Çok zaman geçti. Ama bilinmelidir ki bir kısmı hakikaten özlemle anılması gereken o eski Türkiye’nin önemli bir parçası hiç özlem duyulacak gibi değildi
Eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, geçen hafta hayatını kaybetti.
Saygıyla ananlar, Gülen ve cemaati hakkında dava açan ilk kişi olması nedeniyle kahramanlaştıranlar, eski Türkiye güzellemeleri yapıp da yapılanları unutanlar…
Bir zaman yolculuğu gerekiyor bugüne dair her bir satırı anlamak için… Hakikaten ön yargılardan sıyrılıp, derin bir nefes alınarak çıkılacak bir zaman yolculuğu…
Yüksel, sıradan bir savcı değildi. “DGM Savcısı” sıfatını da sonuna kadar hak ediyordu. Ankara’da öğrenci olup da YÖK’ün kuruluş yıldönümünde, 1 Mayıs’ta sokağa bir adım atmış hemen her genç, en az bir kez önüne gelirdi. Rafları her zaman dosya doluydu. Zira basına yansıyan hemen her iddiayla ilgili olarak bir gazeteci mutlaka Yüksel’e soru yöneltir, Yüksel de mutlaka, “soruşturuyoruz” yanıtını verirdi. Dosya dediğin bir gazete kupürü, iki sayfa evrak, Yüksel’e göre bunlar soruşturmaya yeterdi.
Sadece gazetecilik için yanına sıkça gidenler vardı. Bir de “jurnal” için gidenler. Jurnallenenler ise gidemezdi elbette.
Kimi nereden edindiği “malum” bir kaset götürürdü savcıya, kimi meslektaşlarını “terörist” diye ihbar ederdi. Yüksel, bütün bunlara göre hareket tarzını belirlerdi.
Ama en çok askerden gelen talepleri önemserdi. Yüksel’in asker sevgisi ve saygısı iyi bilinirdi. Ve onlardan gelen talepleri kırmadığı…
Birtan Altınbaş, 1991’de, işkenceyle öldürülen Hacettepe Üniversite öğrencisiydi. Tam 8 yıl boyunca dosyası sürüncemede kalmış, ardından Danıştay kararıyla işkenceci polisler hakkında dava açılabilmişti. İşkenceci polislerin mesleklerinde yükseldikleri, Başbakanlık’ta, Cumhurbaşkanlığı’nda “danışman” sıfatı kazandıkları bir dönemde.
Dava sürüncemede kalmıştı zira Yüksel, daha 1991’de Altınbaş öldüğünde görevi olmamasına rağmen işkence soruşturmasına el atmış, dosyayı kapatmıştı. Ve açılması birkaç avukatın inadı sayesinde mümkün olmuştu.
12 Eylül’ün cuntacı lideri Kenan Evren‘in altın saatle ödüllendirdiği ekipte yer alan işkenceciler, uzun ve skandallarla dolu yargılamadan sonra hapse mahkûm edildiklerinde de Yüksel oradaydı. Makam aracı ile polisleri yarı açık cezaevine kadar götürdü, tahliye edildikleri güne kadar ilgisini eksik etmedi.
Zira işkence Yüksel için normaldi. Bir savcının işkenceyi soruşturması beklenirdi ancak Yüksel’in işkenceli sorgulara bizzat katılıp gözlemde bulunduğu da bilinirdi. Polisler de işkenceyi bilirdi, öğrenciler de Yüksel de… “Münferit” dedikleri sistematik işkence, bilinen sırlardan biriydi.
Haziran 1999’da Fetullah Gülen‘in devletin nasıl ele geçirileceğine yönelik konuşması yayınlandı televizyonda. Ertesi gün Yüksel, “İnceliyorum” dedi. Gülen ise çoktan ABD’ye gitmişti. Yüksel, gıyabi tutuklama istedi. Avukatları ise Gülen’in tıbbi zorunluluk nedeniyle ABD’ye gittiğini bildirdi. Koroner kalp hastalığı, şeker, hipertansiyon nedeniyle çok önceden ABD’den tedavi için davet almıştı. Ve hâlâ “şifa” bulamamıştı. Avukatlara göre örgüt kurduğu iddiaları saçmalıktı. Gülen, “Alperen” olarak sadece fedakârlık yapmayı öğütlüyor, ilham alanlar bir araya geliyordu. Verilen tutuklama kararı kısa sürede kalktı. Ancak Yüksel kararlıydı.
Gülen hakkında dava açtı, ikinci aşamada ise planına göre Gülen’e bağlı kurumlar olacaktı.
İddianameye göre örgüt, devletin tüm kadrolarına sızacak, yürütme ve yasama ile yakın ilişki kuracak, hedefine yürüyecekti. Ve zaten devlete çoktan girmişti. Yüksel’e göre bu hedefin önünde tek engel vardı; Türk Silahlı Kuvvetleri. İlk duruşmada avukatların elinde eski cumhurbaşkanlarından başbakanlara, genelkurmay başkanlarından bakanlara kadar uzanan, Gülen hakkında övgü dolu sözlerin yer aldığı bir dosya vardı. Yargılama sürerken ise “skandal” patladı. Kemalist kimliğiyle bilinen bir dernekte yapılan aramada nasılsa Yüksel’in “görüntüleri ele geçirildi”. Ortalık birbirine girdi. Yüksel, devre dışı kalmıştı, bir devir kapanıyordu, adaletten söz eden ise sadece “düşman” gördükleri kalmıştı.
Bütün bunlar olurken önüne gelene dava açmıştı, öğrenciler teröristti, vakıflar ve hak savunucuları ajan… Yüksel’e göre dünyasından olmayan kim varsa düşmandı.
Ankara 2 No.lu DGM’de görülen Gülen davası Şartla Salıverme Yasası kapsamına alınarak ertelendi. Gerekçeli karar enteresandı.
Gülen’in ABD’ye tedavi için gittiği süreçte hasta hasta örgüt yönetemeyeceği belirtiliyordu, örgüt varsa bile faaliyetlerinin 1999’da bittiği için davanın erteleme kapsamına alınması gerektiği. 2003’te verilen erteleme kararı yeterli gelmemişti. 2006’da Gülen’in avukatları beraatini istedi. Mahkeme önce Emniyet Genel Müdürlüğü’ne sordu. Hayır, böyle bir örgüt kayıtlarda yoktu. Sonra tam 31 emniyet mensubu örgütün olmadığına dair tanıklık yaptı.
Aksine, Gülen radikal İslamcılar tarafından tehdit ediliyordu onlara göre. Beraat etti.
Laiklik hassasiyeti sürekli gündeme getirilen Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 2007’de oybirliğiyle onama kararı verdi. Aynı yıl, aynı daire, taş atan 11-12 yaşındaki çocukların devleti yıkacak nitelikte suç işlediğine de karar verecekti. Beraat kararını Yargıtay’a taşıyan savcı ise bir ses kaydıyla sürgüne gönderilecekti. Ertelemeden sonra gelmeyen Gülen, beraatten sonra da Türkiye’ye dönmedi. Dönmedi ve 2007’de soruşturmalar başladı. Ergenekon, Balyoz ve diğerleri.
Gezi yaşandı, çocuklar öldü, sokaklarda kalpleri kaldı. Bütün hayatı boyunca sokağa çıkanları “terörist” sayan Yüksel de “anlamamış” bir kitapla sokağa çıkanları alkışladı.
Çok değil 3 yıl sonra, Yüksel’in itinayla koruduğu bazı polislerin çok yakınları 15 Temmuz darbe soruşturmasında FETÖ ile ilişkilendirilip tutuklanacaktı.
Alman vakıflarını ajanlıkla suçlarken ABD Büyükelçisi’nin çağrısıyla boyutlanan altın madeni konusunda bir soruşturma açıp, Eurogold firmasının davetlisi olarak ağırlanan Yüksel’in çelişkisi devam etti.
Savcılığı bırakıp avukatlığa başlayan Yüksel, Gülen cemaati ile ilgili açılan “Muğla Çatı Davası”nın bir numaralı ismi Sami Çoban‘ın vekaletini aldı. Kısa Dalga’dan Ersan Atar‘ın haberine göre bunu da Çoban’ın itirafçı olmasına bağladı. Vekalet ücretinin de 5 milyon lira olduğu öne sürüldü. Deniz Baykal‘a kumpas kurulmasına ilişkin davadaki polislerden biri de vekaletini Yüksel’e vermişti.
Çok zaman geçti. Ama bilinmelidir ki bir kısmı hakikaten özlemle anılması gereken o eski Türkiye’nin önemli bir parçası hiç özlem duyulacak gibi değildi.
Türkiye, sandık demokrasisinin söz konusu olduğu bir ülke. Azımsanacak bir kavram değil sandık ancak demokrasi bununla sınırlı değil. Ancak iktidar, bütün ülkeyi, demokrasinin sandıkla sınırlı olduğuna inandırmış görünüyor. Seçime katılımın yüksekliği de sandık demokrasisinin sürebilmesinin en büyük nedeni, en önemli meşruiyet aracı.
Seçime bu kadar kısa süre kalmışken ve elde kalan yegâne araç sandıkken, “seçimler darbedir”, “meşru değildir”, “iktidarı değiştirmek istiyor” sözleri havada uçuşuyor. Bir algı yaratılıyor ve bu toplumun kimyasıyla oynanmak isteniyor. Madem savcılardan söz ediyoruz, yargının hem seçim öncesi hem seçim günü hem de sonrasında bu konuda görevli olduğunu da anımsatalım. Zira asıl darbe seçim değil, sandığın güvenli bir ortamda kurulmaması, sonuçların meşru ve geçerli sayılmaması.
Diyarbakır’daki gazeteciler, Ankara’daki gazeteciler, İstanbul’daki gazeteciler tutuklamakla bitmedi.
Son olarak sevgili meslektaşlarımız Sedat Yılmaz ve Dicle Mütfüoğlu tutuklandı. Daha birkaç gün önce aralarında Abdurrahman Gök, Beritan Canözer‘in de olduğu gazetecilerin tutuklanmasına tanıklık etmişler, günlerce adliyede bekleyerek haberleri aktarmışlardı.
Yılmaz ve Müftüoğlu, saatler süren bir yolculukla Ankara’ya getirildiler. Ardından gözaltı süreci başladı.
İki temel soru var ortada… Kaçmayan, göçmeyen, yıllardır ısrarla bu ülkede gazetecilik yapan insanlar, ifadeye çağrılsalar, bütün bu video klipler, terörist avlıyor görüntüleri olmasa ne eksilir?
Ve daha önemlisi, daha önce ortaya atılan ve yanıtsız bırakılan soru… Bu gazetecilerin tamamına yönelik iddialar nasıl oluyorsa birkaç ayda bir gündeme geliyor. Her biri son beş yılda defalarca gözaltına alındı, tutuklandı, sorgulandı. Nasıl oluyor da bu gazetecilerle ilgili dosyalar bitmiyor, ne ara hangi faaliyette bulunuyorlar da bir türlü bu yapılanlardan kurtulamıyorlar? Bu döngünün asıl nedeni ne?
Hizbullah operasyonlarının yapıldığı dönemde, en çok gündeme gelen isimlerden biriydi Mehmet Emin Alpsoy.
Hizbullah’ın üst düzey yöneticilerinin büyük bölümü zaten uzun tutukluluk gerekçesiyle tahliye edilmişler, ömür boyu cezaevinde kalmaları gereken Hizbullahçılar, tahliyeden sonra kaçıp gitmişlerdi. Halen aranıyor görünüyorlar.
Alpsoy, geriye kalan üst düzey birkaç isimden biriydi.
Elbette kim olursa olsun, ağır sağlık koşulları söz konusuysa tahliye edilmeli, insani koşullarda tedavisi için imkân yaratılmalı, kuşku yok.
Ancak ideolojik bir gözlükle bakarak, bir tarafı tahliye edip, bir başka tarafa mensup olduğu iddia edilen insanları, garip sağlık raporlarıyla cezaevinde tutuyorsanız adaletten söz etmek de mümkün olmuyor.
Bu çifte standart sürekli işliyor. 2018’de de Hizbullah militanlarının, Anayasa Mahkemesi’nin PKK dosyasından yatan biriyle ilgili bir karar esas alınarak bırakıldığını anımsatalım. Üstelik AYM’ye başvuru yapan kişinin tahliye talepleri defalarca reddedilirken…
Kaynak: T24
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.