. Dziga Vertov’a göre kameranın misyonu gözün görebildiklerinin ötesini görmek ve göstermekti. Senaryo, olay örgüsü, set, stüdyo çekimleri, sahne tasarımı, mizansen, replik ve yıldız oyuncular –kısaca kurmacaya dahil olan her şey– büyük bir kandırmacadan ibaretti. Sinemacının işi, insanları kimsenin işine engel olmadan oldukları yerde yakalayıp çekmek olmalıydı.
Dziga Vertov, Ekim Devrimi’nin akabinde sinemayla ilgilenmeye başlamıştı. Sanatın kitleleri yönlendirme gücü henüz dillere pelesenk olmamışken, sinemanın egemen sınıfın hizmetinde olduğunu ve burjuvazinin ideolojik ifade biçimlerinden biri olduğunu vurgulayan Dziga Vertov; sinemayı proletaryanın tarafında konumlanacak, devrimci gündelik yaşamı sergileyecek bir göz haline getirmek istemişti. Manifestoları oldukça cesur ve isyankar olsa da “sine-göz” kavramı kendi içinde oldukça mütevazıydı. Çünkü sanatçıya ya da kameraya kendi başına köklü değişiklikler yapabilecek bir güç atfetmiyordu, kamera yalnızca gözden daha fazlasını görmesi gereken bir gözlemci konumundaydı ve gerçekliğin peşindeydi.
Günümüzde sinemanın egemen sınıfın çıkarlarını gözettiğini söylemek tazeliğini çoktan yitirmiş bir tespit olmaktan öteye gitmez. Üstümüze boca edilen iletiler, ürünler, imgeler ve imajlarla boğulduğumuz bu dönemde kitle iletişim araçlarının manipülasyon gücünü de sık sık kabul edip tartışıyoruz, konuya ilişkin sayısız medya teorisiyle hangi açılardan ve ne ölçüde manipüle olduğumuzla ilgili uzun uzun konuşuyor, nasıl ve ne yönden oyuna geldiğimizi deşifre etmeye çabalıyoruz. Sanatın da diğer her şey gibi politik olduğunu biliyoruz fakat sanatın hilelerini ve bizi yönlendirme kudretini eşelerken gerçek bir değişim yaratma gücü taşıyan yegane şeyi, eyleme geçmeyi, ıskalıyoruz. Sinemayı ve diğer sanatları, daha politik bir zemine çekmeye çabalayıp sınıf mücadelesinin görünürlüğü için işlevsel bir hale getirmeye çalışırken en büyük hatayı sanata kaldıramayacağı bir kutsiyet yüklemekle yapıyor olabilir miyiz? Sanatın siyaseti, siyasetin de sanatı etkilediği gerçek. Fakat devrimin filmlerle gerçekleşmeyeceği aşikarken filmlerin özgürleşmesi yalnızca devrimle mümkün.
Sadece tüketmenin değil, üretmenin de kolaylaştığı ve adeta bir gösteriye dönüştüğü günümüzde; insanlık, tarihin öznesi olma güdüsünü kökten bir değişimin fitilini ateşleyerek değil, sanatsal beceri veya kariyer odaklı bireysel yatırımlar yoluyla üretici-yaratıcı faaliyetler icra ederek gidermeye çabalıyor. Dünya başımıza yıkılırken seramik atölyesine gidiyoruz. Gelişimin sadece “kişisel” olanına tahammül edebiliyoruz. Bir şeyleri gerçekleştireceksek yalnızca “kendimizi” gerçekleştirmenin peşine takılıyoruz. Tam olarak neyden yaralandığımızı bile bilmeden “sanatla iyileşmeye” çalışıyoruz. Sanatla insanları harekete geçirme fikrinin rahatlatıcı deryalarında işe yarar bir şeyler yapma susuzluğumuzu gidermeye çabalıyoruz. Fakat bu çaba, ne değişime duyulan korkunç ihtiyacımızı giderecek ne de içinde bulunduğumuz buz gibi gerçeklikte yaşadığımız korkunç sorunlara çare olabilecek.
Sanatın ne denli mühim olduğunu, kültürle ve siyasetle ilişkisini, geliştirici ve dönüştürücü özelliğini uzun uzun açıklamaya gerek yok. Bunun güçlü örnekleri de var. Fakat bu bir avuç kısıtlı sansasyonel örneğin, genellendiğinde bazı dengeleri gölgeleme riski taşıdığını hatırlatmakta da fayda var. Eğer sanatsal üretimler ortaya koymak, sanat üzerine konuşmak, sanatı politikayla ilişkilendirmek ya da sanat temsillerini eleştirmek; toplumsal değişim için akan oluk oluk arzuyu azar azar doyuracak ve bu arzunun doğru yere kanalize olmasına engel oluşturacaksa tehlike taşıyabilir. Bertolucci’nin The Dreamers filminde, Fransa’daki 1968 Mayıs olayları sırasında, sokaklar işçilerin ve öğrencilerin sesiyle inlerken evde sohbet eden karakterlerden Matthew, Theo’ya şöyle der: “Dışarıda bir şeyler oluyor, gerçekten önemli olabileceğini hissettiren bir şeyler. Bunu ben bile anlıyorum! Ama sen orada değilsin. Benimle içeridesin. Pahalı şaraplar içip sinema ve Maoizm hakkında konuşuyorsun.”
Peki, kurmacadan gerçeğe dönelim ve zamanda geriye gidelim. Filmdeki karakterin yaptığı çıkışın bir benzerini 1968 eylemleri sırasında Cannes Film Festivali’nin iptal edilmesini isteyen yönetmenlerden Jean-Luc Godard yapıyordu: “Ben size öğrencilerle ve işçilerle dayanışmaktan bahsediyorum, siz bana kamera açıları ve yakın çekimden bahsediyorsunuz. Hepiniz aptalsınız!”
Hangi davranışın doğru ve devrimci olacağını şartlar belirler. 1968 Fransası’nda film gösterimlerinin durdurulmasını istemek devrimci bir tavırken 2023 Türkiyesi’nde bir filmin gösterilmesi için mücadele etmek devrimci bir tavır olarak yorumlanabilir. Fakat işin aslı, gerçeklik sarsılmaz varlığıyla dışarıdayken herhangi bir film festivali üzerinden verilen herhangi bir mücadelenin devrimci bir karşılığı olduğunu iddia etmek güçtür. Godard’a kameralara karşı hiddetle haykırma cesaretini ve gücünü veren şey öğrenci ve işçilerin örgütlü direnişidir. Onların direnişi denklemden çıktığında geriye ne hiddet ne de cesaret kalacaktır.
Türkiye sinemasının rüşdünü ispat etmiş iki önemli yönetmeni Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz’un, tabanında hiçbir teorik, sanatsal ya da politik çatışma içermeyen; tamamen kibir ve kırılgan egolar üzerinden şekillenen ve yarattıkları filmler gibi toplumun sorunlarından soyutlanmış iç hesaplaşmaları önceleyen mahalle maçı tadındaki tartışmasıyla bir kere daha görüyoruz ki sanatçı her zaman toplumun önünden gidemiyor. Sanatın ve sanatçının politize olması toplumun politize olmasıyla eşgüdümlü olduğundan; toplum apolitikse sanatçının da apolitik olmasında ve derdini alınmayan selamlar, sevilmeyen festivaller ya da ucundan kaçan ödüller üzerine inşa etmesinde şaşılacak bir durum yok. Öyleyse mevcut durumu değiştirmek, insanları harekete geçirmek ve doğru yerde konumlanmak görevlerini doğrudan sanata ve sanatçıya atfetmek bizi kurtarmaya katiyen yetmiyor, yetmeyecek. Sanatçıdan beklentilerimizin olması son derece doğal ve gerekli, fakat bu beklentileri karşılamak için inşa etmemiz gereken bambaşka bir gerçeklik bizi bekliyor.
Kaynak: Vesaire
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.