Bir meseleye dair inisiyatif almak ve onu hedef kitleyle buluşturmak birinci sorunun cevaplanması için başvurulacak kavramlarken; farklı toplumsal katmanlardan milyonlarca insanın günlerce süren direnişinin bir yere varamaması öncülük kavramıyla tartışılabilir
“Bu durmadan akan,
Yıkıp yapan
Akışın
Çizgilenmiş sesiyiz.”
“Yeniden kuruluş” Türkiye devrimci hareketinin uzunca bir süredir gündemini meşgul ediyor. Yazıda hangi yapının bu kavramı nasıl ele aldığına elbette tek tek değinmeyeceğim. Kurumların ayrıca değerlendirilmesi bir bakış açısı oluşturmak açısından değerlidir ama Türkiye sosyalist hareketinin (TSH) gündemini işgal eden tartışmaları sandık-sokak gibi tek düze yaklaşımlar, kitleleri ilgilendirmeyen suni gündemler, kulis bilgiler veyahut da sürece yaklaşımların öznelci tahlil ve değerlendirmeler olmasından dolayı yazının amacı kendimizden başlayarak bağımsız bir özeleştirel yaklaşım geliştirmektir.
Öncülük etmek ve kitleselleşmek, TSH içerisinde tartışma konularının başında geliyor. Sosyalist hareketin bileşenlerini birbirinden ayıran temel politik kavramların ve o çizgilerin artık silikleşerek söylemde farklı olsa da eylemde aynı olduğu hepimizin malumu. Söylemde “Kurtuluş halkın kendi ellerindedir” diyerek halkın ellerini boş bırakmakla, pratikte faşizme karşı mücadeleyi seçim sonrasına ertelemenin arasındaki çizgi kıldan incedir. Bir anlayış reformizme öncülük ederek kitleleri etkileyebiliyorken bir diğeri devrimci bir perspektife sahip olsa da kitlelere öncülük etme kabiliyetine henüz sahip değildir.
Bugün de TSH’nin içerisinde yaygın bir halde bulunan öznel krizlerine baktığımızda gördüğümüz zayıf kitle bağları, niceliksel azlık, temel devrimci değer ve ilkelerden kitleselleşmek adına uzaklaşma, politikayı tarihsel bir bütünlük içerisinde ele almak yerine günü kurtarmaya yönelik pragmatik-popülist yaklaşımlar, işlevini yitirmiş örgütsel formlara karşı muhafazakarlık eğilimi ve yan yana gelişlerde sağ oportünist kayıtsız şartsız işbirliği buna alternatif olarak ise sol kapalı kapıcılık eğiliminin savunulması ilk akla gelenler olarak sıralanabilir.
Taksim Gezi Parkı eylemleriyle başlayarak Haziran İsyanı’na dönüşen günlerin 10. yıldönümündeyiz. 10. yıldönümü vesilesiyle Gençlik Filmleri Festivali ekibinin örgütlemiş olduğu “Cennet’in Düşüşü” adlı belgesel gösterimine katıldım. Salonun çoğunluğunu Haziran İsyanı sırasında daha liseye bile geçmemiş bir yaş aralığı oluşturuyordu. Belgeseli ilk defa izleyen belki de Haziran İsyanı’ndan havuz medyası dışında haberi olmayan bir kuşaktan bahsediyorum. Gösterim bittiğinde gözleri derin bir öfkeyle dolan salon birer sigara içip göz yaşlarını sildikten sonra belgesel üzerine konuşmak için oturdu. İlk alınan sözde vurgulananlar ise şunlar oldu: “Bunu izleyip de duygulanmayacak insan yoktur. Nasıl yaparız da bizim gibi bunu izleyen toplamlar oluştururuz”, “Bu kadar kitlesel ve kayıplar vermesine rağmen direngen bir halk isyanının kalıcı olarak bir şeyleri değiştirememiş?”
10 yıl sonra bile cevabı verilememiş ya da üzerine ne kadar düşünüldüğü belirsiz bir soruyla, bilmem kaçıncı yeniden kuruluş tartışmaları arasında, bilmem kaçıncı defa karşılaşmamız olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleştim. Bulunduğum yerden düşündüğümde, üniversitelerimizdeki kazanımla sonuçlanan yemekhane eylemlerinden (İÜ yemekhane eylemleri, 2020) Boğaziçi Direnişine (2021), oradan gece nöbetleriyle somutlanan barınma hakkı mücadelesi eylemlerine (2021-2022) kadar çok da uzun sayılmayacak bir tarih aralığında bile dünden bugüne elimizde ne kalmıştır diye düşündüğümde somut olarak bir şeyden bahsedemiyorum. “Titrek bir mum alevinin havaya bıraktığı bulanık bir is” de değildik oysa biz. Yaptığımız her bir eylem Türkiye devrimci hareketinin dinamit fitili olmak sorumluluğunun bir adımıydı. Amacımız her meselede bu devrimci bilinçle hareket edip yarını bugünden kurma perspektifiyle yaklaşmaktı…
Şimdi belgesel gösteriminde arkadaşlarımız tarafından ortaya konan sorulara bir cevap bulma ihtiyacı daha da derinden kendini hissettiriyor.
Soru 1: Nasıl yaparız da bizim gibi bu belgeseli izleyen toplamları genişletebiliriz?
Soru 2: Türkiye tarihinin en kitlesel halk ayaklanması nasıl olmuş da kalıcı olarak bir değişim yaratamamış?
İki sorunun da cevabını aramak için başvuracağımız temel kavramlar “öncülük etmek ve kitleselleşmek” olarak ifade edilebilir. Bir meseleye dair inisiyatif almak ve onu hedef kitleyle buluşturmak birinci sorunun cevaplanması için başvurulacak kavramlarken; farklı toplumsal katmanlardan milyonlarca insanın günlerce süren direnişinin bir yere varamaması öncülük kavramıyla tartışılabilir.
Basit bir belgesel gösterimi sonrası yapılan tartışma sırasında kişisel deneyimlerimizle özdeşlik kurarak bir arkadaşımızın zihnindeki düşünce süreci şöyle gerçekleşmiş varsayalım: “Ben Gezi Direnişi sırasında küçüktüm ve yeteri kadar bilgim yoktu. Bu belgesel sayesinde artık konu hakkında bir fikrim var. Benim gibi daha önce bu belgeseli izlememiş, Gezi Direnişi hakkında fikri olmayan insanlara ulaşmak ve bu yaşananları onların da bilmesini, bilinçlenmesini istiyorum.”
Arkadaşımız henüz bedensel olarak olmasa da zihinsel olarak bir şeyler yapmanın gerekliliğinin farkındadır. Praksisin gerçekleşmesi için adım atarak inisiyatif almak zorundadır. Fakat arkadaşımızı burada duraksatan öznel krizleri de olacaktır. Bir şeyler yapılmalıdır ama nasıl yapacağı, önüne çıkan engelleri nasıl aşacağı konusunda kafasında sorular vardır. Arkadaşımızın kafasındaki soru işaretlerini gidermesi, zihinsel yolculuğuna öncülük eden arkadaşların bu anda devreye girmesine bağlıdır. Gelişen krizli süreçlere dair devrimci bir perspektifin oluşturulması, bu perspektifin düzenli ve kararlı şekilde hayata geçirilmesi önemlidir. Bununla birlikte bu süreci, arkadaşlarımızın “iyi niyetine” havale edilmiş, kendiliğinden bir süreç olarak düşünme hatasına da düşmememiz gereken bir noktadayız.
“Peki şimdi bu belgesel gösterimini daha fazla insana nasıl ulaştırabiliriz?” sorusunun arkadaşımızın bilincini vardırdığı noktada, bunu hangi amaç doğrultusunda ve hangi araçlarla yapacağı konusunda, ilgi duyduğu ve bulunduğu alandan doğru teorik ve pratik anlamda beraber harekete geçmeliyiz. Amacımız, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına karşı duyarlı ve bu sorunlar karşısında bir şeyler yapmak isteyen arkadaşlarımızın sayısının artması. Bu doğrultuda araçlarımız ise arkadaşlarımıza bilinç taşımanın hem düşüncede hem pratikte örgütlü bir biçimde gerçekleşebileceğini kavratmalı, onları kapsayabilecek ve onları da aşabilecek bir formla örgütlenmeyi güvence altına almalı, insanların toplumsal sorunlara dair ilgisini çekecek, onları sorgulatacak teknik propaganda aygıtlarını etkin ve yetkin kullanmalı ve son olarak tüm öznel yeteneklerimizi bu örgütlü form içerisinde ilerletebilmeliyiz.
“Türkiye tarihinin en kitlesel halk ayaklanması nasıl olur da kalıcı olarak bir değişim yaratamamış?”
Arkadaşımız soruyu sorduktan sonra salonda hazır bulunan arkadaşlar olarak ilk önce birbirimize baktık ve hemen ardından gözlerimizi birbirimizden kaçırdık. Çünkü salonda ilk sorudan sonra herkesin verecek bir yanıtı, geliştirici bir önerisi vardı. Ama bu soruya salonda cevap verecek hazirun yoktu. Bu soru karşısında cevabı düşünmek için sağa sola, bazen birbirine bakan ilk insanlar toplamı da biz olamazdık. Ölçeği büyütüp baktığımızda Türkiye sosyalist hareketinde de durumun aslında bizim salondan pek bir farkı yok. Teşbihteki mübalağa indirgemeci bir yaklaşım olarak algılanmasın. Ama salonumuzda durum şöyledir: Aramızda Gezi’yi gören birkaç arkadaştan birisi Geziyi olabileceğin en ilerisi olduğunu söylerken, bir diğer arkadaş ise “sosyalist hareketin uzun sürecek yenilgi yıllarının başlangıcıdır” dediği; yaşıtım olan tabiri caizse milenyum kuşağından arkadaşların çocukken televizyonlardan izledikleri Gezi’yle örgütlendikten sonra anlayabildikleri Gezi’yi kıyasladığı; salonda geri kalan 2004 ve sonrası doğumlu arkadaşların hiçbir tartışmanın tarafı olmadan anlamaya çalıştıkları bir hal hakimdi.
Antik Yunan Mitolojisinde ölüleri Hades’e götüren kayıkçı Kharon bile gömülmemiş kişilerin ruhlarını taşımayı reddediyordu. Bu ruhlar Akheron ırmağının çevresindeki bir arafta kalıyordu. Ve ölen kişi gömülene dek ruhu bu arafta savrulup acı çekmeye mahkumdu.
Etkinlikten bir sonraki gün Gezi Direnişi’nin 10. yıldönümüydü. O gün kim neyi anmış, kim neyi hatırlamış, kim neyi kutlamıştı diye düşündük. Seçimler bitmiş, Cumhur İttifakı kesin bir galibiyetle sandıkları kapatmış ve muhalif kitleler derin bir mağlubiyet hissiyle baş başa kalmıştı. Bizim umudu yeşertmemiz lazımdı. Herkesin yenilgi psikolojisiyle içine kapandığı umudunu yitirdiği bir anda bizim umudu umutsuzluğun içinden yeşertmemiz lazımdı. “Umutsuzluğa kapılma Gezi’yi hatırla” pankartıyla gittik Taksim’e. Ölümsüzleşenlerin adlarını andık, umudu çağrıştıran sloganlarımızı yineledik ama Gezi Direnişine yaraşır bir eylemle anamadık. Sonra o bize açılan koridordan parça parça yumruklarımızı sıkarak çıktık alandan…
Antigone’yi hatırlayalım. Akheron ırmağının sularında bekleyen Gezi ruhunun ta kendisidir bugün. Ya Gezi’yi layıkıyla kavrayıp, anlatarak tarihimiz sayıp artık gömeceğiz ya da Gezi ruhu bu arafta savrulduğu müddetçe biz de onunla acı çekmeye devam edeceğiz.
Şimdi buyurun bu sonuçlar dahil olmak üzere, her şeyi yeni baştan tartışıp yenilgi görmemiş bir kuşağın her şeyi en baştan öğrenebilme yeteneğine güvenelim.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.