Şair ölmüştü, ama şiirleri işte hâlâ yaşıyordu… Üstelik ilk yazıldığında 12 Eylül karanlığı ve yenilgisine karşı bir el feneri olan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, bir dönem şiiri olmaktan giderek hızla çıkıp üzerinden yıllar geçtikçe, artık her bir dizesi açık denizlerdeki birer deniz fenerine dönüşüyordu
“Saraylar saltanatlar çöker
Kan susar bir gün
Zulüm biter
Menekşeler de açılır üstümüzde
Leylaklar da güler
Bugünlerden geriye
Bir yarına gidenler kalır
Bir de yarınlar adına direnenler”
Yukardaki dizeleri Adnan Yücel yenilgi yılları içerisinde, ’85 Temmuz günlerinde yazmaya başlamıştı.
12 Eylül yenilgisinin katran karası gibi memleketin üzerine çöktüğü, sel gidip neredeyse kumun bile kalmadığı, mahpushanelerin içi ve dışında bulaşıcı azgın bir hastalık gibi teslimiyet, kavga kaçaklığı ve mültecilik furyasının alabildiğine yaygınlaştığı günlerdi.
Sıkıyönetim mahkemelerinden aldığım hükmü ben de o sıralar tamamlayarak Malatya E Tipi Cezaevi’nden dışarı çıkmıştım. Yoldaşlarımın önemli bir kısmı ya çatışmalarda ya da işkence odalarında öldürülmüş, geride kalanların hepsi değişik aralıklarla içeriye düşmüştü.
Yıllar sonra ilk defa bu yüzden, Ankara’daki aile evindeydim…
Nereden başlayacağımı ve ne yapacağımı o günlerde henüz bilmiyordum. Her gün önce avukatlarımın bürosuna uğrayıp dava dosyalarını biraz karıştırdıktan sonra, Karanfil Sokak’taki bir kitap dağıtım şirketinde o sıra müdürlük yapan eski bir arkadaşımın yanına sığınıyor, yolumu belirleyinceye kadar vaktimin çoğunu ben de burada geçiriyordum.
Onca çürümüşlüğe ve yılgınlığa rağmen arkadaşım hâlâ dipdiri kalabilmiş, ilk karşılaşmamızdan itibaren yüreğini ve elindeki tüm olanakları hiç tereddüt etmeden önüme serivermişti.
Kitapların üzerine oturmuş, bir gün birlikte sohbet ederken, “Seni iyi bir adamla tanıştıracağım” dedi, “Kendisi şairlik eder, şiirler yazar!”
O an şaşırmıştım…
Arkadaşımın yüzüne bakakaldım.
Kafamın daha çok “profesyonel ilişkiler(!)”le meşgul olduğu bir zaman diliminde, hele eylül romanlarının topraktan mantar gibi fışkırdığı, edebiyat çevrelerinin alabildiğine çürüdüğü ve kokuştuğu bir ortamda ister istemez, “Bu iyi adam da nereden çıkmış, nasıl ayakta kalabilmiş?” diye düşünmüştüm kendi kendime.
Fakat arkadaşım inatla, “İyi adam!” diye ısrar etti.
“Tanışalım o zaman!” deyince, kaşla göz arasında telefona sarılmış, telefonda arkadaşıyla biraz hoşbeş ettikten sonra, ertesi gün kitap dağıtım şirketinde buluşmak için kendi aralarında sözleşmişlerdi.
Yüzünden hiç eksik olmayan o tebessümü ve dal gibi boyuyla, ertesi gün tam randevu saatinde “İyi Adam”, kitap dağıtım şirketinin kapısından içeriye giriverdi…
İlk tanışmanın insanda uyandırdığı o doğal çekingenlik, aramızdaki sohbet ilerledikçe üzerimden hızla kaybolmuştu. Bizim mahallenin aynı bulvarlarında İyi Adam’la yıllarca beraber yürüdüğümüz halde, daha önce hiç karşılaşmasak, birbirimizi hiç tanımasak da, bir anda kırk yıllık dost gibi olmuştuk.
O sıralar bir lisede edebiyat öğretmenliği yapıyor, aynı zamanda Edebiyat Fakültesi’nde okuyordu.
Arkadaşım bizi o akşam birlikte meyhaneye davet etti.
“İyi Adam” çok güzel sohbet ediyordu. Hele rakı içerken bir başka güzeldi…
İçkiye düşkün, alışık biri olmadığımdan iki birayla o gece salya sümük sarhoş olmuş fakat yüreğimi dibine kadar dökecek günlerdir mumla aradığım “konu mankeni” mi, nihayet işte ben de o akşam, karşımda otururken bulmuştum.
Bu aynı duygular ve hisler, “İyi Adam” için de fazlasıyla geçerli olmalıydı.
Arkadaşım yerden göğe kadar haklıydı…
Adnan Yücel alçak gönüllü, gerçekten çok güzel bir insan, konuştukça sular seller gibi coşan, Hasan Hüseyin yetiştirmesi, çocuk ruhlu lirik bir şairdi.
Üstelik kendini bulunmaz Hint kumaşı zanneden değme “profesyonellere(!)” taş çıkartacak kadar sosyalizm aşığı, saçının her bir teline kadar bir devrim sevdalısıydı.
Her akşam üzeri artık kitap dağıtım şirketinde Adnan Yücel’le buluşuyor, biraz sohbet ettikten sonra bazen ikimiz, bazen de arkadaşımın katılımıyla; her gün soluğumuzu neredeyse Ankara’nın ünlü Sakarya Caddesi’nde almaya başlıyorduk.
İkimiz de suya hasret, çorak topraklar gibiydik…
12 Eylül ve ihanetler… Dosyalar dolusu çözülmeler… Mahpushaneler… Ve diz boyu teslimiyet, tasfiyecilik, kavga kaçaklığı ve mültecilik furyası…
Ve nerede olursan ol, ister mahpushanede ister dışarda, kalabalıklar içerisinde yapayalnız geçen işte o zalim, zor yıllar.
Tüm bunlar kavgasız, dövüşsüz alınan bir yenilginin kuşkusuz doğal sonuçlarıydı…
12 Eylül, devrimci hareketin “röntgen filmini” o günlerde çok iyi çekmiş ve herkesin önüne adeta çırılçıplak, siyah-beyaz koyuvermişti.
“Bir kez kırıldı rüzgârın kanatları
Her ölüm bir düş kırıklığı şimdi
Bir güvensizlik belgesi gözlerinizde
Ve ihanetler
Savaşsız çekilen teslim bayrakları
Verilen adresler
Listeler dolusu arkadaş adları
Ve uğrunuzda yıllar boyu ölenler
Az önce yine ölmeye gittiler
Hâlâ sessizliğinizde kanıyor sesleri
Bir daha dönüp de bakmayın geriye
Adını bile sormayın hiç kimsenin
Acı ve ihanet kokuyor her yeriniz
Çekilin şimdi uykularınıza-çekilin
Bir başka mevsimde bekleyin sabahı
Belki yeniden dirilebilirsiniz”
Adnan Yücel’e tüm bunları anlatıp duruyor, bazen Mayakovski, Nazım ve Orhan Veli’den birbirimize karşılıklı şiirler okurken, sorduğu sorular karşısında dönüp dolaşıp eninde sonunda laf, hep insana dair damak tatlarıma geliyordu.
Osman Yaşar Yoldaşcan, Mehmet Fatih Öktülmüş, İsmail Cüneyt, Ataman İnce, Zeki Yumurtacı, Necdet Adalı, Serdar Soyergin, Mustafa Özenç ve ismini burada saymakla bitiremeyeceğim o kızıl atlılar ve o çok güzel insanlar…
“Bu diken tarlalarının ötesi/Biliyoruz ki baharda bir nar bahçesi”ydi.
Fakat şimdi, düşmandan öğrenme ve yenilgilerimizden dersler çıkartma zamanıydı…
“Bütün kitaplardan bir tek söz
Bütün çiçeklerden bir tek renkle
Selamlar yolladık iş cehennemlerine
İşsizlik cehennemlerine selamlar
Konduların savrulan kimsesizliğinde
Ve yanan gölgesinde fabrikaların
Bir tek söz
Bir tek renk
Ve ardında koskoca bir gelecek
Bitmedi biliyorum ve bitmeyecek
Varmak için o görkemli sonsuzluğa
Yetmedi yalnızca adını söylemek
Yürümek gerekiyordu üstüne üstüne
Yürümek”
Sanat, müzik, edebiyat ve şiir olmadan hiçbir kavganın tek başına başarıya ulaşabilmesi de mümkün değildi.
“İyi Adam” bazen kabuğuna çekiliyor, bütün hayatı o an gözlerinin önünden sanki bir film şeridi gibi hızla akıp gidiyordu.
Dal gibi boyuyla sonunda bir akşam oturduğu sandalyesinden birden hışımla ayağa kalktı, gözleri çakmak çakmaktı.
“Bu insanların mutlaka şiirleri yazılmalı, ama mutlaka!” dedi.
Bu sözlerinin üzerinden ise fazla bir zaman geçmemişti. Sakarya buluşmaları aramızda hâlâ devam ediyordu…
Bir akşam üzeri bu sefer elinde bir tomar kâğıtla yine Karanfil Sokak’taki kitap dağıtım şirketine çıkageldi. Kapıdan içeriye girer girmez elindeki kâğıt tomarını masanın üzerine fırlatıvermişti.
“Alın okuyun bakalım, beğenecek misiniz?”
Bunlar, “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”in ilk eskizleri,12 Eylül’ü anlatan ilk bölümleriydi…
“Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
Aşk ile sevmek bir güzelliği
Ve dövüşebilmek bu güzellik uğruna
İşte yüzünde badem çiçekleri
Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar
Sen misin seni sevdiğim o kavga
Sen o kavganın güzelliği misin yoksa…”
O sıralar “İyi Adam”, şiir yazdığından bize hiç bahsetmediği gibi, biz de şiir yazdığını hiç fark edememiş fakat önümüze atılan kâğıt tomarını arkadaşımla birlikte hızla toparlayıp, bir solukta okumuştuk.
Sevinçten kelebekler gibi uçuyor, Adnan Yücel’e sımsıkı sarılarak bu duygular içerisinde hep birlikte soluğu yeniden Sakarya Caddesi’nde alıyorduk.
Yaşanan bu tablonun coşkusu ve mutluluğu, yazıp bitirdiği her bölümde biraz daha artmış ve “İyi Adam”, bu nehir şiirini bir ay gibi kısa bir sürede tamamlayarak baskıya hazır hale getirmişti.
Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, o zamanlar 12 Eylül yenilgisi ve zifiri karanlığına tutulan sanki bir el feneriydi…
Hatta “toplatırlar!” endişesi ve korkusuyla hem arkadaşıma hem de Adnan Yücel’e, “Kitap baskısını biraz geciktirelim” diyorum fakat onlar soluğu bu kez hızla matbaada alıyorlardı.
Piyasaya çıkar çıkmaz Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, hemen cezaevlerinin vazgeçilmez kitapları arasına girmişti. Artık mahpushane mektupları, kartları ve tebriklerinin baş köşesinde bu nehir şiirin dizelerine sık sık rastlanıyor, elden ele, dilden dile şiir okunmaya başlıyordu.
Ahmet Kaya da o sıralar bu nehir şiiri kasetlere okumak istemişti…
Yoğunlaşan takipler yüzünden Ankara’yı terk edip İstanbul’a yerleştiğim, elimin kolumun artık kısaldığı günlerdi. Kendini bilmez, ukalâ ve geveze, uzaktan da olsa bizlerle bağlantılı Ankara’daki bazı çiğ ilişkiler, o sıra Ahmet Kaya’nın karşısına çıkıyor, “Arabesk okuyor!” diye onu küstürerek, bu güzel projenin maalesef önüne takoz koyuyorlardı.
Bu yüzden Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, bir yeraltı nehri gibi önce dağları, taşları delerek yavaş yavaş geniş kitlelerle buluşacak ve sonra gün gelecek, Gezi Parkı Direnişi’nde bazı dizeleri karton pankartlara dönüşürken, bazı dizeleri ise siyasiler tarafından bu kez televizyonlarda ve miting meydanlarında yüz binlerce insanın karşısında okunacaktı…
Bu şiir kitabını zaten “İyi Adam”, hep söyleşilerinde “doruğum” diye nitelemişti.
Artık o, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’i yazan, “aşkın ve başkaldırının şairi”ydi…
Önce Tolga Çandar, ardından Grup Yorum besteleri geldi. “Gel ki şafaklar tutuşsun” demişti birinde. Sonra, “Yürek çağrısı”, “Mısri Kız” ve “Sevda Türküsü”…
Işık bu arada hızla Doğu’dan yükseliyor, dağların sarp yamaçlarında uzun süre kelle koltukta devam eden mücadele, kırları da tutuşturmaya başlıyordu.
“İyi Adam” gözünü hemen bu ışığa çevirdi…
“Ateşin ve güneşin topraklarında
Adem’den önce akardı o nehirler
Adem’in arkasında yürüyen erler
Bütün olanları çok sonradan gördüler”
Bu kez silinmiş, yok sayılmış koca bir tarihi bir destan diliyle anlatarak bugünlere kadar getiriyor ve bu destan “Dörtlerin gecesi”ni anlatırken müthiş bir duygu yüküne dönüşüp nehir şiir, bir çağlayan gibi akıp gidiyordu.
“İyi Adam” bu şiir kitabıyla, ateşin ve güneşin çocuklarına yüreğini armağan etmesinin yanı sıra, çok güçlü bir mitralyöz de sunmuştu. Ve bu “mitralyöz” gerillanın sırt çantasından hiç eksik olmayıp, mavi gecelerde ay ışığının altında siperden sipere, elden ele dolaşarak, bu kez on binlerce insanın katıldığı “Serhıldan”ların ve Newroz gecelerinin ateşini tutuşturuyordu.
Ne var ki 2002’nin Temmuz günlerinde illet, kör olası bir hastalığa yakalanmıştı. Duyar duymaz hemen telefona sarılmış, “Adnan abi, ya sen İstanbul’a gel ya da ben Adana’ya geleyim, arkadaşımızı da alalım yanımıza. Eskisi gibi bir daha salıncaklarda sallanalım” demiştim.
Hastane odasında “İyi Adam” gülüverdi…
Yıllar önce bir İstanbul buluşmasında yine üçümüz, Sultanahmet’te salıncaklara binmiş, daha sonra Adnan Yücel bu buluşmayı, “Kıyıda bir yeraltı nehrini beklerken” diye şiire dökmüştü.
Bu kez telefon görüşmesinde ise insana güven veren o tok sesi, çok titrek ve derinden geliyor, bu görüşmenin üzerinden henüz iki hafta bile geçmeden “İyi Adam”, tıpkı Mayakovski gibi, “Yıllardır kazandığım ne varsa sizindir/ Sizindir özüm, sesim, şiirim!” diyerek, sessizce aramızdan ayrılıyordu.
Adnan Yücel’in yaşamı şiir, şiirleri yaşamından da ötedeydi.
Şair ölmüştü, ama şiirleri işte hâlâ yaşıyordu…
Üstelik ilk yazıldığında 12 Eylül karanlığı ve yenilgisine karşı bir el feneri olan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, bir dönem şiiri olmaktan giderek hızla çıkıp üzerinden yıllar geçtikçe, artık her bir dizesi açık denizlerdeki birer deniz fenerine dönüşüyordu.
Fakat kimse ne bu el fenerinin ne de deniz fenerlerinin farkında bile değildi…
Bu farkındalığın oluşmamasının kuşkusuz temel nedeni, devrimci hareketin 12 Eylül’de içine düştüğü yer ve çukurların, bilerek ya da bilmeyerek bizim mahallede çoktan unutulmuş, unutturulmuş olmasıydı.
Bir insan düştüğü yeri nasıl hatırlamaz, neden unutmaya, unutturmaya çalışırdı?
Fakat seçim süreci ve yenilgisi, 12 Eylül’de düştüğümüz yer ve çukurları, tüm çıplaklığıyla bize bir kez daha hatırlattı.
“Yıllar okyanusta yorgun bir gemi
Ve yaşam
Karada ağlayan bir sevgiliydi
Bir şeyler vardı hep yarım kalan
Ve düşlerle bir türlü bağdaşmayan
Ay susmuştu sesimin şafaklarında
Ve geceler çatlamıştı hırsından”
Ki bu unutkanlıkta herkesin olduğu gibi, özellikle bizim de çok büyük bir payımız ve suçumuz vardı.
12 Eylül yenilgisinin dersleri doğru dürüst çıkartılmayıp, içine düştüğümüz çukurlara deve kuşu misali kafamızı sürekli gömdükçe, düştüğümüz yerlerin bile çok gerisine savrulmuş ve sonuçta; daha derin çukur ve kör kuyuların içerisine düşülmesi kaçınılmaz olmuştu.
Herkes amipler gibi hâlâ bölünüp parçalanarak çoğaldığını zannediyor, devrimci hareketin eski ve yeni hastalıklarla sürekli kan kaybettiğini, çürüyüp yozlaşarak kendi kimliğine bile artık yabancılaştığını, o günden bugüne memlekette boy atan, filizler veren tüm nar bahçelerinin sorumsuzca nasıl tarumar edildiğini, bu yüzden bir türlü göremiyordu.
Ne var ki, hayatın karşısında ve yenilgilerin boy aynasında o günden bugüne herkesin ne kadar cüceleştiği gözler önündeydi.
Dahası, koşulların son derece elverişli olmasına rağmen, alınan seçim yenilgisinin bile sanki 12 Eylül yenilgisinden kopuk bir süreçmiş gibi ele alınarak,12 Eylül’de düştüğümüz yer ve çukurların, hâlâ gizlenmeye, unutturulmaya çalışılması da cabasıydı.
Hep aynı ezberler, aynı teraneler, hep aynı gevezelikler…
Ne el feneri ne de deniz fenerleri…
Okyanuslar ötesi Che’ye bile kulaklar tıkanmış, yenilgiler karşısında bu memlekette nedense hep kör ve sağır davranılmıştı.
Oysa Che Küba Devrimi’ni yarım yüzyıl önce anlatırken, “Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamımdaki yenilgilerimdir” demişti.
O halde şimdi kendimize karşı alabildiğine dürüst ve cesaretli davranmalı, sağa sola savrulmadan, kimsenin ayağına basmadan, bu taşın altına herkes ama herkes elini koymalı, birbirimizden güç ve cesaret alarak, hiç olmazsa bu kez yenilgi derslerimiz doğru dürüst çıkartılmalıydı.
Her yenilgi, kuşkusuz yeni bir başlangıcın ve “yenilenmenin”, gelecekteki başarı ve zaferlerin bir müjdecisiydi.
Nasıl olsa düşülen yer ve nedenleri belliydi.
İnsan ancak düştüğü yerden ayağa kalkardı…
Yeter ki bir kez ayağa kalkmak istesin!
Bu ayağa kalkışların önünde kim, hangi saltanat durabilmişti ki, şimdi durabilsin…
“Bu diken tarlalarının ötesi
Biliyoruz ki baharda bir nar bahçesi
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…”
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.