THKO militanları işte Nurhak dağlarına çıkmadan önce, Hüseyin İnan’ın tavsiyesiyle Çağşak’a uğrayıp, Terzi Hüseyin’i buluyorlar ve bu buluşmayla harlanan sosyalizm kavgası, bir ömür boyu onca acılar ve gönül kırgınlıklarına rağmen kesintisiz sürerek, yakalandığı illet bir hastalığının sonucu, doğduğu topraklara omuzlar üzerinde büyük bir gururla yeniden geri dönüyor…
Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.
Hüseyin Altun… Tartışmasız, bilcümle herkesin “Hüseyin abisi”… Nam-ı diğer Terzi Hüseyin… Bir rivayete göre 1945 doğumlu, büyük abisine göre ise 1946’lı. Kayseri-Sarız’ın Çağşak köyüne kayıtlı. Nüfusunun tamamı Kürt Alevilerinden oluşan, sırtını dağlara yaslamış Cemal Süreya’nın deyişiyle, “eşkıya güzelliğinde” bir dağ köyü Çağşak…
On yıllar sonra yolum bir kez daha kesişiyor Çağşak’la. Otobüsteyim. Kayseri-Germir’den geçerken bir Ermeni türküsü takılıyor aklıma. Sol yanıma bakıyorum birden, bomboş… Bu sefer sadece “müjgan” var yanımda.
Sabahın ilk ışıklarıyla Sarız’a geldiğimde, hiç vakit geçirmeden beni bekleyen arkadaşımın taksisine binip, bazı yerleri bozuk bir asfalt, bazı yerleri toprak, çamur, dar bir yoldan hemen Çağşak’a doğru tırmanıyoruz.
Çağşak, Sarız’a yaklaşık birkaç kilometre … Dağ eteklerinde hep dört mevsim kar… Uzaktan bakınca toprak damlı evleriyle bir kuş yuvası gibiydi eskiden. Şimdi ise evlerin çoğu dağların eteklerine yayılıp hepsi betonarme olmuş, kuş yuvasını andıran o eski sıcaklıkları artık kaybolmuş. Kürdilihicazkâr bir hüzün kaplıyor ister istemez içimi.
Oysa o toprak damlı evlerde analar, onca sancı ve sıkıntılar içerisinde neler doğurmamış ki. Hüseyin İnan bunlardan biri işte. Hem de Terzi Hüseyin’in çocukluk arkadaşı… Beraberce büyümüşler, sığırtmaçlık yapmışlar bu topraklarda. Yaşadıkları coğrafyanın tüm özellikleri sanki hücrelerine, karakterlerine, ruh hallerine sinmiş. Daha sonra “Deniz’in Mavisi” karışmış bu resme…
Ve bu resim, giderek yıldızları çok bol ve parlak bir Van Gogh tablosu gibi, muhteşem bir “Yıldızlı Gece”ye dönüşerek, en güzel şiirler, ağıtlar ve türküler onlara yakılmış, memleketin dağlarına taşlarına isimleri kanla kazınarak, yeni doğan çocuklara hep onların isimleri verilmiş.
Köy içerisinden geçerken “Cemevine gidelim” diyor yanımdaki arkadaş. “Hüseyin abinin cenazesi oradan kaldırılacak.”
Cemevindeki kalabalık ise hemen dikkatimi çekiyor. Cenaze için yurtdışından gelen epey insan var. Çoğu İngiltere’den ve Almanya’dan. Bahçede koşuşturup duran çocuklara kulak misafiri oluyorum, neredeyse hepsi Almanca ve İngilizce konuşuyor. Kürt kadınları ağıtlar yakıyor bir yandan. Gözlerim kadınlar arasında Zeliha ablayı ararken, Hüseyin abi cemevinde son kez vedalaşıyor arkadaşları ve dostlarıyla. Sıra bana gelince, her zaman olduğu gibi yine mütevazı…
“Yaşandığı gibi yaz ardımdan her şeyi!” diyor. “Bu dünyaya benden geriye yalan yanlış, eksik gedik, hiçbir şey kalmasın!”
Ve cemevindeki bu “helalleşme ritüeli”nden sonra, Hüseyin Abi’nin tabutu büyük bir gururla omuzlara alınıp, kalabalık bir halde mezarlığa geldiğimizde, kadınlar ağıtlar yakmaya devam ederken, ben yine dalıp gidiyorum Hüseyin Abi’ye….
Yıl 1971… Aylardan şubat ya da mart olmalı. Çağşak’ta bir gece vakti. Köyde elektrik falan yok. Gece sessiz ve karanlık. Çakalların ulumaları geliyor çok uzaklardan, bir de köydeki köpek havlamaları. Köylüler çoktan derin bir uykuya daldıkları halde Terzi Hüseyin’in kapısı o saatlerde birden çalıyor. Uykusundan kalkıp kapıyı hafifçe aralıyor Hüseyin Abi.
“Hüseyin İnan’ın çok selamlarını getirdik size!” diyor birisi…
Ve kapı sonuna kadar açılıveriyor, Zeliha abla bir çay suyu koyuyor hemen ocağa….
Evine gelen misafirler gibi, Terzi Hüseyin de daha çok genç o zamanlar… Zeliha ablayla yeni evlenmiş üstelik. Bir selam her şeye yetiyor ve evine zamansız gelen bu eşkıyalara Hüseyin abi, günlerce bin bir zahmet içerisinde kalın çadır bezlerinden ilk gerilla elbiselerini dikiyor.
Çağşak, bir “Eşkıyalar yatağı” yani. Hem de tüm eşkıyaların gönül rahatlığı içerisinde sorgusuz sualsiz tüfek çattıkları, aynı zamanda bir “uğrak yeri”…
THKO militanları işte Nurhak dağlarına çıkmadan önce, Hüseyin İnan’ın tavsiyesiyle Çağşak’a uğrayıp, Terzi Hüseyin’i buluyorlar ve bu buluşmayla harlanan sosyalizm kavgası, bir ömür boyu onca acılar ve gönül kırgınlıklarına rağmen kesintisiz sürerek, yakalandığı illet bir hastalığının sonucu, doğduğu topraklara omuzlar üzerinde büyük bir gururla yeniden geri dönüyor…
“Gracias a la vida!”
Ver elini önce Nurhak dağları…71 Mayıs’ının 31’i. Kadir, Sinan ve Alpaslan…
Böyle kalır sanma devran/Yola devam eder kervan/Öldü Sinan doğdu Taylan/Omuzladı silahını…
Nurhak’taki bu çatışmalardan ardından bölgede başlayan yoğun gözaltı ve tutuklamalar… Zeliha abla henüz yeni doğurmuş Kahraman’ını. Hüseyin abi, “yardım yataklık”tan Maraş-Elbistan’da hemen gözaltına alınıp yoğun işkencelerden sonra, Ankara’daki kötü ünlü Mamak Cezaevi’ne götürülüyor. Çocukluk arkadaşı Hüseyin İnan da orada. Ve son olarak birlikte geçirdikleri mahpushane günleri… Sonra Malatya-Akçadağ’da sürgün yılları… Küçük Kahraman’ı ile birlikte Zeliha abla Hüseyin abinin yine yanında… İnan doğuyor bu kez.
Sürgün yılları ’74 affıyla birlikte bitiyor ve Hüseyin Abi bu sefer maaile tası tarağı, makası toplayıp, İstanbul’a yerleşiyor. Kaldığı yerden bir yandan örgütlü sosyalizm kavgası, diğer yandan yakasını bırakmayan geçim derdi. Ve Gedikpaşa’da ilk terzi atölyesi… Zeliha abla Meryem’ini doğuruyor bu defa, hınk deyip kendi burnundan düşmüş gibi…
Ve ’77 yılları…THKO’da hiç beklenmeyen bölünme ve Hüseyin abinin muhalefet saflarında başlayan çoğu zaman örgütlü, bazen örgütsüz, ölümüne kadar kesintisiz sürdürdüğü ve gönül verdiği TİKB’li yılları…
Başlangıçta süreç ve ayrılık çok sancılı. Devrim ufkundan çok uzak, iki örgüt arasında yaşanan bir “fetret dönemi” sanki. Üzerimize üzerimize, “karşı devrimci hizip” diye geliyorlar ve karşılıklı bitmeyen kavgalar, aramızda aylarca süren keskin çatışmalar…
İlk pusu Bahçelievler’de Ali Algül’e kuruluyor. Ali, daha 19’unda… Terzi Hüseyin’in yetiştirmesi, akrabası üstelik. Tığ gibi bir delikanlı, çiçeği burnunda delifişek bir devrimci. Yaralananları saymazsak, aramızdaki bu karşılıklı çatışmalarda toplam 6 kişi ölüyor. İnanın; her biri yangın yeri, birer Ali gibi…
Hamit abi ise onlardan biraz daha yaşlı, daha olgun bir delikanlı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in çok yakın arkadaşı. Büyük fabrikaların örgütleyicisi ve en mahir pres ustası. Emayetaş ve Erka Balata’nın yanısıra, Bahçelievler semtinin de “Komünist Hamido”su…
’79 Kasımının son günleri olmalı… Ali’yi topluca Çağşak’a getirip, burada toprağa veriyoruz.
Çağşak dipten doruğa çok örgütlü o zamanlar, üstelik tüm köylüler Halkın Kurtuluşu Gazetesi’nin sırılsıklam birer okuyucusu. Hatta aramızda ufak tefek sürtüşmeler oluyor yine. Fakat Terzi Hüseyin hemen yatıştırıyor ortalığı.
Gedikpaşa’daki terzi atölyesi o sırada gittikçe büyüyor. Neredeyse 20-25 kişi çalışıyor yanında. Eğer o zamanlardan Hüseyin abi o atölyeye asılmaya başlasa, bugün memleketin en meşhur tescilli bir tekstil firmasının sahibi olması, işten bile değil. Fakat onun aklı fikri, gönlü hep nehrin batı yakasında. Parada pulda hiç gözü yok. Birileri gibi ne mevki ne de rütbe umurunda.
Koşturup duruyor oradan oraya, nerede bir eksiklik varsa Hüseyin abi hep orada. Evi zaten öteden beri bir “eşkıyalar yatağı.” Kimin başı sıkışsa ya da dar da kalsa, evinin kapısı her zaman sonuna kadar açık. Sırtını yasladığı bir dağ gibi, nasıl olsa hep Zeliha abla var yanında.
Ve Bahçelievler’deki o kavga ve çatışmaların sonucu, devletin bölgede yoğunlaştırdığı o gece operasyonları… Sürekli basılan evler ve gözaltılar…Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de karşı tarafın sekiz sütuna manşetten gıyabımızda aldığı ölüm kararları…
’79 yılının son günleri… Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’nde Hüseyin abiyle bu kez işkence odasında beraberiz. Görece çok ağır yapılan işkenceler. Semtten toparladıkları arkadaşlar arasında işkenceye dayanamayıp konuşanlar var aramızda. Ve ardı arkası kesilmeyen yüzleştirmeler. Kızılcık sopası, elektrik falan derken, kanlar içinde parçalanan makadım… Bu sefer Hüseyin abi karşımda. Yapılan tüm işkencelere rağmen tık yok! Tıpkı bir şiir gibi direniyor o eşkıya ruhuyla.
Ardından tutuklanmamız… Selimiye, Sağmalcılar derken, Sultanahmet Cezaevi’nde kapımızı çalan o zalim 12 Eylül günleri…
Hüseyin abinin vücudu artık kendisine isyan etmeye başlıyor. Tüberküloz… Fakat cezaevindeki direnişin yine önde gidenlerinden biri. Görüşmecisi ise hiç eksik değil. Zeliha abla her hafta getirdiği tertemiz çamaşırlar ve özenle yaptığı pasta, böreklerle bu kez tel örgülerin arkasında. Ziyaret mahalline bazen Hüseyin abiyle beraber çıkıyoruz. Canım böğürtlen reçeli istiyor, hiç çekinmeden söylüyorum Zeliha ablaya. Kendi elleriyle yapıp getirdiği o böğürtlen reçelinin tadı bile, inanır mısınız hâlâ damağımda.
Ve ’81 yılının Haziran ayı… İki yıl tutukluluğunun ardından Hüseyin abi beraat edip dışarı çıkıyor. Yenilgi yılları henüz yeni başlamış. Sel gitmiş, kumu kalmış gibi. O günlerde hiç arayıp soran da yok Hüseyin abiyi. Tesadüfen o sıralar eski bir arkadaşıyla karşılaşsa da aldığı cevap karşısında gönlü kırılıyor bu kez.
Üstelik arkasında hep polis takipleri. Gedikpaşa’daki atölye de bu arada darmadağınık. Çocuklar da büyüyor bir yandan. Yapayalnız ve çaresiz. O koşullarda akla yatkın tek çözüm var, maaile yurt dışına çıkmak… Kahraman’ı ülkede bırakıp, böylece başlıyor Hüseyin abinin İngiltere’deki gurbet yılları…
Gönül kırgınlıklarına hiç aldırış etmeden, kaldığı yerden sosyalizm kavgasına yine devam ediyor.
Chester, Bristol, Oxfort, Torquay, Liverpool ve ayaza kesen o Londra günleri… Bir ilişkiden diğer bir ilişkiye hep koşturup duruyor. Evi yine eskisi gibi. Konuksuz ve misafirsiz neredeyse gün geçmiyor. İşte böylesi bir ev ortamında büyüyor çocuklar. Kahraman, Meryem ve İnan… Sonra Musa katılıyor aralarına.
Bitmek bilmeyen tartışmalar, toplantılar ve konferanslar…Ve Fransa’da her yıl düzenlenen geleneksel bağ bozumu günleri. Çalışma koşullarının zorluğuna rağmen, Zeliha ablayla birlikte Hüseyin abi bu tür günlerin de bir gediklisi. Tarlada bu kez üç kuşak bir arada, yan yana. Aralarında hiç bir yaş farkı yokmuş gibi.
Ve rüzgar gibi geçip giden o yıllar… ’90’lara geldiğimizde Kahraman artık 19 yaşına basıyor. Ne de olsa “babasının oğlu.” Adı üstünde, ele avuca sığmıyor. Bir DHKPC militanı, bir ateş parçası sanki. Kahraman, ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in Türkiye’ye gelişini protesto etmek amacıyla İzmir’de Amerikan Elçiliği’ne bomba atarken bombanın erken patlaması sonucu hayatını kaybediyor. 2000’li yıllarda Meryem geliyor ardından, o da ölüm orucunda…
Taştan, demirden değil ki insan vücudu. Tüm bu acılara nasıl dayanacak?
Ateş hep düştüğü yeri yakıyor. Yakmakla kalmıyor üstelik. Üzerinden yıllar geçse de her zaman kızgın bir torna makinesi gibi, insan yüreğini sürekli dağlayarak delik deşik ediyor ve vücudunun güçsüz düştüğü bir anda, değişik hastalık biçimleriyle insanı en zayıf halkasından yakalıyor.
Hüseyin abiyi tanıdığımdan beri zaten vücudunun en zayıf halkası midesiydi. Kanser denilen o illet gelip işte bu zayıf halkaya yerleşiyor.
Uzun uğraşlar, ameliyatlar, İngiltere-Türkiye arasında gidip gelmeler ve yıllarca süren tedaviler… Ve her karşılaştığımızda hiç kaybolmayan o umutları, çıkık elmacık kemikleriyle, dudaklarının üzerine dökülüveren gür bıyıklarının altından o müstehzi, hınzır gülüşleri…
Seni unutmak zaten mümkün değil ki Hüseyin abi!
Fakat ne çare, tıp bir kez daha yetersiz kalıyor. Mezarlığa geldiğimizde ise Meryem çok ısrarlı; adeta “Yanı başıma gömün babamı” diyor. “Onu çok, çok özledim.”
Kadınların arasından o sırada bir zılgıt yükseliyor dağlara doğru. Ve mezarlıkta taze bir toprak, yanık bir karanfil kokusu…
Sonra yanımdaki birkaç arkadaşla birlikte bu sefer Ali’nin yanına gidiyoruz. Mezarının başında Çağşak’ın on yıllar öncesi o dipten doruğa örgütlü hali geliyor gözlerimin önüne birden. Ne kadar yanlış ve eksikliklerimiz olsa da, o delikanlı günlerle içimdeki hüzün birdenbire kayboluyor, umutlanıyorum yeniden.
Ağaçlar Çağşak’ta yeni tomurcuklanmış ama dağların etekleri hâlâ karlı. Belli ki memleketimin dağlarına bahar geliyor. Şimdi eski yanlışlıklarımız, eksikliklerimiz ve yenilgilerimizle yeniden bir hesaplaşma, helalleşme ve kendimizi aşma zamanı. Yas tutmanın hiç sırası değil. Üstelik bu sefer iyice sıklaştırmalıyız safları… Büyük bir hasret ve dört gözle bizleri bekliyor işte o kır çiçekleri.
Ey her şeye bitti diyenler,
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.