Mahallede, fabrikada, kampüste hem bulunduğu alandaki depolitizasyonla hem içindeki demoralizasyonla kıran kırana dövüşecek, çürümüş ilişkileri reddedip devrimci ilişki biçimlerinde ısrar edecek, mücadele yoldaşlığıyla arkadaşlığı karıştırmayıp kişisel hırslara kapılmayacak, aklına “acaba….?” kurdu düştüğü anda istişareden kaçmayacak, her koşulda “Kral çıplak”, “Ah Kû kel” diyebilecek bir tarzı egemen kılmak zorundayız
“Ah Kû’nun ‘Gerçek Hikâyesi’ güzel bir eserdir. Okumuş olan yoldaşlara tekrar okumalarını ve okumamış olan yoldaşlara dikkatle okumalarını tavsiye ederim. Lu Sun bu hikâyede esas olarak geri ve cahil bir köylüyü ve onun eleştirilmekten ne kadar korktuğunu anlatmaktadır. Birisi onu eleştirecek olursa derhal kavgaya girişir. Kafasında kendisinin hiç söz etmediği ve başkasının söz etmesinden son derece ürktüğü kellik hastalığı izleri vardır. O bu tavra girdikçe diğerleri onu daha çok alaya alırlar. O böylece tamamen savunmaya itilir. O bu tavra girdikçe diğerler onu daha çok alaya alırlar. Lu Sun ‘Devrime Katılması Yasak’ başlıklı özel bir bölüm yazmıştır. Bu bölümde sahte yabancı şeytanın Ah Kû’nun devrime katılmasına nasıl izin vermediğini anlatır. Gerçekte Ah Kû’nun devrimden anladığı birkaç şey çalmaktır. Ama bu çeşit devrime bile izin verilmez…”
(Mao Zedong Yayımlanmamış Yazılar, Doğru ile yanlış arasındaki ilişki, sayfa 29)
Melih Pekdemir’in yazdığı “Anne Bak Kral Çıplak” kitabı her ne kadar tam olarak aynı meseleye karşılık gelmese de kitabın başında önsöz yerine “Kral çıplak” masalı yer alır. Ve şöyle devam eder; “hiçbir kuraldan haberleri olmadığı için kendiliğinden hiçbir kural tanımayan çocuklara…”
“Cenazeyi kim kaldıracak?” yazısı gözlemlerinden ve deneyimlerinden yola çıkarak 2000 sonrası doğan ve mücadeleye atılan genç devrimci kuşağın içerisinde bulunduğu durumu izah etmeye gayret etmişti. Şimdi ise her koşulda “Anne bak kral çıplak, kral çıplak!” diyebilmeyi nasıl öğrenebiliriz onu tartışalım.
Neoliberalizmin ideolojik olarak yarattığı tahribatın genç kuşaklarda, işçilerde toplumda ve özelinde devrimci saflarda hangi boyutlarda yaşandığı aşikâr. Peki, bu tahribatı bizleri yok etmeden yenmek zorundaysak sosyalizmin “tarihin şaşmaz yasalarının zorunlu bir sonucu” olarak kendiliğinden gerçekleşmeyeceğini biliyorsak, bu depolitizasyon ortamının hepimizde egemen hale getirdiği demoralizasyonu ve bunun dışavurumlarını nasıl engelleyeceğiz?
Tek belirli şeyin belirsizlik olduğu bir zamandayız. Sorunlar karşısında ne yapacağımızı bilmiyoruz, nesnel durumdan şikâyet edip kenara çekiliyoruz, gerekli olanı bilmesine biliyoruz ama mazeretler üreterek kendimize tuzaklar kuruyoruz. Kurulu olanı yıkmak istiyoruz ama yerine ne koyacağız bilemiyoruz. Hata yaparak öğreneceğiz, bundan hiç şüphe duymadık ama hatalarımızdan ders çıkarmayı, bir daha tekrar etmemeyi başaramıyoruz. Düşler kuramıyoruz, çoğu zaman her şeye gerçekçi yaklaşarak saçmalıyoruz. E biz böyle yapınca da “malumatfuruş” arkadaşlarımızın gazabına uğrayıveriyoruz…
Paragrafın başında belirsizliği vurgulayarak hegemonyasını pekiştirdiğim gibi mesela. İşte bu durum kimimizi ifrata kimilerimizi de tefrite vardırıyor. “Bireyciliğin” tazyikiyle nevi şahsına münhasır devrimciler olabilmeyi yanlış anladığımız gibi, “bizciliğin” muhafazakârlığıyla matruşkaya benzeyebiliyoruz.
İsyan sloganları her defasında kısılmaya çalışılan gençlerin, “Çalışırken ölmek istemiyoruz” diyen işçilerin, “Öldüren aşk istemiyoruz” diyen kadınların, “Nefrete inat yaşasın hayat” diyen LGBTİ+’ların, şimdi bizi her ne kadar bir kaşık suda boğmak istese de bu topraklardaki iktidarlarca aldatılan insanlarımızın, “Soluğumuz yettiğince sesi olacağız” iddiasını taşırken bazen yanı başımızdaki mücadele arkadaşlarımızın “Yanlış bir şeyler var” deyişini hazmedemiyoruz.
Var olanı ilerleterek sürdürmek mi istiyoruz, yoksa düzen tarafından bize dayatılan ilişkileri devam ettirerek var olanı koruyarak yeni ambalajında bayat ilişkileri sürdürmekte bir beis görmüyor muyuz?
Ya da farklılıklarımızla bizi bunca zaman bir arada tutan bin bir emekle örülen, bizi hala ortak paydalarda ortak düşmana karşı birleştiren zeminleri “ben bilirim işimi” diyerek terk edip bu belirsizliğin tek belirli şey olduğu zamanda bir belirsizlik de biz mi katmak istiyoruz?
“Aramızdaki çelişkiler emek-sermaye çelişkisi değilse bizi ayıran nedir?” gibi romantik bir söylemle bu tartışmayı bitiremeyiz tabii ki. Çelişki genelde kötü bir çağrışımı andırır ama biliyoruz ki bizi yaratan ve bizi var eden bugün hala bizi biz yapan da odur. Devrimciler için yeniyi kurmak ne kadar eskiyi inkâr etmek değilse var olan araçları koruma kaygısı da o kadar yeniye dair ne varsa yadsımak olarak algılanmamalıdır.
Reel siyasette sağdan esen rüzgârlar bizi sola, soldan esen rüzgârlar ise bizi daha da sağa savurmaya elverişli. Heyecanlıyız, sabır etmeyi henüz öğrenemedik, durgun denizler bizi cezbetmiyor, hep fırtınalı denizlerde menzil almak istiyoruz. Oysa arada entelektüel faaliyet olarak Zeki Demirkubuz da izliyoruz…
Atalete, vurdumduymazlığa, idare-i maslahatçılığa, zevahiri kurtarmak için yapılan işlere tahammülümüz yok. Her şey biz yaşarken olsun, bir de bunu bilsin insanlar istiyoruz. Buraya kadar bir sorun görünmese de bizim sorunumuz buradan sonra başlıyor. Bunları yapamadığımız zaman o pür-heves halimizden eser kalmıyor. Yaşadığımız ekonomik sıkıntılar, ailemizin bizi anlamaması, günlük pratik sorunlar, örgütümüzde olan sorunlar, yoldaşlarımızla olan kişisel sorunlarımız hatta sevgilimizle olan ilişkimiz bile içinden çıkılamaz, asla çözülemez sorunlar haline geliyor. Neoliberal gençlik kuşağı içerisinde yer alan devrimcilerin sorunlarını çözemeden, neoliberalizmin hayatının her anına hükmeden gençlik kuşağını örgütleyemeyeceğimiz aşikâr.
Tekno-ideolojik saldırılar karşısında savunmasız bıraktığımız bu kuşağın ideolojik gıdasını taşımak gibi bir sorumluluğumuz var. Yeniyi kurmak için içinde yaşadığı toplumdan nefret eden muhalif gençler yerine onu dönüştürmeyi hedefleyen devrimci gençlere ihtiyacımız var. Bunun için mahallede, fabrikada, kampüste hem bulunduğu alandaki depolitizasyonla hem içindeki demoralizasyonla kıran kırana dövüşecek, çürümüş ilişkileri reddedip devrimci ilişki biçimlerinde ısrar edecek, mücadele yoldaşlığıyla arkadaşlığı karıştırmayıp kişisel hırslara kapılmayacak, aklına “acaba….?” kurdu düştüğü anda istişareden kaçmayacak, her koşulda “Kral çıplak”, “Ah Kû kel” diyebilecek bir tarzı egemen kılmak zorundayız.
Bu yazının gayesi “Krala çıplak, Ah Kû’ya kel demek devrimci olandır” demekten başka bir şey değil. Bugün devrimcilik biraz peruk düşürmek biraz da kelliğimizle barışabilmektir gibi geliyor.
“Kimini örten
Susmakla söylemek arasında
Sözcüklerden bir hırka
Yollardan bir çarık
Kimini açıklayan
Durmakla yürümek arasında”
(Kemal Özer, Temmuz İçin Yaralı Semah Yol Erleri)
Ne belirsizliği ne de alışagelmiş hataları kanıksamadan yürümeyi öğrenmek bugün tek çıkar yolumuz. Lazım olan ise her türlü konformizme dinamit, bu belirsizliğe ise netlik…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.