Bir “dönek” olmadan önce Kautsky’yi de Lenin’i de birleştiren husus, proletaryanın otokratik bir rejimi yıkma kapasitesine sahip yegâne toplumsal güç olduğuna dair inançtı. Ruslar buna “demokratik devrimde proletarya hegemonyası” diyeceklerdi. Dolayısıyla Lenin’in deyimiyle “yeniden başlayacağımız başlangıç noktamızın” tam da bu olması gerekiyor
“Çok yüksek, sarp ve şimdiye kadar keşfedilmemiş bir dağa tırmanan bir adam hayal edelim.” Lenin, 1922 yılının şubat ayında yayımlanan ve muzaffer iç savaşın hemen ardından özel mülkiyet ve piyasaya geniş alan açan Yeni Ekonomi Politikası’na (NEP) doğru geri çekilmek gereğini açıkladığı yazısında, bir dağcı analojisine başvurur. Dağcı daha önce hiç kimsenin tırmanamadığı yüksekliklere tırmanmıştır tırmanmasına ama bulunduğu noktadan zirveye ulaşması da mümkün değildir. Sarfettiği onca çabaya, alt ettiği onca zorluğa, üstesinden geldiği sayısız tehlikelere karşın dağcı bir çıkmazla karı karşıyadır. Bulunduğu noktadan daha ileriye gitmesi, daha yukarı çıkması mümkün görünmemektedir.
“Geri dönmek, alçalmak, belki daha uzun ama zirveye ulaşmasını sağlayacak başka bir yol aramak zorundadır.” Ancak hayali dağcımız için geriye dönmek, ulaştığı noktadan aşağı inmek, yukarıya tırmanıştan daha zor ve tehlikelidir. İnerken kayıp uçuruma düşmek, basacak sağlam bir zemin bulamamak mümkündür. Dahası, bir önceki tırmanışın coşku ve heyecanı da artık kalmamıştır. Zirveye giden başka bir yol bulabilmek için gerisin geriye inen dağcının zaman zaman umutsuzluğa kapılması neredeyse kaçınılmazdır. Ancak zirveye gerçekten varılmak isteniyorsa yapacak başka şey de yoktur, tutulan yol çıkmaza girdiyse geriye dönmek, baştan başlamak gerekir. Komünistler, tıpkı o hayali dağcı gibi, “olağanüstü zor bir hedefe ulaşmak için tekrar tekrar baştan başlamak esneklik ve gücünü muhafaza etmek” zorundadırlar.
14-28 Mayıs seçimleri “tekrar baştan başlamayı” zaruri kılan bir büyük yenilgi, bir çıkmaz. Uzun zamandır yürürlükte olan ve hiç değilse 2019 yerel seçimlerinin ardından muazzam bir çekim ve ikna gücüne sahip olmuş bir stratejik doğrultunun sonuna tanıklık ettik. Birleşmiş ana akım muhalefetin öncülüğünde, parlamenter sisteme dönüş asgari müştereği temelinde şefçi rejimi seçimle alt etmeye dönük stratejinin sınırına dayandık. Sosyalist solun ve toplumsal muhalefet güçlerinin ezici çoğunluğunun, alternatif bir stratejik hipotezin yokluğunda, bu stratejik doğrultunun fiilen bir parçası, adeta eklentisi haline geldiği sürecin sonuna geldik. O yüzden yeniden baştan başlamak güç ve esnekliğini ortaya koymanın tam zamanı.
O zaman mümkün olduğunca geriye, en başlara gidelim ve hayli eski bir uyarıyla başlayalım: Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) kurucularından (ve Karl Liebknecht’in babası) olan Wilhelm Liebknecht, 1866 tarihli bir konuşmasında genel oy hakkının, yani seçimlerin halk için “kutsal bir hak” olduğunu vurgular. “Ancak”, diye ekler, “tek başına, sivil özgürlüklerden koparılmış, basın özgürlüğü olmadan, örgütlenme özgürlüğü olmadan, polisin ve askerin kılıcına tabi olan, yani kısacası mutlakçı devletin var olduğu koşullarda genel oy, mutlakçılığın bir aleti ve oyuncağı olmaktan başka hiçbir işe yarayamaz.” Liebknecht seçimlere katılmaya ya da sosyal demokrat işçi temsilcilerinin parlamentoda yer almasına kategorik olarak karşı çıkmaz. Ancak Bonapart ve Bismarck tipi figürlerin hâkim olduğu mutlakçı (Bonapartist/Sezarist) rejimlerde sosyal demokratlar açısından seçimlerin siyasal mücadelenin merkezi unsuru olamayacağını vurgular.
İğneyi hemen kendimize batırmakta tereddüt etmeyelim. Düzen içi muhalefetin seçim merkezli siyasal geçiş stratejisine bizim cenahtan elbette pek çok eleştiri yöneltildi. Rejime karşı mücadeleyi seçmen davranışına indirgeyen, iktidarın kendi yarattığı çelişkilerin altında kalmasını pasifçe bekleyen ve dolayısıyla da rejime karşı her türden toplumsal muhalefet biçimini soğuran düzen içi muhalefetin tutumunu çok eleştirdik. Ancak bu eleştiriler somut bir alternatif stratejik doğrultuya açılmadığı koşullarda pek de bir işe yaramadı. Rejimin hangi toplumsal güçler temelinde, hangi siyasal güç ve ittifaklar aracılığıyla ve hangi koşullarda geriletilebileceğine dair somut yanıtlar üretemediğimiz için aslında inisiyatifi kaçınılmaz olarak ana akım muhalefete terk ettik. Hal böyle olunca da siyaseti esas itibariyle alternatif ve birbirine rakip elitler arası mücadeleye indirgeyen, toplumsal mücadelelerden arındırılmış ve geniş kitleler açısından oy vermeyi tek anlamlı siyasal müdahale şekli kılan bir muhalefet anlayışı hâkim oldu.
Bu hatamız elbette önemli ölçüde koşulların, somut güç ilişkilerinin, yani toplumsal muhalefetin özellikle 2015’ten itibaren aldığı darbelerin, işçi sınıfı hareketinin içerisinde bulunduğu namüsait şartların bir neticesiydi. Bu hatanın sadece bize özgü olmadığını, benzer koşullarda bulunan hareketlerin sıkça başına geldiğini hatırlatmak açısından (madem başa dönüyoruz) Engels’in verdiği bir örneğe başvurmakta yarar var. 1877 yılında Fransa’da monarşist güçlerin cumhuriyete karşı bir komplo girişimi karşısında işçi sınıfı hareketinin Cumhuriyetçi güçlerin arkasına dizilmesi hakkında Engels şu yorumu yapıyordu: “Hiç şüphe yok ki bunda orta sınıf Cumhuriyetçilerin ve Radikallerin kuyruğu gibi davrandılar, ancak basını, toplantıları, kulüpleri, siyasi dernekleri olmayan bir işçi sınıfı, Radikal orta sınıfların partisinin kuyruğundan başka ne olabilir ki? Siyasi bağımsızlığını kazanmak için, genel olarak halka ve dolayısıyla işçilere de bağımsız örgütlenme izni verecek özgürlükleri sağlamak zorunda olan tek partiyi desteklemekten başka ne yapabilir?”
Gayem Engels’in ardına sığınarak yapılan yanlışlara mazeret üretmek değil elbette. Ancak karşı karşıya kaldığımız meydan okumaların da yaptığımız hataların da sadece “bizim” hatalarımız olmadığını hatırlatmak. Engels’in sorduğu soru, yaşadığımız çağda bizler açısından belirleyici bir sorun alanına işaret ediyor. İşçi sınıfının bir sınıf olarak siyasal alana müdahale etme kapasitesinin neoliberal karşı devrimle büyük ölçüde zaafa uğradığı bir çağda, otoriterizme karşı mücadelenin nasıl ve hangi yollarla gerçekleştirilmesi gerektiği bir büyük muamma. Üstelik bizatihi demokrasinin yaşadığı erozyonun müsebbibi de işçi sınıfının bir siyasal fail olarak sahneyi önemli ölçüde terk etmiş olması. Tam manasıyla bir fasit daire ile karşı karşıyayız: İşçi sınıfının kendi kaderine sahip çıkma gücü tamir edilemediği müddetçe otoriter yuvarlanış derinleşecek, otoriterizm derinleştikçe de işçi sınıfının siyasal kapasitesi tahrip olmaya devam edecek.
İşte bu nedenle başa dönmeliyiz. Başlangıçta, uluslararası sosyalist hareketin şekillenmesi ve kitleselleşmesinin iki ayrıksı evresi de esas itibariyle otokratik/otoriter rejimlere karşı gerçekleşmiş olduğu için. Almanya’da sosyal demokrasinin gelişiminin de Rusya’da Bolşevizmin ete kemiğe bürünmesinin de hep otokratik/mutlakçı rejimlere karşı mücadele içinde ve o mücadele aracılığıyla gerçekleştiğini sıklıkla unutuyoruz. Proletaryanın bütün düzen içi akım ve eğilimlerden ayrı ulusal çapta bir siyasal güç olarak örgütlenmesinin demokrasi mücadelesinin merkezinde yer aldığını unuttuğumuz gibi. Bir “dönek” olmadan önce Kautsky’yi de Lenin’i de birleştiren husus, proletaryanın otokratik bir rejimi yıkma kapasitesine sahip yegâne toplumsal güç olduğuna dair inançtı. Ruslar buna “demokratik devrimde proletarya hegemonyası” diyeceklerdi. Dolayısıyla Lenin’in deyimiyle “yeniden başlayacağımız başlangıç noktamızın” tam da bu olması gerekiyor. Yani proletaryanın Lassalle’in sözleriyle “bağımsız bir siyasal parti olarak örgütlenmesi” ve işçilerin eski tabirle bir “dördüncü zümre” haline getirilmesi, Rusya sosyal demokrasisinin efsanevi yayın organı Iskra’nın ifadesiyle, proletaryanın “bütün demokratik devrimci hareketin önderi işlevini” yerine getirmesidir.
Eksiğimiz de hatamız da zaafımız da buradadır. Bu yüzden başa dönmek, yeniden baştan başlamak hepimiz için elzemdir. Devam edeceğiz…
Kaynak: Tumblr
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.