“Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sözleri İstanbul’dan Bayburt’a, Eskişehir’den Kars’a bir kartopunun çığa dönüşmesi gibiydi. Bu sözlerin yoğunlukla kadın yurtlarından yükselmesi elbette tesadüf değildi. “Zeren bizim kız kardeşimiz” sloganı da acıdan doğan basit bir söylem değil, bir kader birliğini anlatıyordu
Üniversitede yeni dönem yine yemekhane zehirlenmeleri, böcekli yemekler, fareli odalar, çöken tavanlar; geleceksizlik ve yoksulluk temelli intiharlar ve ihmal sonucu öldürülen üniversitelilerin ardından yükseltilen sesle açıldı. Yıllardır KYK’lerin yetersiz kapasitesi yüzünden yaşanan barınma krizine dair çözüm beklerken kapasite artırmak şöyle dursun, ya gericilik yuvası tarikat-cemaat yurtlarına yönlendirildik ya da fahiş fiyatlı denetimsiz özel yurtların insafına bırakıldık. Tarikat yurtları baskı ve ölüm anlamına gelirken geçtiğimiz bir ayda net şekilde gördük ki devletin yurtları da nitelikli barınma hakkımızı karşılamak yerine kafamızı dört duvar arasına yerleştirebildiğimiz için şükretmemizi bekledikleri bir hapishaneden ibaret.
Neoliberalizmin sömürü sınırına dayandığını; metalaştıracak bir şey kalmayınca yaşamımıza göz diktiğini ve bunu gizleyemediğini COVID-19 küresel salgınından, 6 Şubat depremlerinden en açık şekilde okuyabiliyoruz. Memleketteki bu neoliberal dönüşümün etkisini üniversitede de kalan kısmi kamusal niteliğinin ortadan kaldırılmasıyla görüyoruz. Düşük maliyet stratejisiyle yapılandırılan yurtlar, yemekhaneler, kampüsler üniversitelilerin canına mal oluyor. İktidar için yönetememe halinden ziyade bir yönetme biçimi olarak karşımıza çıkan düşük maliyet stratejisi, üniversiteyi ve ona bağlı yapıları bir kamu kurumundan çok şirket; bizleri de müşteri olarak gördükleri gerçeğini bugünlerde daha çarpıcı biçimde yüzümüze vuruyor. Ortalama 4 bin kişilik yurtta bulunan 8 asansörün bakımını yaptırmamak, hepi topu birkaç bin kişilik üç çeşit yemeği bile kurtsuz böceksiz yapamamak bir beceriksizlik ürünü değil. Bütçenin barınma koşullarını iyileştirmek için değil, yandaş şirketleri zengin etmek üzere kullanılmasının eseridir. Bu koşullarda yaşamaya mahkûm değiliz, insanca yaşamak istiyoruz; “Ölmeye değil, okumaya geldik” diyen her bir üniversitelinin önüne çıkan polis, soruşturma, yurttan atılma tehditleri de bu sistemi sürdürülebilir kılmanın yegâne yolu.
Bu tehditlere rağmen Zeren’in ardından Aydın Işıklı kadın KYK yurdunun önünde başlayan eylemler, memleketin her yanına büyüyerek yayıldı. “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sözleri İstanbul’dan Bayburt’a, Eskişehir’den Kars’a bir kartopunun çığa dönüşmesi gibiydi. Bu sözlerin yoğunlukla kadın yurtlarından yükselmesi elbette tesadüf değildi. “Zeren bizim kız kardeşimiz” sloganı da acıdan doğan basit bir söylem değil, bir kader birliğini anlatıyordu.
Neden mi? Aslında KYK yurdunda kısa bir süre de olsa kalmış bütün kadınlar çok iyi anlayacaktır. Öyle aşina olduğumuz belki de kabullendiğimiz şeylerdi ki erkek yurtlarında görülmeyen sözde güvenlik önlemlerinin söz konusu kadın yurtları olunca ‘sıkıyönetime’ varması. Yurt müdüründen yemekhane-çamaşırhane görevlilerine herkesin kıyafetlerimiz hakkında söz hakkı var. Kimi zaman ayıplayıcı bakışlarla kimi zaman çekinmeden savurdukları hakaretlerle ahlak bekçiliğine soyunuyorlar. Yurda son giriş saatini 5 dakika geçirince ‘baba’ figürü olarak karşımıza çıkan yurt müdürünün azarlamaları ve hemen ailemizi arayıp bizi hedef haline getirmeleri de tanıdık gelecektir. Aile evinden uzaklaşınca patriyarkanın gardiyanı olma sorumluluğunu aileden devralan KYK, elbette bizi ‘hizaya getirmek’ için makbul sınırların dışına çıkacağız diye ödü kopan aile kozunu oynayacaktır.
18 yıl boyunca aile, akraba, mahalle baskısıyla bir çeşit “makbul kadın/kız çocuğu” kalıbına sıkıştırılıp karşı koyduğumuzda da türlü şiddet biçimlerine maruz bırakıldık. Aileden özerk bir yaşam kurma arzusuyla geldiğimiz üniversitede; kampüste ayrı yurtta ayrı sokakta ayrı erkek şiddetiyle karşılaşıyoruz. Yoksullaştırma politikalarıyla taciz dolu güvencesiz işlerde çalışmak zorunda bırakılıyoruz. Yine de eğitime devam edebilmek, kendimizi özerk biçimde var edebilmek için onca şeyle mücadele etmek zorunda kalırken bir de yaşam hakkımızın ihmaller sonucu elimizden alınması, yurt önlerini telefon ışığıyla geceyi aydınlatan kadınlarla doldurdu. Yurt isyanları, erkek egemen baskıya ve yoksulluğa rağmen kendini var etme mücadelesi veren üniversiteli kadınların “Artık yeter!” haykırışıdır. Yurt isyanları, birbirinin ne yaşadığını bilen ve kader birliği yapan üniversiteli kadınların birbirini yalnız ve çaresiz bırakmayışıdır. Yurt isyanları, feminist bir isyandır.
Zeren’in anısına saygıyla, birbirini yalnız ve çaresiz bırakmayan tüm üniversiteli kadınlara…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.