Gezi ve Kobanê direnişlerinin yarattığı dinamizmin sandığa yansıması ile iktidarın kaybettiği 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasından bugüne kadar yaşananların hesabı ortada duruyorken, sanki hiç bu süreçler yaşanmamış gibi siyaset yapmaya devam etmek Türkiye sol hareketinin “kaderi” olarak açıklanamaz
Yıllar, ancak yanılgı ve yenilgi anlarının, süreçlerinin farkında olduğumuz zaman iyi bir okuldur. Bu durumdan, daha iyi yenilmemiz gerektiği sonucunu çıkaramayız. Fakat sosyalist hareketin bu olup bitenler karşısındaki pozisyonunu tartışmanın iyi olacağı kanaatindeyiz. Meramımız elbet kendimizi “kuru” bir eleştiriye tabi tutmak değil, önümüzdeki mücadele yıllarına dair bazı dersler çıkarmaktır.
Türkiye’nin çok yönlü toplumsal krizi yılların değişmez olgusu. Değişen şey krizin boyutu ve ağırlaşan toplumsal sonuçlarıdır. Bugün kriz tepeden tırnağa tüm sınıfsal cephelerde ve her bakımdan daha da ağırlaşmış biçimiyle sürmektedir. Ekonomi uçurumun eşiğinde ve egemen sınıf fraksiyonlarının yaşadığı hegemonya krizi daha da derinleşmekte. Tüm bunların yanına eklenen 6 Şubat depremleriyle ortaya çıkan çok ağır insani, iktisadi ve kültürel yıkım toplumsal krize yeni boyutlar eklemiştir. Yaşanan tüm bu gelişmeler, dinci-faşist iktidarın toplumu yönetebilme iddiasına da ağır bir darbe olmuştur. Yirmi yılı dolduran AKP iktidarının en önemli silahı düne kadar sahip olduğu seçmen desteği idi. Gelinen yerde bunu da önemli ölçüde yitirmiş durumdadır. 14 Mayıs seçimlerinden sonrada bunu açık bir şekilde gördük. AKP’nin kemikleşmiş seçmen desteğinin etkilenmemesi yanıltıcı olmamalıdır. Önemli olan bunun iktidar karşıtı geniş toplum kesimleri üzerinde yarattığı pekiştirici etkidir. AKP-MHP liderliğindeki faşist iktidar koalisyonunun tarikatları ve gerici diğer grupları arkasına alarak toplumun büyük bir çoğunluğunun desteğini alması zaten olası değildi. Bu nedenle de “normal koşullarda” seçimleri kazanmasının imkânı yoktu! Ama her zaman vurgulayageldiğimiz gibi, bu durum ona artık nihayet kendiliğinden yol göründüğü anlamına da gelmemektedir. Çünkü karşımızda duran en temel gerçeklik kural ve kaide tanımaz bir yönetim, faşizm gerçekliğidir. Yasama yürütme yargının tek adama bağlandığı, nerdeyse tüm sermaye medyasının denetim altına alındığı, AA ve YSK gibi kurumların tümüyle Tayyip Erdoğan’a bağlı olduğunun her seçimde açıkça ortaya çıktığı, bürokrasinin parti örgütü gibi davrandığı bir devlet ile karşı karşıyayız. Ordu, MİT ve polisin yanı sıra bekçilerle devletin zor aygıtlarında İslamcı-faşist hiyerarşinin genel olarak yerleştiği, camilerin, tarikatların harekât merkezine dönüştüğü bir ülke gerçeği tüm netliği ile karşımızda. Özellikle ekonomideki kara tablonun şu aşamada yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığı olarak kendini gösterdiği, Merkez Bankası’ndaki döviz rezervinin son 21 yılın rekor dip seviyesini gördüğü bir dönemdeyiz. Ve bu gerçeklik içinde siyasal iktidarın meşruiyet kazanmak için türlü hile ve kirli iktidar ilişkilerini devreye sokarak uzun yıllardır seçim darbeleri gerçekleştirdiğine tanık oluyoruz. Bu seçim darbeleriyle yalnızca siyasal iktidarın meşruiyet sorununun giderilmesi amaçlanmıyor. Neoliberalizmin krizine pansumanlar, sermaye çevrelerine kamu kaynaklarının aktarılması, ihaleler, ülke topraklarının satılması meşrulaştırılıyor. İktidar bu süreçleri dinci, gerici, kadın düşmanı, Kürt düşmanı, LGBTİ+fobik, kendine biat etmeyeni terörist ilan eden bir ideolojik motivasyonla donatılmış bir kitle tabanı yaratmak için kullanıyor. Yine sosyalist hareketin bu seçim darbesi yıllarında yaptıklarına baktığımızda devrimci siyasetin fikri ve pratiği ile büyük ölçüde tasfiye edildiğini de görüyoruz.
Şimdi yukarıda bahsedilen hususlar bağlamında 2023 seçim sürecine kadar sosyalist hareket ve sol muhalefetin tutumu ve geliştirdiği politikalara dair bazı noktaları ele alabiliriz. Önce de bu yazıyı yazmamıza katkısı olan Lenin’in bir sözü ile başlayalım:
“Bir siyasal yapının kendi yanılgıları karşısındaki tutumu, sınıflar mücadelesindeki ciddiyetini, işçi sınıfına karşı ve emekçi yığınlara karşı görev ve sorumluluklarını gerçekten yerine getirip getirmediğini saptayabilmemiz için en önemli ve en güvenilir ölçütlerden biridir.”
Bu sözün hayatta gerçek bir karşılığının olduğunu defalarca deneyimliyoruz. Yanılgılar çoğunlukla bir ana ilişkin olarak açığa çıkarılmaya çalışılıyor, devam ediliyor ve başka bir yenilgi yaşanıp aynı şekilde devam ediliyor ve nesnel siyasal gerçekler öznel yanılgılarımızın üzerini örtüyor, görünmez kılıyor.
2023 seçimleri sonucunda Tayyip Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı seçildi, meclisteki koltukların büyük çoğunluğu, CHP listelerinden giren bazı vekiller de dahil olmak üzere faşist ve gericiler tarafından dolduruldu. Sadece sonuçlarla ilgili değil, sosyalist hareketin bir süreç olarak içerisine düştüğü yanılgılara dair bir değerlendirme olarak yapmanın iyi bir başlangıç olacağını düşünüyoruz. Bunun için biraz geriye gidelim.
7 Haziran 2015 seçimlerinde, Gezi ve Kobâne direnişlerinin yarattığı toplumsal ve siyasal kırılmanın sandığa yansıması ile iktidarını kaybeden AKP, kitle katliamları ve faşist terör ile şekillendirdiği bir kampanya sürecinin ardından 1 Kasım 2015 seçimi ile iktidara yeniden el koydu. 2016 darbe girişimi sonrası OHAL süreci ile birlikte ise Türkiye Devrimci Hareketi tasfiye sürecinde yeni bir aşamaya geçti. Devrimcilerin baskı altına alınması, işçi sınıfı ve toplumsal müttefikleriyle bağ kurabilecekleri alanların daraltılması ya da yıkıcı etkilerle bu bağların kırılması, toplumsal örgütlenmeye verilecek enerjinin ve fikrin giderek zayıflaması ile direnenlerin ya da direnecek olanların örgütlenmesinden çok temsiliyetini üstlenmeye çalışan bir çizgi öne çıktı. Elbette ki tüm sosyalist örgütler açısından durum böyle olmayabilir fakat hatırı sayılır bir toplam için böyle olduğundan söz edebiliriz. Bu durum, devrimci hareketin tarihinde önemli bir kırılma noktasını temsil etmektedir. Bu yeni tasfiye döneminin, devrimcilikte daha önce ısrar eden birçok parti, grup ve çevreyi de içine aldığını bu yıllar içinde net bir şekilde gördük. Sokaktan uzaklaşıldı, kitle bağları zayıfladı, ideolojik ve örgütsel gerileme derinleşti.
Son seçimlerde ise, burjuva siyaset düzleminde sosyalistlerin kendilerine kabul edilebilir bir yer bulduklarını ve giderek de bu çizgi üzerinde siyaset yapıldığını söyleyebiliriz. Sorun, elbette bu düzlemin değerlendirilmesi değil, sosyalistlerin, sokağın giderek örgütlü bir biçimde terk edildiği gerçeğinin akılcılaştırılması ya da üzerinden atlanmasıdır.
Peki bu süreçte bizi bu şekilde bir eleştiriye iten hususlar nelerdir? Biraz bunlara değinelim.
AKP-MHP ittifakının bu halkı karanlığa boğmaya yeminli gerici-faşist kuvvetler ile birlikte hegemonyasını genişletmeye, tüm devlet olanaklarını da kullanarak toplumsal yaşamı örgütlemeye çalıştığı koşullarda odağına seçimi alan sosyalist hareketler ve düzen içi muhalefet olan biteni doğru okumadığından, siyasal çözümlemelerinin eksikliğinden, krizi derinleştir(e)mediğinden dolayı 2023 seçimlerinde yenilmiştir. Seçim sürecindeki ve seçim günündeki tutumlardan bağımsız olarak herkes bu yenilgiyi bir biçimde yaşamıştır. Çünkü faşizmin seçimler ile yenilebileceği veya geriletebileceği, toplumsal muhalefet açısından daha elverişli koşulların açığa çıkacağı iddiaları seçim sonuçlarının görülmesi ile boş düştü. Erdoğan yeniden başkan seçildi, faşist iktidar koalisyonunun koltuk sayısında azalma olmadığı gibi en gerici, ırkçı, faşist unsurlar meclise girdi.
Sosyalistler açısından seçime yüklenen anlam, proleter siyaseti ilerletmeye yönelik nasıl bir yaklaşıma denk düşmektedir? Buna dair ikna edici bir yanıt var mıdır? Bu taktiklerin kendini gündelik hayatta somutlayan ve değişimin olanağını yaratan bir gerçekliğinin olmaması sadece bizlere mi tuhaf gelmektedir? Ya da halkın seçimlerde Erdoğan’dan kurtulma umudu ve iradesi kendisini 21 yıldır (özellikle Gezi direnişi, öncesi ve sonrasında) yalnızca seçimlerde mi göstermektedir? Sosyalist hareketin bu iradeyi, ezilen tüm toplumsal kesimlerin gündelik, yaşamsal, bağımsız çıkarları için yan yana gelişlerini örgütleyecek mekanizmalar inşa etme iradesi ile buluşturması olanaksız mıdır? Bu sorulara elbette siyasal anlayışlarımızın, çizgilerimizin ne kadar doğru olduğunu ispatlamak için çeşitli yanıtlar verebiliriz ve kaldığımız yerden devam edebiliriz. Peki gerçekçi olmak bu mudur?
Devrimcilerin politik iktidar mücadelesinde gerçek bir güç olup olamayışı, kitlelerle kurulan örgütlü bağlara, bu bağları düzen karşıtı bir harekete dönüştürüp dönüştüremediklerine bağlıdır. Bugün ise bunlar göz ardı edilerek kürsü performanslarına bağlı bir siyasetin öne çıktığına, popülaritenin öncelik kazandığına, örgütlü bağlar yerine iletişim ortamındaki görünürlükle sosyalizmin toplumsallaştığının iddia edildiğine ve parlamenter temsilin bir varlık-yokluk meselesi olarak göründüğüne tanık oluyoruz. Düzen partileri açısından anlaşılır olan araç ve yöntemlerin sosyalistler açısından da temel referans olarak alınması, bugüne kadar yapılan hataları, eksiklikleri de maalesef görünmez kılıyor.
14 Mayıs seçimleri, sonuçları itibari ile seçimlerde halkın tek adamdan kurtulma iradesinin, egemen fraksiyonların birbiri ile kurduğu her türden kirli ilişki ve ittifakların politik bariyerine çarptığı bir an olarak karşımızda durmaktadır. Her seçimi bir darbe olarak yaşadığımız gerçeği karşısında, seçim sürecine ilişkin tutumlar, taktikler öncelikle bu ana kadar yaşadığımız yanılgı ve yenilgilerden çıkardığımız sonuçlar ile belirlenebilir. Gezi ve Kobanê direnişlerinin yarattığı dinamizmin sandığa yansıması ile iktidarın kaybettiği 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasından bugüne kadar yaşananların hesabı ortada duruyorken, sanki hiç bu süreçler yaşanmamış gibi siyaset yapmaya devam etmek Türkiye sol hareketinin “kaderi” olarak açıklanamaz. Bu süreçler bir kader olarak değil, faşizmin bir isyan bastırma biçimi olarak yeniden örgütlenmesi ile birlikte sosyalistlerin siyaseten sıkıştığı sınırları akılcılaştırması ile açıklanabilir. Maalesef, sosyalist örgütlerin büyük bir çoğunluğu bu akılcılaştırma halini sürdürmektedir. Kullanılan söylemler, seçim sonuçları üzerine hesaplamalar (“Biz %3 oy alırsak bu memlekette bir tane işçinin kafasına polis copu inemez, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması dahi tartışılamaz”), girilen ittifaklar, yaratılan beklentiler (“bu seçim çok önemli”, “köprüden önceki son çıkış”, “her şey güzel olacak”, “bu sefer kesin gidiyorlar”, “bu gidişte sosyalistlerin de konum alması gerekir”) ve pompalanan hayaller (“Faşizmi sandıkta durdurduk, ikinci turda tek adamı göndereceğiz”)… Bu tutum içindeki örgütler, düzen siyasetinin toplumsal hoşnutsuzluğu seçim sandığına uzunca bir zamandır hapsettiği gerçeğinin üzerinden atlayarak, toplumsal bir harekete, kitle örgütlülüğüne, halka güven veren, direnilebilir olduğunu gösteren, nerede bir haksızlık yaşandıysa, talan varsa orada mücadele iradesi gösteren bir anti-faşist mücadeleye dayanmayan kaygan zeminler üzerinde gerçek bir etki yaratamayacaktır. Aksini savunanlar ise temelde somut bir mücadele programı ve onun pratiklerini ortaya koymadığı müddetçe inandırıcı olamayacaklardır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.