Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk’e seçim sürecine dair değerlendirmelerini, neden sandıkta bir adrese işaret etmediklerini ve somut olarak neye çağırdıklarını, neden ittifakların dışında kaldıklarını ve faşizme karşı anti-faşist güçlerin birliği konusunda ne düşündüklerini sorduk. “Biz işçi sınıfının bağımsız çıkarlarına yaslanan bir siyasetin gücüne, onun yıkıcı ve kurucu gücüne, halkın direniş potansiyeline, bizi en beklenmedik anda sarsıcı isyanlarla uyandıran sokağa ve bu sokağın başını tutan devrimci militanlara güveniyoruz” diyen Merttürk halkın diktatörü gönderme iradesinin sandığa sığdırılabilecek bir irade olmadığını belirterek sokakta aktif bir mücadele yürüteceklerini vurguluyor
Halkevleri nisan ayının ortasında bir açıklama yayımlayarak 14 Mayıs seçimlerine dair tutumunu açıkladı. “Halkevciler AKP iktidarını tarihin çöplüğüne göndermek, AKP iktidarını ülkenin başına musallat eden egemen sınıf politikalarının meşrulaştırılmasına ve bu iktidarın suç ortaklarının aklanmasına izin vermemek, halkın direniş eğilimlerinin pasifize edilmesini engellemek, halkın saldırılar karşısında savunmasız olmadığını göstermek, mücadelenin sürekliliğini kesintiye uğratmamak için kavga edecektir” denilen açıklamada, halkın diktatörü gönderme iradesinin devrimci siyaset için bir politik moment kabul edildiği vurgulanıyordu. Ancak oy pusulasında özel olarak herhangi bir adrese işaret edilmiyor, “Bizim görevimiz seçmen davranışının ötesinde bir mücadele eğilimini ifade eden toplumsal politik potansiyeli, seçim sürecine halkın bağımsız çıkarları doğrultusunda bir müdahalede bulunmak üzere örgütlemektir” deniliyordu.
Halkevleri Genel Başkanı Nebiye Merttürk’e seçim sürecine dair değerlendirmelerini, neden sandıkta bir adrese işaret etmediklerini ve somut olarak neye çağırdıklarını, neden ittifakların dışında kaldıklarını ve faşizme karşı anti-faşist güçlerin birliği konusunda ne düşündüklerini sorduk.
Son 10 yılın seçim süreçlerinde solun yaşadıklarının özeleştirel bir analiz konusu olduğunu belirten Merttürk, “Halk kesimleri Erdoğan iktidarından ve onun kurduğu düzenden kurtulmak ve kendi çıkarlarını savunduklarını düşündükleri adayları ve partileri güçlendirmek için rasyonel, stratejik oy tercihlerinde bulunacaklar. Ne var ki seçim sürecinin sol tarafında, mevcut seçim mantığını boşa çıkaran, halkın kolektif iradesine dayanan bir tavır ortaya çıkmadı. Düzlemin sol aktörleri iki egemen sınıf alternatifi arasındaki saflaşmanın belirlediği bir denkleme sıkıştı, seçim matematiği etrafında iç çelişkilere kapıldı. Biz oy verme eğilimini karşımıza almıyoruz, ancak seçim düzlemindeki sıkışmanın dışında bir adrese işaret ediyoruz” diyor.
“Bugün milyonlar sağlıklı koşullarda barınmaya, sağlıklı gıdaya, sağlığa, eğitime ve enerjiye ulaşamıyor. Bu anlamda kendimizi sorguladığımız asıl nokta bu koşullarda halkın savunmasız, örgütsüz bırakılmasıdır” diyen Merttürk, Halkevleri olarak neoliberalizme ve faşizme karşı örgütlü bir halk hareketinin inşasını temel görev bildiklerini, bu nedenle de halkın seçmen havuzuna indirgenmesini ya da sisteme karşı köklü tepkilerinin “sandığa hapsedilmesini” reddettiklerini vurguluyor.
Halkın diktatörü gönderme iradesinin de sandığa sığdırılabilecek bir irade olmadığını belirten Merttürk, “Demokratik bir ortamda, meşru bir iktidara karşı, adil bir seçim yarışındaymış gibi davranmayacağız. Sesimizi daha da yükselteceğiz” diyor ve Erdoğan’ın yenilgiye uğratılması için sokakta aktif bir mücadele yürütmek gerektiğini söylüyor.
Farklı kentlerde AKP’yi hedef alan sokak eylemlerinden örnekler veren ve bu çizginin ilerletilmesi çağrısını yapan Merttürk, “Bunlar anlık eylemler, tekil protestolar değil. Arkasında aylardır deprem bölgelerinde ve depremzedelerin göç ettiği mahallelerde yürütülen dayanışma ve yeniden inşa çalışmalarının, bu çalışmalar esnasında tanık olduğumuz halk öfkesinin ve birlikte yükselttiğimiz bağımsız taleplerin gücü var, enerjisi var” diyor.
Seçim tutumunuza dair açıklamanızda halkın diktatörü gönderme iradesini devrimci siyaset için bir politik moment kabul ettiğinizi vurguluyorsunuz ama herhangi bir adaya da işaret etmiyorsunuz. Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu geniş bir ‘AKP karşıtı’ muhalefet yelpazesinin desteğini almışken ve siz de “halkın diktatörü gönderme iradesi”ne bu kadar vurgu yaparken sandıkta somut bir adresi işaret etmemeniz bir çelişki değil mi? Bu tutum ‘halkın iradesine sırt çevirme’ ya da ‘siyasetin dışında kalma’ şeklinde de değerlendirilebilir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle belirtmek isterim ki iktidara geldiğinden bugüne AKP karşısında kesintisiz bir mücadele yürütmüş bir örgüttür Halkevleri. Kesintisizlik vurgusunu özel olarak yapmamızın çok temel bir sebebi var. AKP’yi iktidara getiren ve kurumsallaştıran dönemin asıl içeriğini ülkemizde neoliberal politikaların sürdürülebilirliğinin sağlanması ve yerleşik hale getirilmesi oluşturuyordu. 20 yıllık iktidar sürecinin ikinci yarısında ise neoliberalizmin krizinin yönetimi öne çıktı. Halkevleri 2002 yılından beri Avrupa Birliği’ne üyelik tartışmalarında da, Ergenekon operasyonlarında da, başkanlık sistemine geçiş sürecinde de neoliberalizme ve faşizme karşı mücadelenin birbirinden ayrılamayacağını söyleyerek, iç-içe birleşik bir mücadele hattı ile karşılık vermeye çalıştı. Bu temel bakış tüm bu süreçlerde bizlerin egemen sınıflardan gelen demokrasi, özgürlük, bağımsızlık vaatleri karşısında yalpalamadan, yanılgıya düşmeden kesintisiz bir mücadele izlememizin politik özünü oluşturmaktadır.
Eğer bu politik özü önemsizleştirir ya da görmezden gelirseniz politik kırılmaları, dönüşümleri kişilere indirgeyebilir, halkla iktidar bloku arasındaki çelişkiyi belirsizleştirirsiniz. Mesele seçim matematiğine, AKP karşısında %50+1 oy oranını yakalayıp yakalayamamaya indirgenir. Bu yaklaşım temel toplumsal çelişkileri örterek, sosyalist hareketi halkı ve işçi sınıfını temel alan devrimci bir çizgi inşasının tersine devrimci özneden kopartan ve değişimi salt reel politik düzlemde arayan bir pozisyona getirmiştir. Bugünlerde seçim odaklı siyaseti reddedenlere yönelik olarak çok duyduğumuz “siyasetsizlik”, “siyaset dışı kalma” gibi sözlerin bu kadar kolay sarf edilebilmesi de aslında sosyalist hareketin düzen-içileşmesinin ürünüdür. Tam da bu noktada kendimize sormamız gereken soru şudur: Kimin siyaseti ve hangi siyaset? Tabii ki bu sorunun cevabı solun, toplumsal muhalefetin bugünkü hareket noktasını, rejimin yapılanmasına ve sandığa bakışını da belirlemektedir.
Altını kalın bir biçimde çizmek gerekir ki bugün güçlü bir halk hareketinin, örgütlülüğünün olmadığı koşullarda bunları tartışıyoruz. Maalesef ülkemizde devrimci hareket bunu başaramamış, özellikle Haziran İsyanı’nın ardından birbirini tetikleyen bir dizi yenilgiler yaşamıştır. Bu gerçeklik bugün sosyalist hareketin iktidar karşısında aldığı pozisyonu belirlemektedir. 2013 Haziran’ında milyonların sokaklara taşan isyanını sıçratamadığımız, bu isyanı AKP iktidarı ve inşa ettiği gerici-neoliberal-faşist yapılanmayla gerçek bir hesaplaşmaya dönüştüremediğimiz ve sonrasında gelişen faşist terör karşısında bir yanıt üretemediğimiz için 10 yıldır seçim süreçleri yenilgi ve başarının kıstası haline gelmiştir. Seçim süreçlerine hapsolunmuş, sokak talileştirilmiştir. Nihayetinde seçim süreçleri halk tepkisinin, militan kitle hareketlerinin pasifize edildiği ve faşizmin kendini onardığı süreçler olarak yaşanmıştır. Yani yenildiğimiz için seçimlere hapsolduk, seçimlere hapsoldukça da yenilgimiz büyüdü.
Elbette bugün AKP-MHP iktidarını gönderme yönündeki güçlük istek önemli bir politik potansiyele işaret etmektedir. Ancak bu politik potansiyel bizi Ali Babacan ile, Meral Akşener ile, Ahmet Davutoğlu ile, Temel Karamollaoğlu ile aynı kategoriye sokan, sınıfsal içerikten yoksun bir AKP karşıtlığına indirgenemez ve belirtmek isterim ki bu potansiyel sandığa sığmaz. 21 yıllık iktidarı boyunca kendinden olmayan kimseye yaşam hakkı tanımamış, ülkeyi ekonomik, politik ve kültürel olarak geriletmiş bir iktidardan kurtulmak için geniş halk kesimlerinin karşısına çıkan en güçlü adaya meyletmesi, ondan bir kurtuluş beklemesi doğaldır. Rejimle gerçek bir hesaplaşmayı sonuna kadar ilerletecek bir devrimci hareketin olmadığı koşullarda kurtuluşun ana muhalefet partisinde görülmesi de doğaldır. Bu zaten ana muhalefet partisinin vaadi. Ana muhalefet CHP de bu vaadi “sağın birliğini” sağlayarak gerçek kılmaya çalışıyor.
Burada doğal olmayan sosyalist hareketin bu hesaplaşmayı sandık ve parlamentoyla gerçekleştirebileceğini düşünmesi.
Bunca toplumsal çöküntüye, zulme ve cinayete imza atmış bir iktidarı istifa ettirememek bizim özeleştirimiz olsun. Bu irade açığa çıkarılabilse ve güçlü bir sokak muhalefeti kurulabilseydi başka bir şey tartışıyor olurduk. Yüzbinlerin altında ölüme terk edildiği bir enkazın üzerine kurulacak sandıklara müsaade edilmesi Türkiye sosyalist hareketinin bugünü ve geleceğini belirleyen, memleketin kaderini belirleyen çok ciddi bir özeleştiri gerektirir. Biz bunları hiç konuşamıyoruz. Depremin birinci ayında önümüze konulan sandıklara hızla odaklandık ve hesaplara başladık. Bir adım geri çekilip kendimize şöyle bir dışardan bakabilsek aslında nasıl bir akıl-dışılığın içinde olduğumuzun fotoğrafı çok nettir. Öncelikle şimdiye kadar halkın “Hükümet istifa!” sözlerinde somutlaşan mücadele eğilimini daha ileriye taşıyamadığımız ve enkazın üzerine sandık kurulmasına müsaade ettiğimiz için başta kaybettiğimiz herkesten ve halkımızdan özür dileriz. Bunun sorumluluğu altında eziliyoruz.
Halkın siyasete katılım kanalları bu denli daralmışken, seçimlerin önemli bir gündem olması hele ki sosyalist hareketin yaşadığı gerilemeye bakacak olursak oldukça sıradan bir sonuç. Ancak burada anlaşılmaz olan, kendi siyasi çizgisinin eleştirisi bir yana Kılıçdaroğlu tek başına iktidara geliyormuş gibi, sağ bir koalisyon yokmuş gibi, bakanlıklar bile paylaşılmamış, yeni neoliberal uyum programları açıklanmamış gibi teslim olmuş bir sosyalist hareket. Burada sorun sosyalist hareketin kitlelerin eğilimlerine yön vermek yerine, kitlelerin eğilimleriyle savrulmasıdır.
Halkın diktatörü gönderme iradesi tek başına sandığa sığdırılabilecek bir irade değil. Seçimleri kaybetmeme pahasına neler yapabileceğini yakın geçmişte deneyimlediğimiz iktidar karşısında halkın sandıkta kullanacağı oyun kime ve nereye gideceğinden öte bir seçim stratejisinin olmamasıdır bugün sorun olan.
Yoksulluk ve hayat pahalılığı altında ezilen, her yanı şiddetle sarmalanan, ayrımcılığa uğrayan, hakkı yenen, emeği sömürülen, enkaz altında kalan milyonların direnme potansiyeli o denli pasifize edilmiştir ki 1 Mayıs gündem dahi olamamıştır. Tam da böylesi bir anda anlamlı bir direnişin taşınacağı 1 Mayıs ortamı göremeyişimiz asıl çelişkidir. Asıl çelişki kurtuluşun Millet İttifakı’nda olmadığını bildiği halde onun peşine takılan bir siyasetin parçası olmaktır.
Halkın seçmen davranışına indirgenemeyen politik potansiyeli derken neyi kastediyorsunuz? Somut olarak neyi örgütleyeceksiniz?
Kadın hareketinden kent ve ekoloji hareketlerine, emek hareketinden gençlik hareketine kadar, bugün için bir devrimci politik hareket olarak kendisini ifade edemese de halkın çeşitli kesimleri direniş eğiliminde, hareket halinde. Direnişin kaynağı da halk kesimlerinin neoliberal çöküntüye ve bu sermaye düzeninin sürekliliğini sağlamak için kurumsallaşan gerici faşist iktidar modeline tepkisi. Burada politik iktidar mücadelesine kör bir sosyal muhalefet dinamiğinden söz etmiyoruz. Gezi’de, Suriye savaşı sürecinde, şaibeli seçimler sonrasında, katliamlar sonrasında, en son da deprem sonrasında doğrudan iktidarı hedef alan, bu iktidarın ülkenin başından gitmesi gerektiğini haykıran milyonlardan söz ediyoruz. Bu milyonlara “Durun, seçimleri bekleyin” denmesini, bu ülkenin başından çoktandır gitmesi gereken AKP iktidarının kendisini hileli seçimlerle meşrulaştırmasını da kabul etmiyoruz.
Bugün tüm dünyada egemen sınıflar neoliberalizmin çöküntüsü karşısında alternatif bir model üretememenin sıkıntısını yaşıyor. Yine tüm küre temel hakları ve özgürlükleri için halkların birbirini izleyen isyanlarına tanıklık ediyor. Egemen sınıfların halk isyanlarına sebep olan çelişkileri çözebilecek kapasitesi yok.
Ülkemizde de bu süreç yoğun bir piyasalaştırma, mülksüzleştirme ve proleterleştirme süreci olarak yaşandı. Halkın tüm geçim araçları, en temel hakları gasp edildi. Bugün milyonlar sağlıklı koşullarda barınmaya, sağlıklı gıdaya, sağlığa, eğitime ve enerjiye ulaşamıyor. Bu anlamda kendimizi sorguladığımız asıl nokta bu koşullarda halkın savunmasız, örgütsüz bırakılmasıdır. Yakın tarih açısında da bakarsanız örneğin pandemide ya da depremde karşı karşıya olduğumuz gerçeklik budur. Pandemide “maske mesafe” çağrıları yapıp işçi sınıfını dip dibe üretime zorlarken bir maske bile dağıtamayan devletle, depremde bırakın enkazdan insanlarımızı çıkarmayı bir su bir çorba dağıtamayan devlet aynı devlettir. Bu iktidarın keyfiyetten yapmadığı bir şey değil. Neoliberal devlet budur. Halkın enkaz başındaki “Devlet yok” çığlığının sebebi de budur.
Tam da bu sebeple “kurtuluş halkın kendi ellerinde” diyoruz. Halkın egemen sınıf programları karşısında kendi bağımsız çıkarlarını ortaya koyan taleplerini dile getirmesi, bu talepleri için mücadele etmesi, faşizmin baskı ve şiddeti karşısında öz savunmasını örgütlemesi gerektiğini savunuyoruz. Emek ve hak mücadelelerinin, kadın mücadelesinin, gençlik mücadelesinin, depremin ardından yaşamı yeniden kurma mücadelesinin içinde, sınıf mücadelelerinin kanlı canlı gerçekliği içinde bunu örgütlemeye çalışıyoruz.
Kısacası Halkevleri olarak temel görevimiz neoliberalizme ve faşizme karşı örgütlü bir halk hareketinin inşasıdır. İşte bu noktada halkın seçmen havuzuna indirgenmesini ya da sisteme karşı köklü tepkilerinin pasifize edilmesini, “sandığa hapsedilmesini” reddediyoruz.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ilanından önce bu birliktelikten çekilmiştiniz. Herhangi bir seçim ittifakında yer almıyorsunuz. Birlik ihtiyacının bu kadar vurgulandığı bir dönemde neden ittifakların dışındasınız?
Başta bizim de dahil olduğumuz birliktelik, “ittifak” adını almadan ortaya çıkarken tüm demokratik güçleri kapsayan bir mücadele zemini yaratmayı hedeflediğini ortaya koymuştu. Ancak bu birliktelik bir mücadele ittifakı olamadı. Birlikteliğin sokakta bir karşılığı üretilemedi. Esas belirleyen seçim haline geldi ve sokakta karşılığı olmayan, gerçek bir toplumsal harekete yaslanmayan ittifakların seçim düzleminin bütün handikaplarını kendi içinde ürettiğini, egemen saflaşma karşısında bir üçüncü yol oluşturamadığını, genel olarak solu ve sol güçler arası ilişkileri güçlendiren değil yıpratan bir noktaya geldiğini gördük. Açıkçası burada kimsenin niyetini sorgulamadan odaklanmamız gereken bir neden sonuç ilişkisi var. Biz gerçek bir birliğin koşulu olarak gördüğümüz toplumsal mücadeleler alanındaki ortaklaşmalara odaklanıyoruz. “Direnişte birleşelim” derken de bunu kastediyoruz. Sol güçler eğer birlik zeminleri üretecekse bunu toplumsal mücadeleler içindeki birlik ihtiyacını ikincilleştirerek, gerçek bir toplumsal hareket ihtiyacını yadsıyarak yapamaz.
Faşizme karşı mücadelede, anti-faşist güçlerin AKP iktidarını göndermek için seçimlerde ortak tavır sergilemesi gerekmiyor mu?
Son yaşanan tartışmalarla birlikte şu artık herkes için açık hale gelmiş olmalı. Seçimde ortak tavır sergilemek ya da aynı seçim ittifakı içinde yer almak, örneğin bugün yine faşizmin şiddetlenen saldırısı altındaki Kürt halkı ile dayanışma anlamına gelmeyebiliyor. Aynı şekilde bu seçim ittifakının dışında yer almak da Kürt halkına sırt çevirmek, ona yönelik saldırılara kayıtsız kalmak anlamına gelmiyor. Faşizme karşı mücadele edenler toplumsal siyasal çatışmanın her alanında, mahallelerde, emek mücadelesinde, kadın mücadelesinde, hukuk mücadelesinde, basın özgürlüğü mücadelesinde omuz omuza veriyor. Faşizme karşı mücadelede anti-faşist güçlerle yan yana durmak devrimciler açısından bir alışveriş ilişkisi değil bir zorunluluk.
Elbette faşizme karşı mücadele, politik iktidar mücadelesinin ta kendisi. Elbette faşizm yıkılmalıdır ve devrimciler anti-faşist güçlerin birliği için çaba sarf etmelidir. Ancak bu mücadelenin öznesini, yerini, biçimini doğru tarif etmek gerekir. Faşizme karşı mücadelede seçimlere merkezi bir rol atfetmekte bir çarpıklık var. Düzen karşıtı güçleri düzen içi alternatiflere eklemleyen ya da kendi içinde ayrıştıran bir düzlemin, anti-faşist güçlerin birlik zemini olmadığını bu süreçte gördük. Biz işçi sınıfının bağımsız çıkarlarına yaslanan bir siyasetin gücüne, onun yıkıcı ve kurucu gücüne, halkın direniş potansiyeline, bizi en beklenmedik anda sarsıcı isyanlarla uyandıran sokağa ve bu sokağın başını tutan devrimci militanlara güveniyoruz. OHAL Vali Yardımcısı ile terörle mücadele polislerini kovan Hataylı depremzedelere, seçimleri beklemeden holdinglerin, bakanlıkların kapısına dayanan enerji işçilerine, eğitim emekçilerine, metal işçilerine, polis barikatının karşısına dikilen Kürt kadınlarına, baş eğmeyen özgür basın emekçilerine, yaşam alanlarımızda bir saldırı olduğunda şu ya da bu örgütten demeden barikatta omuz omuza verdiğimiz dostlarımıza güveniyoruz.
Peki Halkevleri, bu süreçte kitlesine sandıkta somut bir adres göstermeyerek serbest mi bırakıyor?
İllerde meclis toplantılarında ve sonrasında Genel Yönetim Kurulu’nda yürütülen tartışmalar sonucunda bütünsel ifadesini bulan Halkevleri seçim kararı ve tavrı aslında yaklaşık on yıllık bir mücadele sürecinin bütünsel derslerini de yansıtıyor. Bu, herhangi bir adaya ya da partiye oy verme çağrısı değil ama AKP’nin ve Erdoğan’ın yenilgiye uğratılması için sokakta aktif bir mücadele yürütme çağrısı. Öyle birbirimizi serbest bırakacak bir zamanda değiliz, aksine Erdoğan’dan ve kurduğu düzenden kurtulmak için oy vermekten fazlasının yapılması gerektiğini bilen devrimciler olarak bunu pratik olarak göstermek, örgütlemek gerektiğini söylüyoruz.
Halk kesimleri Erdoğan iktidarından ve onun kurduğu düzenden kurtulmak ve kendi çıkarlarını savunduklarını düşündükleri adayları ve partileri güçlendirmek için rasyonel, stratejik oy tercihlerinde bulunacaklar. Ne var ki seçim sürecinin sol tarafında, mevcut seçim mantığını boşa çıkaran, halkın kolektif iradesine dayanan bir tavır ortaya çıkmadı. Düzlemin sol aktörleri iki egemen sınıf alternatifi arasındaki saflaşmanın belirlediği bir denkleme sıkıştı, seçim matematiği etrafında iç çelişkilere kapıldı. Biz oy verme eğilimini karşımıza almıyoruz, ancak seçim düzlemindeki sıkışmanın dışında bir adrese işaret ediyoruz.
AKP eliyle uygulanan 21 yıllık politikaların ülkemizi nasıl bir enkaza çevirdiğini teşhir etmek, hesap sormak gerektiğini söylüyoruz. Milyonların istifaya çağırdığı bir kişi ve bir parti olarak Erdoğan ve AKP’nin gayri meşru olduğunu her yerde ilan etmek, ülkeyi toplamda AKP’nin fikrinden kurtarmak için mücadelenin kritik önemde olduğunu söylüyoruz. Elbette görevimiz teşhir ve hesap sorma iddiası ile sınırlı bir şey olamaz. Ülkenin yeniden inşasında halkın bağımsız çıkarlarının önde tutulması için halkın taleplerini yükseltiyoruz. Halkın bu yeniden inşa sürecinde etkin bir özne olabilmesi için hak alma ve özsavunma eylemlerini örgütlemeye ve halkın örgütlü gücünü büyütmeye çalışıyoruz.
Tıpkı öncesinde olduğu gibi seçim gününde de sokakta olacağız, mahallelerimizi buna uygun örgütleyeceğiz. Halkın demokratik haklarının gaspı yönündeki girişimlere karşı aktif bir direniş çizgisi içinde olacağız.
Kocaeli’nde Halkevciler, Tayyip Erdoğan şehre geldiği zaman yoluna çıkıp “Ölülerimizin üstünde sandık kurmanıza izin vermeyeceğiz” diyerek yürüdü. Ankara’da üniversiteli arkadaşlarımız Erdoğan’ın ziyaret edeceği alanda “Sanma ki hesap vermeden gideceksin Erdoğan” pankartıyla karşıladı. Okmeydanı’nda arkadaşlarımız “Halkımızı enkaz altında bırakanları tarihin çöplüğüne göndereceğiz” diyerek AKP seçim aracını mahalleden kovdu. Demokratik bir ortamda, meşru bir iktidara karşı, adil bir seçim yarışındaymış gibi davranmayacağız. Sesimizi daha da yükselteceğiz. Bunlar anlık eylemler, tekil protestolar değil. Arkasında aylardır deprem bölgelerinde ve depremzedelerin göç ettiği mahallelerde yürütülen dayanışma ve yeniden inşa çalışmalarının, bu çalışmalar esnasında tanık olduğumuz halk öfkesinin ve birlikte yükselttiğimiz bağımsız taleplerin gücü var, enerjisi var.
Halkevciler bir yandan sorumluları teşhir ediyor, hesap soruyor, diğer yandan yeni bir yaşamı inşa ediyor. O yeni yaşamın ilkelerini, olmazsa olmazlarını, şartlarını ortaya koyuyor. Bir mücadele örgütü olmanın, yeni bir yaşamın taleplerinin peşini bırakmamanın somut adresi olan Halkevleri, sokağı adres gösteriyor. Burada bir sandık-sokak karşıtlığı değil, ayakları üstüne oturtulması gereken bir diyalektik ilişki olduğu da görülmeli. Halkın bağımsız çıkarlarını savunanlar sokakta ne kadar aktif olursa, iktidarın seçim sürecindeki olası hile, saldırı ve manipülasyonları karşısında ilerici muhalefet güçlerinin eli o kadar güçlü olacaktır. Sokağı boş bırakma lüksümüz yok, böyle bir serbestliğimiz yok.