Cinsel ideolojinin doğallık atfettiği (ya da edebileceği) kategorileri yegâne meşru kategoriler olarak benimsemeden transfobiyle mücadele etmenin yollarını bulmalıyız. Bu, “trans” kimliğimizi kuran ve ezilmemize neden olan sınıflandırmaları ortadan kaldırma gücümüzü elimizden alacak bir kimlik mücadelesiyle değil, edilgen bir mağdur grubu olarak tanınmayı reddeden ve tanınma normlarının bizzat kendisine meydan okuyan, evrensel anlamda özgürleştirici bir siyaset ile mümkün
Bir süredir hayatımın hatırı sayılır bir kısmında ve özellikle de açılma sürecimin başlarında zihnime musallat olmuş bazı (kişisel anlamda çoğunlukla verimsiz) sorular üzerine düşünüyorum: Gerçekten trans mıyım? Ya yanılıyorsam? Tüm bu zahmet neden? Kadın olmak tam olarak ne demek? Ben gerçekten bir kadın mıyım?
Son soruya genellikle iki farklı şekilde cevap veriliyor gibi duruyor:
Gerici pozisyonun zırvalarına[1], en azından De Beauvoir’dan bu yana yanıt üreten materyalist feminist ve transfeminist bir gelenek mevcut. Ben burada ilerici pozisyonla, onun varsayımlarıyla ve politik çıktılarıyla ilgilenmeyi planlıyorum.
Yukarıdaki “Tüm bu zahmet neden?” sorusunun basit bir cevabı var gibi görünüyor: Elbette olduğum kişi olarak tanınmak istiyorum ve bu her türlü zahmete değer. Fakat bu cevap, “olduğum kişinin” ne olduğuna net bir yanıt ürettiğimi varsayıyor; hayır, üretmedim. Ne olduğum sorusuna verdiğim yanıt daha ziyade bir yanıt vermeyi reddetme hali: “Kendi benliğime dair metafizik bir hakikat arama ve bulma yükümlülüğüm yok. Kendi bedenimle nasıl mutlu olacaksam öyle yaşayacağım.” Yaşamaya değer bir hayat yaşamaya çalışan bir trans kadın olarak bu cevap oldukça tatmin ediciydi ve bu doğrultuda adımlar atmamı sağladı.[2]
Fakat genel olarak yeryüzündeki her türlü sömürü ve ezilmeyi sona erdirecek evrensel bir siyasetin, özel olarak da trans kurtuluş mücadelesinin içindeki bir sosyalist olarak bir önceki paragrafta verdiğim cevapları yeterince tatmin edici bulamadım. Bir cinsiyetten olmanın ne anlama geldiğinin metafizik düzeyde herhangi bir cevabının olduğu düşüncesini reddetmekle birlikte neden bir cevabın olmadığına ve bu cevapsızlığın özgürleştirici siyaset açısından anlamlarına kesinlikle yanıt üretilmesi gerekiyor. Bunun dışında, her kişinin cinsiyeti ya da başka bir kimliği dolayımıyla nasıl mutlu olacaksa öyle yaşamasının savunulması belirli etik ve politik sorulardan kaçınmak anlamına gelmiyor mu? Benim ne olarak mutlu olduğum toplumun dışında ya da toplumsal yaşamı önceleyen bir biçimde mi var? Benim ne olarak mutlu olduğum kaskatı bir biçimde bireysel benliğime dair bir özellik mi? Eğer benim ne olarak mutlu olduğum bireysel benliğime dair asla dil uzatılamaz bir hakikatse, örneğin, bir erkeğin erkekliğine hangi temelde saldıracağım? Benim ne olarak mutlu olduğumun ya da kısaca kimliğimin tanınması çabası tartışmasız bir biçimde özgürleştirici bir proje mi?
Bu metin bu soruları ele alacak.
Trans kurtuluş siyaseti içinde cinsiyet kimliklerini ve ifadelerini birer “kişisel ifade özgürlüğü” olarak ele alan ve dolayısıyla bu ifade özgürlüğünün liberal toplum ve yasaları tarafından tanınmamasının bir ifade özgürlüğü ihlali olduğu söylemini benimseyen bir stratejinin en paradigmatik örneklerinden birini Leslie Feinberg’in yazınında bulabiliyoruz:
“[Görevimiz] toplumsal cinsiyet özgürlüğünü, yani her bireyin ister feminen, ister androjen, ister maskülen, isterse de spektrumdaki herhangi bir nokta olsun toplumsal cinsiyetini istediği şekilde ifade etme hakkını savunmaktır. Buna cinsiyet belirsizliği ve cinsiyet çelişkisi hakkı da dahildir.”[3]
“’Gerçek’ bir kadın ya da erkeğin nasıl olması gerektiğine dair … fikirler, bireylerin kendini ifade etme özgürlüğüne kelepçe vurmaktadır.”[4]
“Her bireyin cinsiyetini ifade edişi kendine özgüdür ve eşit derecede güzeldir. Herhangi birinin cinsiyet ifadesini abartılı olarak nitelendirmek aşağılayıcıdır ve cinsiyet özgürlüğünü kısıtlar.”[5]
“Her bireyin kendi bedenini kontrol etme ve kendini ifade etme şeklini keşfetme hakkını savunmak, kendiniz ve potansiyelleriniz hakkında daha fazla şey keşfetme özgürlüğünüzü geliştirir. Bu hareket size nefes almanız, kendiniz olmanız ve kendiniz olmanın ne anlama geldiğini daha derin bir düzeyde keşfetmeniz için daha fazla alan sağlayacaktır.”[6]
Hızlıca okunduğunda kulağa neredeyse birer “sağduyu” olarak gelebilecek bu sloganların en iyi ihtimalle ideal bir toplumsal durumdan bahsettiğini söyleyebiliriz. Bu ideal duruma nasıl ulaşacağımıza, trans ve kadın düşmanı şiddeti nasıl yok edeceğimize, yani şimdi nasıl bir özgürleştirici siyaset benimsememiz gerektiğine dair hiçbir şey söylemiyorlar.
Bu düşünüş biçimi, şu iki varsayıma dayanıyor:
Burada ilk varsayımı ele alıp bir sonraki bölümde ikinci varsayıma geçeceğim fakat en son söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Cinsiyet olgusunun bireysel bir özellik olarak ele alınmasının ve tüm siyasetimizin bu temel üzerine inşa edilmesinin, trans kurtuluş mücadelesinin özgürleştirici potansiyelinin altını oyduğunu ve egemen cinsel ideolojinin değirmenine su taşıdığını savunacağım.
Burada cinsel ideoloji derken, elbette dünyanın her yanındaki faşistlerin mevcut cinsiyet düzenini ve “kutsal aileyi” korumak adına diline doladığı “toplumsal cinsiyet ideolojisi”nden bahsetmiyorum. Cinsel ideoloji derken Marksist anlamda bir ideolojiden söz ediyorum: “Kişilerin gerçek varoluş koşullarıyla olan hayali ilişkilerinin hayali bir tasviri.”[7] Louis Althusser’in verdiği örneklerle somutlaştıralım:
1) Proleterler “zorunluluk” tarafından mecbur bırakılmasalardı çalışmazlardı ama aynı zamanda bir yasal ideoloji (“elbette ücretim karşılığında çalışmak zorundayım”), çalışmaya dair ahlaki ekonomik bir ideoloji (… “çalışmak zorunludur çünkü çalışmak özgürlüktür”) ya da “geri kalmış” proleterler söz konusu olduğunda dini bir çalışma ideolojisi (kurtuluşu hak etmek için acı çekmeliyiz, İsa bir işçiydi …) vb. tarafından çalışmaya tabi tutulmasalardı da çalışmazlardı.
2) Kapitalistler, kişisel “ihtiyaçları” ve diğer kapitalistlerle olan rekabet onları devam etmeye zorlamasaydı kapitalist olmaktan çıkarlardı, ama aynı zamanda, mülkiyete, kâra ve sermayeleri sayesinde işçilerine sağladıkları faydalara dair sağlam bir yasal ve ahlaki ideoloji tarafından … devam etmeye zorlanmasalardı da kapitalist olmaktan çıkarlardı (“Para yatırıyorum, değil mi? Risk alıyorum, değil mi? Elbette karşılığında kâr elde etmeliyim. Dahası, işçilere ne yapmaları gerektiğini söyleyen bir patron olmak zorunda. Hem ben olmasam ne ile geçinecekler?”).
3) Maliye Bakanlığı’nda çalışan bir devlet memuru, bir ilkokul, ortaokul veya üniversite öğretmeni, bir araştırmacı, bir psikolog, bir rahip, bir ordu mensubu, bir devlet bakanı, devlet başkanının kendisi, iyi bir aile babası, bir anne, bir öğrenci, vs. vs. (okuyucu her kategori için bir örnek bulabilir).[8]
Cinsel ideoloji de belirli özlere sahip birbirinden farklı insan gruplarının, yani kadının ve erkeğin varlığını evrensel ve değişmez bir hakikat olarak takdim eder. Egemen ideoloji bunu elbette kişilerin gözlemlenen ya da farz edilen biyolojik özellikleri vasıtasıyla yapar; yapamadığında da interseks bebeklere yaptığı gibi bir “düzeltme” işlemi uygular. Cinsel ideoloji ve cinsiyetin tekil kişilerin doğal bir özelliği, bir “kimliği” olduğu varsayımı bizi “cinsiyetin” gerçek nedenlerinin, yani insanları belirli fiziksel farklılıklarına göre sınıflandıran tarihsel süreçlerin bilgisini üretmekten ve bu sınıflandırmayı ortadan kaldırmaktan alıkoyar. Monique Wittig bu alıkoymayı şöyle anlatıyor:
Cinsiyet farklılığı ideolojisi, bizim kültürümüzde erkekler ve kadınlar arasındaki toplumsal karşıtlığı doğa bahanesiyle örten bir sansür gibi işler. Eril/dişil, erkek/dişi kategorileri, toplumsal farklılıkların daima ekonomik, politik ve ideolojik bir düzene bağlı olduğu gerçeğini gizlemeye hizmet eder. Bütün tahakküm sistemleri maddi ve ekonomik düzeyde bölünmeler oluştururlar. Dahası bölünmeler, efendiler tarafından ve sonrasında köleler başkaldırıp mücadele etmeye başladıkları zaman soyutlanmış ve kavramsallaştırılmıştır. Efendiler oluşturdukları bölünmeleri doğal farklılıklar olarak açıklarlar ve doğrularlar. Köleler başkaldırıp mücadele etmeye başladıkları zaman toplumsal karşıtlıkları bu sözde doğal farklılıklar üzerinden okurlar.[9]
“Cinsiyeti” ve cinsel şiddeti ortaya çıkaran tarihsel süreçleri anlamak istiyorsak, tekil kişilerin bir özelliği olan cinsiyet kimliği düşüncesine ve bir ezme/ezilme ilişkisini önceleyen “kadın” ve “erkek” kategorilerine Althusser’in felsefi “insan” mitine uyguladığı muameleyi uygulamalıyız: “Yakıp küle dönüştürmek”.[10] Zira “cinsiyet yoktur. Sadece ezilen cinsiyet ve ezen cinsiyet vardır. Cinsiyeti yaratan baskıdır, tersi değil.”[11]
Elbette Marx’ın ve Althusser’in de bildiği gibi bir ideolojinin ideoloji olarak tanımlanması ve onun mitlerinin reddedilmesi, bu ideolojiyi, onu mümkün ve gerekli kılan maddi koşulları ya da onun toplumsal yaşamdaki maddi etkilerini ortadan kaldırmaz. Yani bir cinsel ideolojiden söz etmek, transfobi, patriyarka ve cinsel şiddet gerçeklerini değiştirmez. Cinsel ideolojinin bir ideoloji oluşu, hayatımız boyunca bize her fırsatta hasta, sapık, iğrenç ya da tehlikeli olduğumuzu söyleyen bir dünyada yaşamaya çalışmak zorunda olduğumuz gerçeğini; (trans ya da natrans[12]) kadınlar olarak evlerimize hapsedildiğimiz ya da evlerimizden kovulduğumuz, istihdamdan dışlandığımız, tecavüze uğradığımız ve katledildiğimiz gerçeklerini değiştirmez. Zira “bir ideoloji her zaman bir [ideolojik] aygıtta ve onun pratiğinde ya da pratiklerinde var olur. Bu varoluş maddidir.”[13] Dolayısıyla cinsel ideolojiyi bir ideoloji olarak tanımlamak, cinsiyetlerin bütünüyle bir idea olduğu ve bu ideayı reddedersek cinsel şiddetten kurtulabileceğimiz anlamına gelmez. Bu, bir ideolojiyle yine ideoloji düzeyinde mücadele etmek anlamına gelirdi.
Fakat bir ideolojiyle, bu ideolojinin araçlarını kullanarak da mücadele edemeyiz. Cinsel ideolojinin biyoloji temelinde kurduğu kategorileri psikolojik ya da başka bir temelden sahiplenmeyi (ya da bu kategorilere çok sayıda yeni kategoriler eklemeyi)[14] özgürleştirici bir strateji addetmek ancak insanların en başta “kadın” ve “erkek” kategorilerine ayrılmış olmasını özgürleştirici bir faaliyet olarak değerlendirmekle ve cinsel ideolojinin doğal kimliklerin var olduğu yalanına inanmakla mümkündür. Fakat cinsiyet kategorileri doğal ya da özgürleştirici kategoriler değil, belirli ezme/ezilme ilişkilerini doğallaştırmaya yarayan kategorilerdir. Cinsiyet olgusu, tek tek her kişinin toplumsal yaşamdan bağımsız bir şekilde sahip olduğu “derin” ve bireysel bir özellik değil, toplum içerisinde şekillenen ve ezilmemize temel teşkil eden ilişkisel bir özelliktir. Dolayısıyla bir natrans kadının/erkeğin kadınlığı/erkekliği ne kadar doğalsa ve kendi başına ne kadar hakikat içeriyorsa, bir trans kadının/erkeğinki de o kadar doğaldır ve kendi başına o kadar hakikat içerir: Koca bir hiç. Bu yüzden (trans ya da natrans) her türden cinsiyet kimliği ve ifadesi tartışmaya açılabilir ve açılmalıdır.
“İfade özgürlüğü” siyasetinin ikinci varsayımını, her bireyin cinsiyet ifadesinin toplumca tanınmasının özgürleştirici olduğu düşüncesini ele alalım. Burada derdim tanınma isteğinin tümüyle lüzumsuz bir uğraş olduğunu iddia etmek değil. Sonuçta egemen ideolojinin “doğal” kategorilerine dahil olmamanın yarattığı şiddet fazlasıyla açık: Maddi yaşam koşullarımızın gerçek koşullar olduğunun reddedilmesi, patolojikleştirilme, toplumdan dışlanma, tecavüz, katledilme. Yaşanabilir hayatlar yaşayabilmek için, öyle ya da böyle, toplumsal tanınmaya muhtacız.
Fakat yasal tanınma siyasetinin özgürleştirici mücadele açısından çelişkili sonuçlar içerdiğinin farkında olmalıyız. “Mağdur ve korunmaya muhtaç bir kimlik grubu” olarak kalmak mı istiyoruz, yoksa bizi mağdur kılan egemen cinsel ideolojiyi ve cinsel şiddetin her türünü ortadan kaldırmak mı istiyoruz? Bu soru, kadınların cinsel olarak tabi kılınması anlamına geldiği için pornografinin yasaklanması gerektiğini savunan Catherine MacKinnon’ın varsayımlarına yönelik Wendy Brown’ın sorduğu sorulara paralel bir soru:
Kadınların cinsel tabiiyet olarak tanımlanması ve bu tanımın hukuka işlenmesi, kadınları cinsel tabiiyetten özgürleştirmeye mi yarıyor, yoksa çelişkili bir biçimde kadınlığı cinsel ihlal edilebilirlik olarak yeniden mi tanımlıyor? “Kadın deneyiminin” yasalara “cinsel ihlal” olarak yerleştirilmesi, bu kimliği ortadan kaldırmak yerine ne şekillerde yineliyor? … Kadınların medeni haklarının pornografi veya cinsel taciz tarafından ihlal edildiğine dair bir formülasyon, tam da MacKinnon’un cinsiyetçilik tarafından indirgendiğimizden şikâyet ettiği figürü, tamamen cinsel ihlalle tanımlanan ve tamamen cinsel mağduriyetle özdeşleştirilen bir kadın figürünü nasıl üretiyor?[15]
Bu itirazlar, hukukun, mevcut üretim ilişkilerinin ve egemen ideolojinin yeniden üretimini sağlayan ideolojik aygıtlardan biri olduğuna işaret eden temel Marksist içgörüye dayanıyor. Benzer şekilde, ufku sahip olduğumuz kimliklerin yasal olarak tanınması ile sınırlı olan bir trans siyasetinin bizleri “cinsiyet geçişi yapan ve bu sebeple mağdur olan” özneler olarak hukuka işleyip işlemediği; hukukun sağladığı koruma sayesinde bu özneliği kabul eden sabit ve edilgen bir “trans” kategorisi yaratıp yaratmadığı; bu yasal trans kategorisine giren “makbul” transların devletin yüce gönüllülüğü sayesinde hayatını kurtarıp bu kategoriye girmeyen transların yaşadığı şiddeti kabul edilebilir kılıp kılmadığı ve nihayetinde egemen cinsel ideolojinin “doğal” cinsiyet kategorilerini yeniden üretip üretmediği üzerine düşünmeliyiz.
Zira tanınma belirli bir tanınma sistemi içerisinde gerçekleşir ve bu tanınma sisteminin normları lehinize değilse bu normları dönüştürmeyi hedeflemeyen bir mücadele özgürleştirici potansiyelini yitirir. Transları mağduriyetlerine indirgeyen, bu mağduriyetten korunması gereken bir grup olarak değerlendiren ve mevcut “doğal” kategorilere bir (ya da birkaç) tanesini daha eklemeyi amaçlayan bir tanınma mücadelesini benimsemenin bizi siyaseten vardıracağı yer en iyi ihtimalle devlet tarafından korunan bir kimlik grubu olmaktan ibaret kalır. Cinsel ideolojinin “doğal” cinsiyet kategorilerine saldırmak yerine yalnızca “gerçek erkekler ve kadınlar” olarak tanınmanın mücadelesini verirsek, bu ideolojinin kategorilerinin ve bunların yarattığı şiddetin yeniden üretiminin bir parçası oluruz.
Bu aslında aşina olduğumuz bir tartışma. Örneğin eşcinsel evliliğin tanınması mücadelesi de benzer bir çelişkiye sahip: Diğer herkes gibi evlenebilmenin ve mevcut toplumsal yaşamda evliliğin sağladıklarından yararlanabilmenin oldukça meşru bir eşitlik talebi olduğu açık olsa da bunun devlet tarafından tanınması, evliliğin tek meşru birliktelik olduğu ve bunun dışındaki birlikteliklerin gayrimeşru olduğuna dair ideolojiyi yeniden üretir. Judith Butler bu çelişkiyi şöyle ifade ediyor:
Bir yandan, tanınma normları olmadan yaşamak önemli acılara ve psişik, kültürel ve maddi sonuçlar arasındaki ayrımların birbirine karışmasına neden olan hak mahrumiyetlerine neden olur. Öte yandan, çok güçlü bir siyasi talep olan tanınma talebi, devlet meşruiyetinin sağladığı ve gerektirdiği tanınma normlarına karşı eleştirel bir meydan okuma tesis etmezse, yeni ve haksız sosyal hiyerarşi biçimlerine, cinsellik alanının hızla daraltılmasına ve devlet iktidarını desteklemenin ve genişletmenin yeni yollarına yol açabilir. Nitekim devlete tanınma talebinde bulunarak meşru cinsel düzenlemelerin alanını kısıtlıyor, devleti tanınma normlarının kaynağı olarak güçlendiriyor ve sivil toplum ve kültürel yaşamdaki diğer olasılıkları geri plana itmiş̧ oluyoruz. Evliliği meşrulaştıran ve evlilik dışı cinsel birliktelik biçimlerini gayrimeşru kılan normlara … göre tanınma talep etmek ve almak, gayrimeşrulaştırılan alanı kuir topluluğun bir bölümünden diğerine kaydırmak veya daha ziyade kolektif bir gayrimeşrulaştırmayı seçici bir gayrimeşrulaştırmaya dönüştürmektir. Böyle bir pratiği radikal demokratik ve cinsellik bakımından ilerici bir hareketle bağdaştırmak çok zor, hatta imkânsızdır. Evlilik dışında duranları, tek eşli olmayanları, yalnız yaşayanları, evlilik biçimi dışındaki herhangi bir düzenleme içinde olanları potansiyel meşrulaştırılma alanından dışlamak ne anlama gelir?[16]
Bu gözlemle birlikte Butler, “Evlilik normunu kuir cinsel yaşamlar için münhasır ya da en değer verilen toplumsal düzenleme olarak benimsemeden homofobiyle nasıl savaşabiliriz?”[17] diye sormamız gerektiğini söylüyor. Benzer şekilde bizler de cinsel ideolojinin doğallık atfettiği (ya da edebileceği) kategorileri yegâne meşru kategoriler olarak benimsemeden transfobiyle mücadele etmenin yollarını bulmalıyız. Bu, “trans” kimliğimizi kuran ve ezilmemize neden olan sınıflandırmaları ortadan kaldırma gücümüzü elimizden alacak bir kimlik mücadelesiyle değil, edilgen bir mağdur grubu olarak tanınmayı reddeden ve tanınma normlarının bizzat kendisine meydan okuyan, evrensel anlamda özgürleştirici bir siyaset ile mümkün.
Burada evrensel siyaset derken, her türlü ezilmenin ekonomik ilişkilere indirgenebileceğinden ya da kaba bir “kimlik/sınıf” karşıtlığı üzerinden “Kimlik siyasetini bırakıp sınıf siyaseti yapalım” gibi bir düşünceden söz etmiyorum. Asad Haider’in de ırkçılık bağlamında ortaya koyduğu gibi[18], her insanın sahip olduğu ekonomik ihtiyaçların ve bu ihtiyaçlar neticesinde sömürülmesinin evrensel bir özgürleştirici siyasetin biricik unsuru olabileceğini düşünmüyorum. Elbette çoğumuz sömürülüyoruz fakat bazılarımız istihdamdan sistematik olarak dışlanıyor ya da korkunç koşullarda sömürülmeye çalışırken[19] yakılmış cesedi ormanlık bir alanda bulunuyor. Bu yüzden evrensel bir siyaset, egemen ideolojinin kurduğu kategorileri ve bu kategorilerin yarattığı şiddeti görmezden gelemez. Keza Lenin’in ekonomizme karşı verdiği mücadele de tam olarak buna işaret eder: “Eğer işçiler, hangi sınıfları hedef alıyorsa alsın, her türden baskı, zorbalık ve suiistimallere tepki göstermeyi öğrenmemişlerse ve bu tepkiyi herhangi bir bakış açısından değil, tam da sosyal demokrat bakış açısından göstermeyi öğrenmemişlerse, işçi sınıfının politik bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz.”[20]
Evrensel siyaset derken, sömürüye ve ezilmeye karşı savaş veren fakat bütün bir ufku egemen ideolojinin sömürülmemize ve ezilmemize dayanak gösterdiği kimliklerimize sıkıca sarılmaktan ve bu kimliklerin tanınması için mücadele etmekten ibaret olmayan bir siyasetten söz ediyorum.
Evrensel siyaset derken, sınıfları ve her türlü ezen/ezilen kimliği ilga edecek siyasetten, “günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareket”ten[21], komünizmden söz ediyorum.
[1] Burada “zırvalamayı” gündelik anlamının yanında aynı zamanda, özellikle cinsiyet özcü pozisyonun sahibi kişi bir materyalist olma iddiasındaysa, G. A. Cohen’in bahsettiği türden bir “entelektüel sahtekarlık” anlamında kullanıyorum. Bu konuda bkz. G. A. Cohen, Karl Marx’s Theory of History, Princeton University Press, 2001. “Cinsiyetlerin bir özü var mıdır?” sorusunu sormak elbette zırvalamak değil. Fakat bu soruya evet yanıtını verip materyalist olma iddiasını sürdürmek zırvalamaktır.
[2] Bu cümledeki trans kadın tanımlaması bir önceki cümledeki yanıtsızlıkla çelişmiyor. Metafizik bir hakikatten değil, toplumsal bir gerçeklikten söz ediyorum.
[3] Leslie Feinberg, Transgender Warriors: Making History from Joan of Arc to Dennis Rodman, Beacon Press, 1996. Yazarın çevirisi. Aksi belirtilmediği sürece metindeki tüm çeviriler yazara ait.
[4] Leslie Feinberg, Trans Liberation: Beyond Pink or Blue, Beacon Press, 1998.
[5] A.g.y.
[6] A.g.y.
[7] Louis Althusser, On the Reproduction of Capitalism: Ideology and Ideological State Apparatuses, Verso, 2014.
[8] A.g.y.
[9] Monique Wittig, Straight Düşünce içinde “Cinsiyet Kategorisi”, SEL, 2013, çev. Leman Sevda Darıcıoğlu ve Pınar Büyüktaş
[10] Louis Althusser, For Marx içinde “Marxism and Humanism”, Verso, 2005.
[11] Monique Wittig, Straight Düşünce içinde “Cinsiyet Kategorisi”, SEL, 2013, çev. Leman Sevda Darıcıoğlu ve Pınar Büyüktaş
[12] Natrans, cis kelimesinin Aligül Arıkan tarafından Türkçeleştirilmiş halidir. Cis-, Latince “bu taraftaki” anlamını veren bir ön ektir ve “diğer taraftaki” anlamını veren trans- ön ekinin zıddıdır. Transfobik kanının aksine cis de trans da “trans aktivistler” tarafından uydurulmuş kelimeler değillerdir ve özellikle bilimsel literatürde uzun süredir kullanımdalardır. Örneğin organik kimyada, moleküllerdeki belirli atomların veya atom gruplarının, molekülden geçen belirli bir düzlemin aynı tarafında olması durumuna cis, zıt taraflarında olması durumuna ise trans izomer denir. Bu sebeple, örneğin, trans yağlar olduğu gibi cis yağlar da vardır. Bir başka örnek: Türkçede Batı Şeria olarak bildiğimiz bölgeye Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca gibi Latin dillerinde “Şeria Nehri’nin bu tarafı” anlamına gelen “Cisjordan” denir. Şeria Nehri’nin doğu yakasındaki bölgeye de tarihsel olarak “Transjordan” denmiştir. Cinsiyet bağlamında cisgender, ya da kısaltılmış haliyle cis kelimesi 90’lardan bu yana kullanımdadır ve toplumun trans deneyimi yaşamayan büyük çoğunluğunu isimlendirmemizi sağlar. Bu kelimeyi bir hakaret olarak görmek ya da bunun “trans merkezli” bir kavram olduğunu söyleyip kullanımına karşı çıkmak ancak “biz normaller ve şu diğer ucubeler” gibi bir düşünce yapısının ürünü olabilir. Öte yandan natrans kelimesinin hakikaten de “trans merkezli” bir kavramsallaştırma olduğunu söyleyebiliriz. Fakat, en azından daha iyi bir çevirisi bulunana kadar bu kelimeyi kullanmakta etik ya da politik bir sorun görmüyorum.
[13] Louis Althusser, On the Reproduction of Capitalism: Ideology and Ideological State Apparatuses, Verso, 2014.
[14] Yeni cinsiyet kategorileri yaratmanın özgürleştirici olduğu düşüncesine yönelik bir eleştiri için bkz. Alyson Escalante, “Beyond Negativity: What Comes After Gender Nihilism?”, https://alyesque.medium.com/beyond-negativity-what-comes-after-gender-nihilism-bbd80a5fc05d, 2018.
[15] Wendy Brown, States of Injury, Princeton University Press, 1995.
[16] Judith Butler, Undoing Gender, Routledge, 2004.
[17] A.g.y.
[18] Asad Haider, “Zombie Manifesto”, https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/4002-zombie-manifesto, 2018.
[19] Zira “Kapitalistler tarafından sömürülmenin sefaleti, sömürülmemenin sefaletiyle kıyaslanamaz bile.” Joan Robinson, Economic Philosophy, Routledge, 2021.
[20] Vladimir İ. Lenin, Ne Yapmalı, Evrensel Basım Yayın, 2011, çev. Arif Berberoğlu.
[21] Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, 2013, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.